ZPG

Sıfır Nüfus Artışı: Z.P.G.

Korkutucu distopik gelecek senaryolarımızı düşünürken bilimkurgunun yanlış öngörülerini de incelememiz gerekiyor. Hiç gerçekleşmeyen distopya öngörülerine ne olur? Bir hikâyenin isabetsiz tahminlerde bulunması onu tarihsel öneminden başka değer taşımayan bir ucubeye, bir tür ‘ucuz sanata‘ mı dönüştürür? Böyle bir dünya, sürekli bir kıyametin yaklaştığını söyleyip duran ama o kıyamet gelip geçtikten sonra bir şey olmadığını gördüğümüz bir peygamberin bilimkurgudaki karşılığı mıdır? Yoksa gelecekte bizi nasıl felaketlerin beklediği hakkında atıp tutarken bazı konularda fena hâlde yanılan ama yine de geniş anlamda da olsa bu konuda bir fikri olan, böyle bir gelecekten korunmak için neler yapmamız gerektiğini söyleyen bir karanlık dünya tasvirinden çıkarabileceğimiz dersler var mıdır?

1972 yapımı bilimkurgu filmi Z.P.G.: Zero Population Growth (Sıfır Nüfus Artışı) savaşlarla veya felaketlerle değil, nüfusun aşırı kalabalıklaşması yüzünden mahvolan bir dünya hayal ediyor. 21. yüzyılın başlarında geçen filmde, nüfusun kontrolsüz artışı yüzünden dünya yaşanmaz hâle gelmiştir; şehirler kalın bir duman örtüsü altındadır ve neredeyse tüm hayvan ve bitki türleri yok olmuştur. Bu felaketler neticesinde, Dünya Federatif Konseyi 30 yıl boyunca tüm insanlara doğum yasağı koyar. DFK bunu dünyanın kurtuluşu için tek çare olarak gördüğünden, bu kuralı gönülsüzce olsa da tavizsiz bir şekilde uygular. Doğru, gebelikle sonuçlanan cinsel ilişkiler sonrasında insanları zorla kürtaj makinelerine sokmak berbat bir şeydir, bir şekilde yolunu bulup çocuk sahibi olmuş ailelere uygulanan ceza, yani hem çocuğun hem de ebeveynlerin ölüme mahkûm edilerek sokuldukları “infaz odaları” insanlık dışı bir uygulamadır. Ama elden ne gelir?

Aşırı kalabalık gelecek öngörüleri bilimkurguda sık rastladığımız senaryolar. Robert Bloch’un This Crowded Earth ve John Brunner’ın Stand on Zanzibar romanları, Logan’s Run ve Neil Blomkamp’ın 2013 tarihli filmi Elysium gibi birçok sinema eserine esin kaynağı oldular. Öte yandan pek az ‘aşırı kalabalık nüfus senaryosu’ Z.P.G. kadar belli bir zamana ve mekâna odaklı kaldı. Film, Sıfır Nüfus Artışı adını 1960’larda takipçi kazanmış ünlü halk hareketinden alıyor; bu hareket doğanın ve insanların yaşadığı birçok problemin nüfus artışını kontrol altında tutarak çözüleceğine inanıyor, insanlık yüksek doğum oranları ve daha uzun yaşam süreleri gibi hevesler peşinde koşarsa bedelinin çok ağır olacağını savunuyordu. Hareketin başucu kitapları arasında, Stanford Üniversitesi’nde biyoloji profesörü olan Paul R. Ehrlich ve karısı Anne Ehrlich‘in yazdığı, 1968 tarihli çok satan roman The Population Bomb (Nüfus Bombası) da vardı. Ehrlichlerin savunduğu tez basitti: İnsan nüfusu bu hızla artmaya devam ederse gezegenin kaynaklarını kurutacak, özellikle besin döngüsü geri dönülmez bir biçimde kırılacaktı. Kitabın açılış pasajı şu şekildeydi:

“Tüm insanlığı besleme savaşı kaybedildi. 1970’li yıllarda, günümüzde başlatılmış beslenme programlarına rağmen milyonlarca kişi açlıktan ölecek. Artık, önümüzdeki yıllarda bizi bekleyen ölüm oranlarındaki büyük artışı engelleyebilmek için yapabileceğimiz hiçbir şey yok.”

