Stanley Kubrick (1928-1999), gerçekleştirdiği tüm başyapıt düzeyindeki filmleri ile sinema sanatına gerçek anlamda yön vermiş büyük bir isim. Kariyerinde çok fazla yapım vermemesinin nedeni, kuşkusuz mükemmeliyetçi olan tavrında yatıyor. Herhangi bir filmini izlediğimizde her bir planın ince bir simetriyle bezenmiş olduğunu, oyuncu yönetimi, senaryo ve sanat yönetimindeki kusursuzluğu göze çarpıyor. Eserlerinde mükemmeli yakalayana kadar sayısız tekrar çekimden de kaçınmaz. İlk ciddi çıkışını Killer’s Kiss (Katilin Busesi, 1955) ile veren yönetmen, son filmi olan Eyes Wide Shut (Gözleri Tamamen Kapalı, 1999)‘a kadar her biri farklı türde olan klasikleşmiş yapımlar vermiştir.
2001: A Space Odyssey (2001: Uzay Macerası, 1968), Kubrick’in kariyerinde en çok tartışma yaratmış ve halen de ortaya attığı sorular nedeniyle tartışılmaya devam eden bir başyapıt. Ünlü yazar Arthur C. Clarke’ın aynı adlı romanından uyarlanmış olan yapım, teknik düzeyi, felsefesi, öngörüleri ve ortaya attığı soruları açısından halen zamana karşı bir duruş sergiliyor. 2001, insanlığın başlangıcından geleceğine olan sürecine benzersiz bir bakış atıyor. Yapım dört bölümden oluşuyor. Birinci bölümde, ilk insanın yaşadığı dönem gösteriliyor. Evrimleşmemiş ilk insanlar, gruplar halinde yaşamakta, henüz herhangi bir alet yapma ve kullanma becerilerine sahip değillerdir.
Bir gün nereden geldiği meçhul olan pürüzsüz, siyah bir dikilitaşın (monolit) ortaya çıkması, bu insanların evrimleri açısından bir kırılma noktası yaratacaktır. Gördükleri meçhul dikilitaş karşısında dehşete düşen ilk insanlar, bu gizemli olay neticesinde sanki ilham almışcasına alet kullanmayı öğrenecektir. Dahası, su kavgası sırasında bir kemik parçasıyla karşı guruptan birini öldüren ilk insan, hem ilk silahı hem de ilk aleti keşfetmiş olacaktır. Fakat Kubrick, yaşanan bu ilk silahlı cinayet sonucunda o an ilk defa guruptaki birinin lider konumuna düşmesine vurgu yapar. Liderlik, peşinden saygıyı getirecektir. Yaşanan bu olay, ilkel insanın sanki o an hayvanlıktan çıkıp, gerçek anlamda insanlığa geçişidir. Gerçekte grubun karşısına dünya dışı bir varlık çıkarılması düşünülmüş, sonrasında onun yerine dikilitaş kullanılmıştır.
Yapım, ikinci bölümünde sinema tarihini en unutulmaz zamansal sıçramasına ev sahipliği yapar. Alet kullanması ile statü elde eden ilk insan, gücünün de farkına varmıştır. Güç, kibiri doğurur. Gücünü sembolize eden, kemikten olan aletini büyük bir coşku ile havaya fırlatıp, kameranın havaya fırlayan bu kemik parçasına odaklanıp o kemiğin birden uzay gemisine dönüşmesi ile kendimizi ansızın gelecekte buluruz. Bir kemik parçası ile Kubrick, insanlığın gelişme sürecinde küçük bir şeyin geleceğimiz acısından ne kadar önemli olduğuna dair önemli bir vurguda bulunmuştur. Bu sırçama sahnesi ile birlikte ünlü klasik müzik bestecisi Johan Strauss’un bestesi eşliğinde etkileyici bir uzay portresi ile karşılaşırız. Dünya’dan havalanmış olan tarifeli uzay mekiği, yörüngedeki üsse kenetlenmek için yaklaşmaktadır. Müzik eşliğinde, araçların senkronize hareketlerle birbirlerine yaklaşması sanki bir uzay balesi mizanseni gibidir.
