Günümüzde devasa bir evrene dönüşmüş olan The Terminator, beyaz perde arenasına ilk kez 1984 yılında çıktı. Çağımızın ikonik yönetmenlerinden James Cameron imzalı yapımın, düşük bütçeli B sınıfı bir aksiyon filmi olacağı düşünülüyordu. Ancak sinema sanatının sağ gösterip sol vurma huyundan mütevellit, işler sanılanın ötesinde gelişti ve film gişede hatırı sayılır bir başarı elde etti. Zira izleyicilerin filmi sahiplenmesi ve yarattığı mitolojiyi ciddiye alması gecikmemişti. Kuşkusuz bu durum, başta James Cameron’ın kendisi olmak üzere pek çok sinema eleştirmenini de şaşkınlığa uğrattı. Bu beklenmedik başarının ardında yatan nedenleri uzun bir liste halinde sıralamak mümkün: Yönetmen etkeni, senaryo ve karakter derinliği, zamanda yolculuk temasının büyüsü, oyuncu performansı…
Aslında pek dillendirilmemesine rağmen, bu listede yer alması gereken en önemli faktörlerden biri de bilgisayar teknolojisinin ta kendisidir. Hatırlanacağı gibi, 1970’lerde tümleşik devre uygulayımına ve Intel 4004 gibi mikroişlemcilerin geliştirilmesine bağlı olarak bilgisayarların maliyetinde ciddi düşüşler sağlanmış; 1980’lerde ise bilgisayarlar, çamaşır makinesi gibi artık günlük yaşamın bir parçası haline dönüşmeye başlamıştı. Elbette bilgisayar teknolojisindeki tüm bu gelişmeler, gerek toplum ve gerekse bilimkurgu üzerinde kayda değer etkiler yarattı. İnsanlık olarak bir yandan bilgisayarı hayatlarımızın orta yerine sokarken, bir yandan da bu teknolojinin potansiyeline dair alttan alta paranoyalar ve kurgular geliştirmekten geri durmadık. İşte The Terminator tam da böylesi bir çağın göbeğinden seslenen anlatısıyla kendini kısa sürede kült mertebesinin o metruk basamaklarını tırmanırken buluverdi…
İnsan beyninin ürettiği en gelişmiş yapay zeka programı olan Skynet, kusursuz işlevselliği sayesinde kısa zamanda kendini kanıtlamayı başarır ve bunun üzerine savunma teknolojisinin emrine amade edilmesi gecikmez. Başlarda her şey yolunda gibidir; ama Skynet, o unutulmaz 29 Ağustos 1997 günü insanlığa karşı topyekûn bir kıyıma girişir. İnsanlar, uydulardan denizaltılara ve hatta nükleer füzelere kadar her türlü saldırı ve savunma teknolojisine hükmeden bu çılgın zeka karşısında çok fazla direnemez. Üzerinde binlerce yıldır insan türünün at koşturduğu bu gezegen, artık makinelerin kaçınılmaz yükselişine sahne olmaktadır. Skynet’in yürüttüğü bu sistematik soykırım gezegenin her yerinde sürüp giderken, insanların hayatta kalma umudu da günden güne tükenmektedir. Tarihler 2029’u gösterdiğinde, bütün kentler yerle bir edilmiş, insanlar öbek öbek parçalanmış ve hayatta kalmayı başaranların sayısı da bir hayli azalmıştır…
2029 yılının bu post-apokaliptik manzarası eşliğinde açılan film, henüz ilk sahnesiyle karamsar atmosferini zihinlere zerk etmeyi başarıyor. Yer altındaki sığınıklarda var olma mücadelesi veren insanlar, açlığın ve çaresizliğin pençesindedir. Derken sahneye John Connor adında bir adam çıkar. Başarılı savaş stratejileriyle insanlık için hem umut ışığı ve hem de bir önder olur. İnsanların içindeki ölü umutlar, uzun yıllar sonra ilk kez yeşermeye başlamıştır bile. Amma ve lakin, işlerin aleyhinde geliştiğini fark eden Skynet, sorunu kökten çözmeye karar verir ve “şimdi ananı laciverde boyadım it oğlu it!” perspektifinden hareketle geçmişe T-800 model bir Yok Edici (Arnold Schwarzenegger) gönderir. Yok Edici’nin görevi son derece basittir: John Connor’ın annesi Sarah Connor‘ı (Linda Hamilton) bulup öldürecek ve böylelikle de John Conner diye bir baş belası hiç doğmamış olacaktır. Bu etkili plan karşısında John Connor da boş durmaz ve “anamı bu işe karıştırma!” diyerek, o da T-800’e karşı annesini koruması için en sadık adamlarından Kyle Reese‘i (Michael Biehn) gönderir. Bundan sonrası ise 1984 yılında yaşanan nefes kesici bir kovalamaca ve keşmekeş olacaktır…
Dışı etten içi çelikten oluşan ve anadan üryan bir şekilde geçmişe gönderilen T-800, yüksek görev bilincinin güdüsüyle işe koyulmakta gecikmez. Bir telefon rehberinden edindiği bilgiler ışığında, kentte ne kadar Sarah Connor adında kadın varsa bir bir avlamaya başlar. Sırf isim benzerliği nedeniyle cartı çeken kadınların dramı bir yana, garsonluk yaparak hayatını sürdüren esas Sarah Connor’ın henüz bir şeyden haberi yoktur. Fakat T-800’ün o metalik varlığını ensesinde hissetmesi uzun sürmez. Eğilip bükülmeyen, yediği yüzlerce kurşuna rağmen bana mısın demeyen bu ne idiği belirsiz varlığa karşı hayatta kalma şansı sıfırdır. Neyse ki tam bu noktada devreye, gelecekteki oğlu tarafından kendisini koruması için gönderilen Kyle Reese girer ve böylelikle ikilinin peşlerindeki Yok Edici’ye karşı destansı mücadelesi de başlamış olur. İşin içine polisin, motosikletlerin, her türden ateşli silahın ve en güzeli de model model tırların girmesiyle biz izleyiciler adeta adrenalinden adrenaline sürükleniriz.