Kasvetli 1970’ler kapıda beklerken bu kasvet dolu satırları okumak oldukça korkutucu olurdu herhâlde. Böyle bir senaryonun neye benzeyeceğini görmek içinse yalnızca birkaç yıl beklemek ve Nixon döneminin hemen ardından bildiğimiz anlamda medeniyetin çöküşünü anlatan Z.P.G.’yi izlemek yeterli olacaktı. Z.P.G.’deki karakterler eski güzel günleri yad etmek istediklerinde müzeye gidiyorlardı. Filmin en çarpıcı sekanslarından birinde, birbirleriyle evli olan ana karakterler Carol (Geraldine Chaplin) ve Russ McNeil (Oliver Reed), tüm haşmetiyle 20. yüzyıldaki yaşamı resmeden bir müzeye giderler. Orada arabalara benzin doldurabilir, kedi ve köpekler gibi soyları tükenmiş hayvan replikalarını cam kafeslerde izleyebilir, artık ender bulunun bitkilerin görkemli yeşilliklerine şahit olurlar.

Z.P.G.’deki tarih müzesi, ziyaretçilerini eğlendirmeyi olduğu kadar bilgilendirmeyi de amaçlar. Ziyaretçilere eşlik eden görünmez anlatıcı önceki yüzyılda yaşayan insanların aşırılıkları ve budalalıklarından dem vurur, büyük bir alanda “Suçlular Galerisi” görülebilir, burada dünyanın içinde bulunduğu berbat durumun sorumlularının temsilleri, yani fabrikalar, havalimanları ve Papa bulunur. Eğlenceli olması hedeflenen şeyler bile aslında eğlenceli değildir: Russ ve Carol standart bir 20. yüzyıl akşam yemeğinin canlandırmasına katılır, burada çiftler üzerlerinde artık var olmayan yemeklerin resimlerinin olduğu tüplerden çıkan, merhem kıvamlı besleyici macunlar yerine gerçek yiyecekler yerler. Ne var ki bu akşam yemeği bile çabucak somurtkan suratlarla rol yapılan bir hâle bürünür.

Russ ve Carol bu müze ziyareti için çok beklemiş olsalar da, ziyaretlerinden memnun kalmazlar. İçinde yaşadıkları dünya, 20. yüzyılın birçok lüks ve imkânının depresif ikamelerinden ibarettir. Çocuk sahibi olmak isteyen çiftler Bebek Diyarı denen, ellerine tutuşturulan mekanik bebeklerle ebeveynlik özlemlerini gidermek zorunda oldukları parklara giderler. “Hepsi huysuz ya da oyuncu olacak şekilde tasarlanmıştır!” diye duyurur neşeli satıcı kapıda sıra bekleyen çiftlere. Sahte bebekler “birçok türden çocuk hastalığını” da geçirmek üzere programlanmıştır, yani bir anne babanın yaşayacağı her türden şeyi gerçekleştirmeyi vaat ederler. Tabii, besleyici macunlar gibi, bu bebekler de gerçeklerinin yerini tutmaz. Hatta bunlar gerçeğini andırmaktan o kadar uzaktır ki, Carol Russ’la seviştikten sonra zorunlu kürtaj randevusunu es geçerek ikisinin de öldürülmesi riskini göze alır. Karısı bunu kendisine itiraf ettiğinde Russ gerilse de, kısa süre sonra ona suç ortaklığı eder ve karısını, daha sonra da doğan çocuklarını saklar. Onları gözden uzakta ve güvende tutmak için elinden gelen her şeyi yapar, öyle ki buna en iyi arkadaşları George (Don Gordon) ve Edna (Diane Cilento) çifti ile, çocuğunu kendi çocukları gibi sevmelerine izin vermek karşılığında riskli bir anlaşmaya girer.

