Çoğu yetişkinin, özellikle erkeklerin, hiç yaşamamış olmayı diledikleri bir dönem varsa o da ergenliktir. Fizyolojik gelişimin ivme kazandığı ergenlik dönemi erkeklerde çirkinliğin, oturmamışlığın vesikası gibidir. Orantısız büyüyen uzuvlar, boru gibi bir ses, sivilceler, tüylenmeler ve yüksek özgüvenle desteklenmiş bir şuursuzluk… Tüm bunlar, yetişkinliğe geçişin dönüşüm sancılarıdır aslında. Bunları atlatan aklıselim bir birey, daha dengeli bir fiziksel ve zihinsel yapıya kavuşarak hayatına devam eder.
Teşbihte hata olmaz deyip devam edelim: Doğuşu ve gelişmesi bakımından bilimkurgunun da ergenlik dönemi yaşanmıştır. Bilimkurgunun bir edebiyat dalı olarak tanımlanmasından çok uzun bir zaman önce fantastik kurgu masalsı, destansı, dini, mistik ve bilimsel unsurların iç içe geçtiği geniş ve renkli bir edebi alaşımdı. Şahsına münhasır bilimkurgu ise aydınlanmanın, pozitivizmin ve kanıta dayalı bilginin fantazyaya özgül bir içerik vermesiyle cisimleşti. Özellikle 17. ve 18. yüzyıllarda bilimsel edebiyat diye karşımıza çıkan bu yapı bilimkurgunun çocukluk evresiydi. O dönem için romanın dahi bir edebi tür olarak emekleme çağında olduğunu not etmek gerekir: 19. yüzyıldan önce yazılmış bilimkurgular çoğu zaman fabl, mektup, deneme ve günlük gibi roman-dışı formlarda okuyucuyla buluşuyordu. Ancak 1800’lü yıllarda roman, özellikle Avrupa’da yükselen orta sınıfın okuma tercihi olunca bilimkurguya en uygun edebi formun bu olduğu fikri de kabul görmeye başladı.
Edebiyat tarihi açısından her ikisi de genç kabul edilebilecek bilimkurgu ile romanın buluşması da elbette sancısız olmayacaktır ve bu iki yapı arasındaki ahengin kurulma evresi bilimkurgunun ergenlik dönemi olsa gerektir. Bilimkurgu ve romanın kimyasını kusursuz biçimde tutturan Frankenstein gibi ölümsüz eserler varsa da diğer pek çok yapıt için aynısını söylemek güçtür. Çoğu örnekte kurgu-bilimsel unsurların hikayeyi baskılayıp metni spekülatif bir fen kitabına çevirdiğini, ruhçuluk ve mistisizm gibi ögelerin bilimsel ispatına girişildiğini ya da bilimkurgunun bir siyasi önermenin sosu olarak bırakıldığını görmek mümkündür. Mary Shelley, Jules Verne, H.G. Wells gibi namı yürümüş isimlerin dışında pek çok yazar roman tekniğini kavrayamamış, bir hikâye dahi kuramamış, okunabilirlik kaygısı gütmeksizin yazmışlardır.
Öte yandan tüm bu başarısızlıkların müspet yanı, bilimkurguyu olgunlaştıran dersler çıkarılmasına vesile olmaktır. Bazı başarısız örnekler ise edebiyat tarihinden silinse bile modern bilimkurguya ilham verici izler bırakmayı başarır. Bu yazarlardan biri Percy Greg, romanı ise Across the Zodiac’tır. 1880 yılında kaleme alınmış bu romanla ilgili başvurulabilecek kaynaklar yok denecek kadar az. Yazarın biyografisiyle ilgili dahi pek bir malumat yok. Yazarın tek bilimkurgu eseri olan Across the Zodiac’ın modern baskısı yapılmış ve satışı var ama kitapla ilgili az sayıdaki değerlendirme daha ziyade olumsuz yönlerine değiniyor. Oysa roman, vizyoner denebilecek pek çok unsura sahip. Örneğin:
- Astronot kelimesi ilk kez bu eserde geçiyor.
- Gramer detaylarını da ortaya koyarak bilinen ilk uzaylı dilini kurgulamış (Klingon dilinin icadından 100 yıl önce).
- Modern bilimkurgunun kavrayışına son derece yakın bir uçan daire tasviri yapmış (parlak sarı bir metalden uçan bir disk … dış yüzeyi beton gibi sert, vs.).
- Apergy adını verdiği bir karşı-kütleçekim enerjisiyle yerçekimini yenebilen uzay gemileri tasarlamış. Apergy’nin nasıl çalıştığı anlatılan bölüm epey akla yatkın bir bilimsel çerçevede verilmiş.
- Bilinen ilk Mars yolculuğu bu romanda. Başkarakterin bu amaçla inşa ettiği uzay gemisinin ayrıntıları ve seyrüseferi şaşırtıcı derecede karmaşık, “hard sci-fi” detaylar ve hesaplamalar içeriyor.
Ne var ki, tüm bu göz alıcı detaylar romanı oluşturan cümleler yığını içinde kaybolup gidiyor. Kitabın büyük bölümü Dünyalı başkarakterle Marslı bir bakirenin imkânsız aşkı üzerine kurulmuş, bitmek bilmeyen bir pembe dizi seyrinde ilerliyor. Ayrıca da iki uygarlık arasındaki siyasi ve sosyal farkların irdelenmesine epey hacim ayrılmış -ki bu kısımlar da bıktırıcı uzunlukta. Yazıldığı dönem için dahi rahatsız edici boyuttaki cinsiyetçiliği ve tutuculuğu da cabası. Özellikle romanın ortalarından itibaren Tanrı sevgisinin faziletleri, sosyalizmin zararları ve kadın erkek eşitliğinin sakıncaları üzerine katlanılması güç vaazlara maruz bırakıyor okurunu. Özetle Percy Greg, bir bilimkurgucu olarak tüm potansiyeline rağmen edebi zaaflarından ötürü hatırlanmaya değer bir miras bırakmayı başaramıyor. Across the Zodiac ise bilimkurgunun evriminde bir kayıp halka, bir ergenlik dönemi anomalisi olmaktan kurtulamıyor.
Bu noktada Percy Greg’e karşı acımasız olmak da yersiz, zira pek çok bilimkurgu yazarı o dönemde roman türünü sınırsız bir özgürlük alanı olarak görmüştür. Romanın her hacmi kaldırabilmesi yalın bir anlatımı gereksiz kılmış gibidir. Dolayısıyla Greg gibi pek çok romancı aynı anda hem hikâyesini anlatıp, hem gelecek öngörülerini sıralayıp hem de siyasi görüşlerini ortaya koyabilme serbestliğinin tadını çıkarmış ama bu, onlara okunurluk olarak geri dönmemiştir. İnsan yine de düşünmeden edemiyor: Ergenlik yaşanmadan yetişkin de olunmaz. Belki de Percy Greg’lerden alınan dersler sonraki yüzyılda daha dengeli, tutarlı, kurgusuna ve hikâyesine odaklanan bilimkurgular okuyabilmemizi sağladı. Kimse değilse de NASA’nın hatırlayıp Mars’ta bir kratere ismini verdiği Percy Greg’i biz de bu vesileyle Bilimkurgu Kulübü’nde anmış olalım.
Yazan: Özgür Tacer