27 Mayıs 1977 tarihinde vizyona giren bir filmle birlikte sadece sinema endüstrisi değil, içinde yaşadığımız gerçeklik de derinden etkilendi. Film boyunca galaksinin bir aile etrafındaki epik yazgısına şahit olurken, aynı zamanda devasa bir kurgusal evrene de ilk adımlarımızı atıyorduk. Gerçekten de üçer yıl arayla gelen devam filmleri sayesinde yepyeni ve uçsuz bucaksız bir âlem serildi önümüze. Evet, George Lucas’ın hayal dünyasından taşan ve çok geçmeden de efsanevi bir markaya dönüşen Star Wars’tu bu. Bu âlemin dehlizlerinde gezinmekten, her sahnesiyle verdiği o yaşanmışlık hissine kapılmaktan kendimizi alamadık. Tabii özgün üçleme boyunca aklımızda birçok soru da belirdi: Darth Vader kimdi, İmparatorluk galaksiye nasıl hâkim olmuştu? Ne var ki tüm bu soruların cevabına ermemiz için tam on altı yıl beklememiz gerekecekti.
Taslakları 80’li yıllara değin uzanan, ancak teknolojik yetersizlikler yüzünden bekletilen öncül üçlemenin ilk filmi The Phantom Menace vizyona girdiğinde takvimler 1999’u gösteriyordu. Kimileri yıllar sonra bir Star Wars filmini tekrar sinemada izlemenin mutluluğunu yaşıyor, kimileri ise bunu ilk kez deneyimlemenin heyecanını taşıyordu. Çünkü The Phantom Menace, 80’lerin ortasında çekilen Droids ve Ewoks dizilerini saymazsak çok özlenen eski bir dostla tekrar buluşup kucaklaşmak gibiydi. Üstelik bize hatmettiğimiz bir evrenin inşa sürecini anlatıyor, tutkunu olduğumuz karakterlerin geçmişini bahşediyordu. Kendi içinde sorunları ve sıkıntıları bulunan bir üçlemeye imza atılsa da önümüze serilen epik anlatı dâhilinde bunları görmezden gelmek mümkündü. Zira mum ışığının büyüsüne kapılmış güve gibiydik. İşler öncül üçlemeyle sınırlı kalmadı, çeşitli animasyonlarla da olsa sinematik Star Wars evreninin genişleme süreci devam etti. Her şey yolunda gidiyordu, ta ki 2012’de Lucasfilm’in Disney’e satılışına dek…
4.05 milyar dolar karşılığında gerçekleşen bu satışla birlikte Star Wars evreninin seyri de bambaşka bir rotaya girdi. Hayranların büyük kısmı duruma temkinli yaklaşırken, küçük bir kısmı ise bol bol yeni Star Wars içeriklerine kavuşacak olmanın rehavetine kapıldı. Artık Disney çatısı altında faaliyet yürütecek olan Lucasfilm’in başına da George Lucas’ın özel talebiyle Kathleen Kennedy oturtuldu. Bu karar, Lucas’ın hâlâ Star Wars’tan elini çekmediğini göstermesi açısından olumlu bir gelişme şeklinde değerlendirildi. Tabii Kathleen Kennedy’nin ileride Star Wars hayranları için bir tür nefret objesine dönüşeceğinden kimsenin haberi yoktu. Kısacası, şimdilik her şey yolunda gidiyordu. Beklenildiği üzere yeni bir Star Wars üçlemesi için de kollar sıvandı. Hatta yeni film projesinin ilk hikâye toplantılarına “yaratıcı danışman” olarak George Lucas da katıldı ve yapım ekibine tavsiyelerde bulunmayı ihmal etmedi. Derken o korkulan haber geldi ve Lucas, Disney ile yaşadığı anlaşmazlıklar sonucu projeden çekildiğini açıkladı. Böylelikle henüz taslak aşamasında olan proje ilk darbesini aldı. İlk kez George Lucas’tan bağımsız bir Star Wars filmi izleyeceğimiz kesinleşmişti artık.
