Yıldız oyuncuların dünya çapında ve her yaşta hayranları vardır. Oynadıkları rollerle toplumun geneline hitap etmeyi başarmış ve her devirde hayran kitlelerine yenilerini eklemişlerdir. Tom Cruise buna iyi bir örnektir. Bir başka oyuncu grubu daha vardır. Belki bir Tom Cruise kadar olmasa da, onlar da az çok sadık bir hayran kitlesi edinmeyi başarmıştır. Öyle ki, filmde başrol olmasalar bile sırf onları görmek için filmi izleyenler çıkar. Buna da en iyi örneklerden biri Danny Trejo’dur. Yazımızın konusu olan Lance Henriksen de sadık hayran kitlesine sahip oyunculardan. 70’lerin başından itibaren canlandırdığı sert, kuralcı ve karizmatik adam rolleriyle kendi hayran kitlesini yaratmayı başarmıştır.
Lance Henriksen, 5 Mayıs 1940’ta New York’ta doğdu. Ailesiyle birlikte zorlu bir çocukluk geçirdi. Babası bir denizciydi ve ailesi, babasının tayinleri dolayısıyla sık sık yer değiştirmek zorunda kaldı. Bu süreç, kendi deyimiyle Lance Henriksen’in hayatta kalma yeteneklerini geliştirmesine ve çeşitli kültürlerle tanışmasına olanak tanıdı. Oyunculuğa olan ilgisi genç yaşlarda belirdi. Actors Studio‘ya katılarak oyunculuk eğitimi aldı ve becerilerini geliştirip sahne deneyimi kazandı. Ancak sinemada tutunması o kadar kolay olmadı. 1961’de, başrolünde Tony Curtis’in oynadığı The Outsider filmindeki kısa rolü ile sinemadaki ilk oyunculuk deneyimini tattı. Ne var ki bu rolden sonra kendisine tekliflerin yağacağını düşünse de beklediği olmadı. Tam on bir yıl boyunca sinemada oyunculuk teklifi alamadı.
Sahnelerde yeteneklerini sergilemeye devam etmesine rağmen beyaz perdede ikinci adımını atamamıştı. Bunun en temel nedeni ise menajerlik sistemine karşı çıkmasıydı. Emeğin büyük kısmını kendisinin göstermesine rağmen aslan payını menajerlik şirketinin almasına karşı çıkıyordu. Üstelik menajerler hem oyuncudan hem de yapım şirketinden para alıyordu. Bu duruma iyice içerlenen Henriksen, menajer ile çalışmama kararı almıştı. Ancak o dönemde, eğer bir yıldız değilse hiçbir oyuncunun doğrudan bir yapım şirketi ile iletişim kurma şansı yoktu. Yine de Henriksen’in kararlılığı, onu Hollywood’un kapılarına taşıdı. Bizlere Star Trek: The Next Generation dizisini kazandıracak olan Maurice Hurley’in It Ain’t Easy filminde başrolde oynaması şartıyla ücret almamayı teklif etti. Hurley’in bu teklifi kabul etmesiyle filmin başrolünü kaptı ve filmdeki dikkat çekici performansıyla tanındı.
Efsane yönetmen Sydney Lumet’in radarına girmesi gecikmedi ve Dog Day Afternoon, Network gibi klasiklerde boy gösterdi. 1977’de Steven Spielberg imzalı Close Encounters of the Third Kind, kendisinin ilk bilimkurgu deneyimi oldu. Korku klasiği Omen‘in devam filminde oynadıktan sonra, 1979 tarihi The Visitor‘da ikinci kez bir bilimkurgu için kamera karşısına geçti. Ardından da türlü filmlerde ve bölüm oyuncusu olarak dizilerde görülmeye devam etti. 1982’de James Cameron’ın Piranha II: The Spawning filminde oynadı. Henriksen’in gözlerini çok az kırpması, Cameron’ı hem rahatsız etmiş hem de etkilemişti. Aslında o dönemde ‘göz tembelliği‘ olarak da bilinen ambliyopi rahatsızlığından muzdaripti ve tedavi görüyordu. Yine de Henriksen’in bu durumu, Cameron’ın aklının bir köşesine yerleşmişti ve yollarını yeniden kesiştirecekti.