Dünya yörüngesinde daire şeklinde olan üssün bir benzerini yakın dönemde Elysium’da 2013 gördük. Üssün daire şekli olup dönmesi, yapay bir yerçekimi yaratır. Bilim insanları Ay’da, daha önce ilk insanın gördüğü dikilitaşın bir benzerini gömülü olarak keşfederler. İnsanlığın kökenine dair yeni teorilere ve yabancı bir uygarlığın izine rastlarlar. Araştırma ekibinin taşa yaklaştığı esnada taşın reaksiyona geçmesiyle birlikte, sahne kesilip üçüncü bölüme hızlı bir geçiş yapılır. Dikilitaş, dünya dışı varlıklar için, hem bir elçi hem de bir iletişim aracıdır. Ay’da keşfedilmesiyle birlikte dikilitaş, kendi uygarlığına sinyal gönderir. Bu durum, artık insanlığın teknolojik olarak ve dış uygarlıklarla temasa geçmeye hazır olduğunun bir habercisidir. Bu sinyal, aynı zamanda Jüpiter’de bulunan bir başka dikilitaşı da harekete geçirecektir.
Dünya dışı uygarlığın planı, insanları Jüpiter yakınında, büyük ihtimalle bir solucan deliği vasıtasıyla kendileriyle temasa geçmelerini sağlamaktır. İnsanlık dünya dışı uygarlıkla temas için üç aşamadan geçirilir. İlkel dönemlerinde gelişmeleri için yol gösterilir, teknolojik olarak hazır olduklarında keşfetmeleri için Ay’a bir yapı bırakılır ve nihayetinde kendi güneş sistemlerinde bir gezegen yakınına seyahat ettirilip kapılar açılır. Christopher Nolan’ın, Interstellar filminde de keşfedilen solucan deliği Jüpiter yakınındadır. Nolan’ın, 2001’e saygı duruşunda bulunduğu aşikardır.
Stanley Kubrick, ikinci bölümde hayli gerçekçi bir gelecek portresi sunuyor. Tasarımlarda fütüristik anlayış yerine, bilimsel temellere dayanan bir gerçekçilik benimsenmiş. Yapımın çekildiği 1968 senesinde, henüz Ay’a gidilmemiş, Uluslararası Uzay İstasyonu kurulmamış; günümüz uçaklarında olan kabin içi eğlence sistemi ve Skype benzeri görüntülü konuşma teknolojisi icat edilmemişti. Yapımdaki teknolojik öngörülerin çoğunun günümüzde gerçekleşmiş olduğu görülüyor. Uçakların koltuklarında olan LCD ekranlar, filmdeki tarifeli uzay mekiğinde mevcut. Yine görüntülü iletişim olanağını da filmde karşımıza çıkan bir diğer teknoloji öngörüsü. Kuşkusuz bu, Kubrick’in yapımlarında gerçekçi olma kaygısının bir sonucudur.
Üçüncü bölüm, Ay’da yaşanan olayın 18 ay sonrasında geçer. Jüpiter’den gelen yabancı bir sinyalin keşfedilmesinden dolayı görevlendirilen bilim insanları, bilimsel keşif için gezegenin yörüngesine yönlendirilir. Yolculuklarında geminin tüm elektronik ve bilgisayar sisteminin kontrolüne hakim olan yapay zekâya sahip “Hall 9000” onlara eşlik eder. Jüpiter’e olan yolculuklarında, yolculuğun göründüğü gibi olmadığını ve geminin ana bilgisayarı Hall’ın bazı gizli planları bulunduğunu fark eden ekip, onu etkisizleştirmek ister. Bunu anlayan bilgisayarsa kendi güvenliği için ekibi gözden çıkarır. Kubrick, üçüncü bölümde bize modern bir Frankenstein tespiti yapar. Çoktandır yapay zekâ yaratma peşinde olan insan, düşünebilen bir zekâ yapmayı başarmıştır. Yapay zekânın, varlığının tehlikeye girdiğini anlayıp, endişe duymaya başlaması tehlikeli sonuçlara neden olur. Hall 9000’ü harekete geçiren işte bu endişe duygusudur. Bir diğer deyişle yapay zekânın, kendi varlığının farkına varması ve önemini anlaması durumudur.