Star Wars: The Force Awakens‘in ortak yapımcısı, o dönemin “mucize çocuk“u J. J. Abrams‘tan başkası değildi. Yeni nesil Star Trek filmlerini de omuzlayan Abrams, sahibi olduğu prodüksiyon şirketi Bad Robot‘ın da avantajıyla Disney için biçilmiş kaftandı. Zira yaklaşık yarım milyar dolar bütçeye sahip böylesi dev bir projenin altından kalkması zor değildi. Filmin ilk senaryosu Michael Arndt tarafından kaleme alındı. Sonradan yazım sürecine Abrams ve Lawrence Kasdan‘ın da dâhil olmasıyla senaryo şekillendi. Ancak bir soru hâlâ cevaplanabilmiş değildi: Filmi kim yönetecekti? Aralarında David Fincher, Brad Bird, Jon Favreau, Guillermo del Toro, Matthew Vaughn, Colin Trevorrow, Neill Blomkamp’ın da olduğu birçok isim masaya yatırıldı. Pek de şaşırtıcı olmayan bir şekilde, günün sonunda yönetmenlik koltuğu J. J. Abrams’a kaldı. Öteden beri kendi ekollerini yaratmış, hatta tatlı bir rekabete girmiş olan Star Trek ve Star Wars evrenlerinin aynı isme emanet edilmesi tartışmaları da beraberinde getirdi. Tabii hayranlar arasında süregiden bu tartışmalar, işin ekonomisini önceleyen yapım şirketleri için herhangi bir anlam ifade etmiyordu; karar çoktan verilmişti.
Çekimlerine 2014’ün ortalarında başlanan ve 2015 sonunda nihayet seyirciyle buluşan film, Star Wars’un demirbaşı diyebileceğimiz isimlerin yanı sıra hayatlarımıza Rey, Fin, Poe Dameron, Kylo Ren gibi yepyeni karakterler soktu. A New Hope‘tan yaklaşık otuz yıl sonrasında geçen hikâyenin merkezinde ise çöl gezegeni Jakku’da hurdacılık yaparak yaşamını sürdüren Rey vardı. Küçük yaşta ailesinden ayrı düşen, buna rağmen bir gün geri döneceklerine dair beslediği umudundan da vazgeçmeyen gizemli ve becerikli bir kadın kahraman profili çiziyordu. A New Hope‘ta çöl gezegeni Tatooine’e sıkışıp kalmış Luke Skywalker ile olan yazgıdaşlığı, hikâyenin devamına dair de fikir verir nitelikteydi. Belli ki hesapta olmayan bir gelişme yaşanacak ve tıpkı Luke gibi o da kendini soluksuz bir maceranın ortasında bulacaktı. Bunun için gerekli olan bileşenler ise değerli bilgiler taşıyan bir robot, otoriteden gizlenen bir kaçak ve tabii ki galakside fink atan bir kaçakçıydı. Robot kontenjanı, uzun zamandır kayıp olan küskün Luke Skywalker’ın inzivaya çekildiği gizemli gezegenin haritasına sahip BB-8 sayesinde çok geçmeden dolduruldu. İlk Düzen’den kaçan eski stormtrooper Fin‘in devreye girmesiyle formülün ikinci aşaması da tamamlandı. Geriye ise Rey, Fin ve BB-8’ten oluşan üçlünün efsanevi Han Solo ve Chewbacca ile karşılaşması kalıyordu. Tahmin edileceği üzere yollarının kesişmesi uzun sürmeyecekti.
Elbette galaksinin esenliği uğruna güçlerini birleştiren bu ekibin karşısında saf tutacak unsurlara da ihtiyaç vardı. Hikâyeye İmparatorluk benzeri bir yapılanma, Darth Vader benzeri bir kötü adam ve Darth Sidius benzeri bir akıl hocası sürülse fena mı olurdu? Olmazdı tabii. Yeni Cumhuriyet’i devirmeyi amaçlayan ve galaksinin büyük bölgelerini kontrol eden İlk Düzen, o görkemli İmparatorluk’un yokluğunda iş görürdü. Üstelik ellerine Ölüm Yıldızı’nın yeni bir sürümü de verilirse keyiflerine diyecek yoktu. Darth Vader açığı ise çakma versiyonu Kylo Ren ile pekâlâ kapatılabilirdi. Lazım olan tek şey siyah bir kostüm ve havalı bir maskeyle ışın kılıcıydı sonuçta. Hatta dramatik bir arka plan hikâyesiyle de yoğruldu mu işlem tamamdı. Örneğin bu Kylo Ren, neden Han Solo ve Leia Organa’nın isyankar çocukları olmasındı? Olsundu. Oldu da. Geriye tüm bu güruhu yönlendirecek bir akıl hocası yaratmak kalıyordu. O da şimdilik Snoke oluversindi. Nasıl olsa ileride bir hâl yoluna bakılırdı. Artık her şey tamamdı. Yeni karakterler, yeni gezegenler ve yeni araç gereçlerle süslenmiş nur topu gibi bir A New Hope‘muz olmuştu. Hem o film çok sevilmişti, kesin bu da sevilirdi. Çünkü neden sevilmesindi?