Arnold Schwarzenegger, vücut geliştirme turnuvalarında kendisine birincilikler getiren dillere destan kaslarının ve mimiksiz karakterinin de avantajıyla T-800 rolünde hiç zorlanmıyor. Fakat daha silah tutmayı bile beceremezken, peşindeki yok etme makinesine karşı dişe diş mücadeleye girişmek zorunda kalan Sarah Connor rolündeki Linda Hamilton‘ın oyunculuk yükü yenilir yutulur cinsten değil. Buna rağmen Hamilton, canlandırdığı karakterin radikal dönüşümünü başarıyla yansıtmayı biliyor. Michael Biehn ise muğlak performansıyla ortaya karışık bir oyunculuk sergiliyor. Filmin hem aksiyon hem de duygusal tarafını beslemeye çalışan karakteriyle bocalıyor olsa da, bu durum filmin hengamesi içinde karambole gidiyor. Aslına bakılacak olursa, Kyle Reese karakteri için başta Arnold Schwarzenegger düşünülmüş; ama Arnold’un T-800’ü canlandırma ısrarı üzerine rol Michael Biehn’e verilmiştir. Neyse ki ortaya çıkan ürünü göz önüne aldığımızda, mevcut kadronun başarılı bir dağılım olduğunu söyleyebiliriz.
Tekinsiz mekanları, nefes nefese kovalamacaları, görkemli patlamaları, tedirgin edici bekleyişleri ve robotik teknolojiye dair verdiği karamsar alt metniyle film, zamandan bağımsız olarak izlenebilirliğini sürdürüyor. Özellikle gece çekimlerindeki başarı, yapımın kasvetli atmosferini besleyen en önemli unsurlar arasında. Her ne kadar üzerine inşa edildiği derinlikli kurgusunu hız kesmeyen temposu içinde boğsa da, The Terminator mesajı olan ve bu mesajını biz izleyicilere vermeyi başaran bir eser. Öte yandan zamanda yolculuk gibi ilgi çekici olmasına rağmen senaryonun işleyişini tehlikeye atabilecek cesur bir yan temaya da sahip. Zaten beklenildiği üzere senaryodaki bazı mantık hataları belirgin şekilde akla takılıyor; ancak film bunu da olası gerçeklikler çalımıyla savuşturuyor.
Robotik ayaklanma teması ise filmin felsefi derinliğini omuzlayan en önemli etken. Bu temanın bir de zaman yolculuğu ile harmanlanmış olması, ortaya katmerli bir kurgu ve senaryo çıkarıyor. Bu tip iddialı temaları tek potada eritmeye çalışan yapımlar, genelde ya dibe batar ya da zirve yapar. Ancak The Terminator, James Cameron’ın zekice taktikleri sayesinde sinema tarihinde iz bırakmayı başardı. Üstelik hem beyaz perdede hem de televizyon ekranlarında boy gösteren devam yapımlarıyla da külliyatını genişletmeye devam ediyor. Tabii 6.5 milyon dolara mal edilen böylesi düşük bütçeli bir filmde, görsel efektlerdeki yetersizliklerin göze batması gayet olağan. Özellikle T-800’ün biyolojik dokusundan sıyrılıp mekanik iskeletiyle arz-ı endam ettiği sahnelerde kullanılan stop motion tekniğinin yol açtığı yavanlık kendini fazlasıyla hissettiriyor. Yeri gelmişken belirtelim, söz konusu sahnelerde birebir boyutta modellenmiş bir maket kullanılmıştır.
Günümüzde robotik ve yapay zeka alanında atılan adımlara her gün bir yenisi ekleniyor. Yaşanan gelişmelerin ışığında söyleyebiliriz ki, gelecekte bizlere benzeyen, düşünen ve tek başına kararlar alabilen makineler yaratmayı başaracağız. Ve tüm bu süreç boyunca bilimkurgu, yarattığı eserlerle insanlığı kendi yazgısını düşünmeye ve sorgulamaya teşfik etmeyi sürdürecek. Kendi yarattığımız makineler bir gün sonumuzu getirir mi bilinmez ama, bilimkurguda insanla makinenin savaşı bitecek gibi görünmüyor. Zaten bitmesini isteyen de yok. İtiraf edelim ki biz bilimkurguseverler bu savaştan keyif alıyoruz…