1984 yılında Henriksen, James Cameron’ın yönettiği The Terminator filminde, polis dedektifi Vukovich’i canlandırdı. Aslında Cameron’ın ona ilk teklifi T-800’ü oynamasıydı. Ne var ki sonradan rol Arnold Schwarzenegger’e verildi. Ancak, 1986 yapımı Aliens filminde James Cameron ile Lance Henriksen’in yolları yeniden kesişti ve bu kez robot rolünü Henriksen kaptı. Bishop adlı android karakteriyle izleyicilerin beğenisini kazanan Henriksen, bu rolle serinin ilerleyen filmlerinde de rol almayı başardı. Bilimkurgu sinemasındaki başarılarına ek olarak, sonraki yıllarda korku türünde de kendini kanıtladı. 1987’de Near Dark ve 1988’de Pumpkinhead gibi kült korku filmleriyle korku türünde de hayran kitlesi kazandı. 1991’de James Cameron, daha senaryosu fikir aşamasında olan Terminator 2 için Vukovich rolünü yeniden oynamak isteyip istemediğini sordu. Henriksen, o dönemki yoğun programı nedeniyle teklifi kabul etmedi. Eğer kabul etseydi Vukovich, 1984’teki ilk saldırıdan yaralı olarak kurtulan ve T2’deki AVM fotoğraflarını görünce T-800 ve Sarah Connor’ın peşine düşen bir yan karakter şeklinde filme eklenecekti.
1992’de Henriksen, Alien³ filmiyle Bishop rolüne geri döndü. 1993’te Super Mario Bros‘un başarısız film uyarlamasında oynadı. 1995’te Jim Jarmusch klasiklerinden Dead Man‘de kariyerinin en iyi performanslarından birini sergiledi ve bu ona uzun yıllar sonra yeniden başrolde oynama fırsatı verdi. The X-Files’ın yaratıcısı Chris Carter’in Millennium adlı dizisinde başrol oynayarak üç yıl üst üste altın küre başta olmak üzere birçok adaylık elde etti. Seri katillerin zihinlerini okuma yeteneğine sahip bir FBI ajanının maceralarını anlatan bu dizideki performansı, izleyiciler tarafından büyük beğeni topladı ve hayran kitlesinin daha da artmasını sağladı. 2000’li yıllarda senaryo konusunda seçici davranmayan ve neredeyse her rol teklifini kabul eden Henriksen’in kariyerindeki nitelikli işlerin sayısı da ne yazık ki düşüşe geçti. Ancak video oyunlarında yaptığı seslendirmelerle adını duyurmayı sürdürdü. Call of Duty ve Mass Effect başta olmak üzere nice güzel oyuna sesiyle hayat verdi. 2003’te, bu kez de Terminator 3: Rise Of The Machines filminde yine Vukovich rolü için teklif aldı. Bu filmdeyse Vukovich emekli olacak ve özel dedektiflik yapmaya başlayacaktı. Üstelik söz konusu sahneler ilk senaryoda yazılmıştı, ancak Henriksen bu teklifi de reddetti. İlerleyen yıllarda bu iki teklifi reddetmesinin nedeni olarak ise ilk filmde robotu oynayamadığı için Terminator projesinden soğumasını gösterdi.
Henriksen, yalnızca bir oyuncu olarak değil, aynı zamanda bir yazar ve çömlekçi olarak da tanındı. Otobiyografisi Not Bad for a Human‘da, hayatındaki zorluklarla nasıl başa çıktığını ve sanatın hayatındaki önemini anlatarak okuyuculara içsel bir bakış sundu. Ürettiği çömlek ve seramikleri ise koleksiyon parçası olarak satmayı ve bu ürünlerden kayda değer paralar kazanmayı sürdürüyor. Lance Henriksen, uzun ve dolu dolu bir kariyere sahip, çok yönlü bir sanatçı. 70’li yıllarda menajerlik şirketlerine karşı bağımsız oyuncuların giriştiği mücadelenin önde gelen figürlerinden de biri oldu. Yaşam öyküsündeki zorluklara rağmen kararlılığı ve yetenekleri sayesinde sinema dünyasında iz bırakmayı, özellikle bilimkurgu sinemasına kattığı değerle unutulmaz bir isim hâline gelmeyi başardı.