The Force Awakens, Star Wars’u Star Wars yapan tüm o eski formülleri işleterek âdeta kaçak dövüşüyor, evreni ilerletip genişletmek yerine üzerine giydiği kalın bir nostalji katmanının arkasına sığınıyordu. Beğeni noktasında seyircinin kafasını karıştıran da tam olarak buydu. Yığınlar, iş yaptığı bilinen tanıdık bir hikâyeyi izlemenin büyüsüne kapılmıştı. Dolayısıyla filme yönelik ilk tepkilerin olumlu seyretmesi çok da şaşırtıcı değildi. Ancak yeni bir dönemin kurucu filmi olduğu ve Star Wars evreninin Disney’deki geleceği adına başlangıç teşkil ettiği düşünülürse manzara pek de iç açıcı görünmüyordu. Öyle ki, The Force Awakens’ten öncesini anlatan tüm yapımların günün sonunda Rey’e, Fin’e ve Kylo Ren’e bağlanacağını bilmek yürek burkucuydu. Her şeye rağmen yapımcıların taktiği işe yaradı ve daha önce tadına bakılmış bir hikâyenin sindirilmesi zor olmadı. Nitekim çoğu eleştirmen filme övgüler düzdü, YouTuber’lar sinema çıkışında telefonlarına sarılıp kendinden geçercesine canlı yayınlar açtı. Üstüne Disney’in uyguladığı agresif reklam politikası da eklenince filmin gişesi uçtu. 447 milyon dolara mal edilen yapım, kısa sürede 2 milyar doları aşarak tüm zamanların en çok para kazandıran işlerinden birine dönüştü. Disney adına operasyon tamamlanmıştı. İşler tıkırında gidiyordu.
Ancak kazın ayağının uzaktan göründüğü gibi olmadığı, 2017 ve 2019’da önümüze serilecek devam filmleriyle anlaşılacaktı. Dövünenler, sövünenler ortalıkta cirit atacak, hatta üçlemenin Star Wars evreninden çıkartılmasını isteyenler peyda olacaktı. Bu durum çok da şaşırtıcı değildi, zira gömleğin ilk düğmesi yanlış iliklenmişti. Skywalker destanının ötesine uzanan yeni ufuklara yelken açmak varken tüm evren helenozik bir hikâyeye indirgenmişti. Bilhassa Rey’in etrafında yaratılan gizem halesi, işlerin bir şekilde yine Skywalker destanına bağlanacağına işaret ediyordu. Tek sorun, bu muhteşem son için biraz daha beklememiz gerekeceğiydi! Gerçi hakkını da yemeyelim, devam filmlerine nazaran The Force Awakens‘in daha başarılı olduğu su götürmez bir gerçekti. En azından görkemli, görkemli olduğu kadar da eğlenceli bir film vardı karşımızda. Örneğin, görselliğe diyecek söz yoktu. Üzerine ciddi mesai harcandığı kolayca anlaşılıyordu. Hakeza oyunculuklar ve John Williams‘ın müzikleri de genel hatlarıyla başarılıydı. Müzik konusunda göze çarpan en büyük sıkıntı, filmin içindeki yanlış kullanımından kaynaklanıyordu ve Williams’ın buna yapabileceği pek bir şey yoktu. Eğer müzikler tek başına dinlenirse, ortaya gayet tatminkâr bir iş çıkartıldığı fark edilebiliyordu. Ne var ki tüm bu başarılı unsurlar dönüp dolaşıp senaryoya takılıyor, bir başlarına filmi kurtarmaya yetmiyordu.
Leia önderliğindeki Direniş güçlerinin İlk Düzen’i durdurma ve çiçeği burnunda kahramanımız Rey’in de Luke Skywalker’ı bulma macerası olarak özetleyebileceğimiz film, öyle ya da böyle sinema tarihindeki yerini aldı. Eğer önümüze yeni bir şeyler koyabilseydi, sonraki yapımların da katkısıyla bambaşka bir Star Wars evrenine doğru yol alabilir, “çok uzun zaman önce, çok çok uzak bir galakside” kendimizden geçebilirdik. Ama olmadı. İşler yine “dön baba dönelim” hikâyesine evrildi. Yeni filmlerden umudunu kesen hayranlar ise mutluluğu dizilerde arar oldu. The Force Awakens‘in yol açtığı bu manzaradan dolayı hayal kırıklığına uğrayanlardan biri de George Lucas’tı. Filmi izledikten sonra, “Yeni bir şey yok,” diye dert yanacak ve ekleyecekti: “İleriye doğru atılmış bir adım göremedim.” Tabii kendisinin göremediği tek şey ileriye doğru atılmış bir adım değildi, Star Wars’un Disney’deki geleceğini de pek iyi göremediği anlaşılıyordu.
Kısacası The Force Awakens, Star Wars evrenini darboğaza sokan ve potansiyelini boşa harcayan bir yapım olarak hatırlanmayı sürdürecek.