Dördüncü bölüm, paradoksların, içsel yolculukların ve varoluşsal soruların olduğu bir destan. Hall 9000’in kontrolden çıkıp ekibi yok etmeye çalışması ve bu savaşta hayatta kalan Dr. Dave Bowman, kurtulduğu ufak uzay kapsülü ile sinyalin kaynağına gider. Bu esnada Jüpiter yörüngesinde Dikilitaş gene belirir. Dikilitaş, açtığı solucan deliği ile Bowman’ı önceden hazırlanmış olan bir ortama gönderir. Onu buraya getiren güç, yabancılık çekmemesi için dünyevi bir ortam sunar. Kendisini barok tarzı ile döşenmiş bir ortamda bulan Bowman, zamanın görece aktığı bir çizgidedir. Önce uzay giysisi ile ayakta dikilen Bowman’ı, ardından yaşlanmış bir halde yemek yerken, nihayetinde iyice yaşlanmış olarak yatağa düşmüş halde buluruz. Son nefesine yaklaşırken yatağının başında aynı taş gene belirir. Taş sanki onu içine alırcasına çekip, Bowman’ı cenin olarak Dünya’ya tekrar getirir.
Fark edileceği üzere yapımdaki dört bölüm kendi içinde bir hikâyeye sahip. Fakat buradaki hikâyeler bir diğerinden bağımsız olmayıp tutarlılık içermekte. Peki, 2001 tüm gerçekçi öngörüleri ve bilimselliğinin ötesinde bize ne anlatıyor? “Dikilitaş gerçekte neyin nesidir? Gerçekte niçin yabancı varlıklarla bir temas yaşanmadı?” gibi açıklanmamış sorulara sahip. Kubrick, kesinlikle dini açılımlara yer vermiyor. İnsanlığın kökeni ile ilgilenip, bunda dünya dışı zeki yaşamın parmağı olup olmadığı ile de ilgileniyor. Proje gerçekleşmeden önce uzaylı bir takım tasarımlar yapılmış fakat Kubrick, bunu imgesel bir anlatımla ima etmek istemiştir. Yapımda, insanlığın kökeninin dünya dışından geldiği öngörüsü de çıkartılabilir. Bowman’ın solucan deliği ya da başka bir şekilde yaptırılan yolculuğu sonucunda hapsedildiği ortam, yabancı varlıkların kurduğu bir araştırma üssü de olabilir. Kuşkusuz burada karşımıza çıkan Dikilitaş, bu zeki varlıkları temsil etmektedir.
2001: A Space Odyssey, bize hem bilimsel hem de varoluşsal bir yolculuk vaat ediyor. Halen cevaplamadığı kimi sorularıyla da tartışılmayı sürdürüyor. Sinemayı değiştiren ender yapımlardan biri. Kubrick’in, kariyerinde gerçekleştirdiği en kişisel yapım. Klasik müzik hayranı olan yönetmen, müziği sahnelerine ustaca kullanmasını bilmiş. 2001’i salt bir bilimkurgu olarak değerlendirmek yanlış bir tespit olur. 2001, her şeye dair bir hikâye anlatıyor. Kökenimizden başlayıp, geleceğimize doğru giden varoluşsal bir yolculuk. 2001: A Space Odyssey, halen günümüz sinemasını etkilemeye devam ediyor ve gelecekte de etkisinden bir şey yitirmeyecek.
Yapım, Kubrick’in kariyerindeki tek bilimkurgu. Uzun bir hazırlık sürecinden sonra gösterime girdiğinde karışık tepkilerle karşılaştı. Arthur C. Clarke’ın romanından uyarlanan film, seyir zevki açısından etkileyici, fakat anlaşılma bakımından sıkıntılar yarattı. Buradaki “sıkıntı” kelimesi olumsuz bir anlam ifade etmiyor, tam tersine dönemin koşullarını düşünürsek, bünyesinde izleyici açısından çok yeni ve henüz hazır olmadıkları şeyleri içermekteydi. Bu yüzden yapımın efsane konumuna gelmesi için biraz zaman gerekti.
Kubrick, ölümünden önce bir bilimkurgu projesi gerçekleştirmek istemişti. Brian Aldiss’in kısa öyküsüne dayanan A.I (Yapay Zeka) projesiyle uzun süre ilgilenmişti. Hatta proje ile ilgili tasarım ve sanat çalışmaları bile yapılmıştı. Fakat daha sonra hikayeyi kendi kişisel bakış açısıyla fazla boğacağına inanan usta yönetmen, filmi Steven Spielberg’in çekmesini istedi. Spielberg, 2001’de gösterime giren filmiyle başarılı bir iş ortaya koydu, ama “proje Kubrick elinde nasıl olurdu?” sorusu halen meraklandırıyor.