En çok Z.P.G.’den sonra çektiği bir sonraki filmi The Mack ile tanınan Amerikalı yönetmen Michael Campus‘un Kopenhag’da çektiği, oyuncularının çoğu İngiliz olan Z.P.G., 1960’ların sonları ve 1970’lerin başlarındaki gazete manşetleri ve Ehrlichler’in en uçuk tahminlerinden devşirme bir ‘uyarıcı olma’ vazifesi üstleniyor. Sonraki yıllar insanlığın çevre felaketleri, aşırı hükümet müdahaleleri, hatta genel anlamda nüfus yoğunluğu konusundaki endişelerini haklı çıkarsa da, hitap ettiği dönem seyircisinin asıl endişelenmesi gereken konulara pek dokunamıyor. Bunun acısını da kapalı gişede çeken film, eleştirmenlerden zayıf notlar alıyor (Philadelphia Daily News’ta filmden “Z.P.G.: Büyük Ama Fos Bir Çaba” olarak bahsediliyor) ve pek fazla seyirci çekemiyor.

Peki, Z.P.G.’den bir yıl sonra çıkmış ve benzer temalara daha akla kazınmış bir şekilde dokunmuş olan Soylent Green‘in gölgesinde kalmış olan bu sönük filmden çıkarılacak ne dersler var? Aslına bakarsanız epey çok. En başta, George Lucas imzalı THX-1138 gibi Z.P.G. de döneminin distopya öngörülerinin nasıl olduğuna dair bizlere ışık tutuyor: Bol, dandik görünümlü tulumlar, florasan ışıklarla bezeli koridorlar, küçük pod benzeri yaşam alanları göze çarpıyor. Üstelik nispeten düşük bütçesine rağmen, filmin yaratıcı minyatürleri ve özellikle şu ürkünç görünümlü yapay bebekler gibi öne çıkan yapım tasarımları, günümüzde bile steril ve sefil bir dünyaya atılan kâbussal bir bakışı ortaya koyuyor.

Daha da kâbuslardan fırlama olanı ise, filmin her yanına sinmiş olan, hükümetin gerçekten de zorunlu kalarak bu önlemleri alıyor olması, yani eğer demir yumrukla yönetilmezse gezegenin bir geleceğinin olmayacağı hissi elbette. DFK yönetimi güç hırsından ötürü veya halkı yabancı bir düşmana karşı korumak için değil, insanlık kendini günlük hayatın en basit dürtülerine bile teslim ederse yok olacağımız gerçeği yüzünden bu dayatmaları yapıyor. Evet, DFK baskıcı bir güçtür ama aslında doğru, yapılması gereken bir şeyi de yapıyor olabilir, film bu zorbalığa karşı bir alternatif sunmuyor. Z.P.G.’nin mutlu sona benzer sonu bile aslında bir çıkış yolu göstermiyor. Filmin, garip taraflarına karşın insanın zihnine kazınan tarafı da tam olarak bu (tamam, kabul, bu garip tarafların bazıları da zihne kazınıyor).

Bir sanat eseri olarak Z.P.G.’nin kıymeti ortaya koyduğu bu yazgıcılıkta ve atmosferinin nefes aldırmaz kasvetinde saklı. Distopyalara başımıza gelebilecek şeylerin habercisi olarak bakarsak (ki çoğunda, bahsettikleri sorunlara yol açan gelişmelerin bir kısmı çoktan gerçek dünyada da vardır), nasıl bir gelecek inşa ettiğimizin resmini görmek daha da kolaylaşır. Distopyaların, konu aldıkları dünyaların zorunluluktan yaratıldığını vurgulamaları da, geçmişte alınan kararların insanlığı neden ve nasıl köşeye sıkıştırdığını göstermeleri açısından önemlidir. Z.P.G. gelecek tahminleri konusunda yanılsa da, nihayetinde ortaya koyduğu şey, ne pahasına olursa olsun kaçınmamız gereken bir gelecek tasviridir.

Z.P.G.’yi dikkate değer yapan şeylerden biri de çarpıcı sıradanlığı, hep etrafımızda olan düşüncelerden birinin ete kemiğe bürünmüş hâli olması. Ehrlichler’in kitabı ve teorileri 1970lerde her yerdeydi. İnsanların, öldüklerinde yerlerini alacak çocuklardan daha fazlasına sahip olmalarını engelleyerek nüfusu kontrol altında tutma düşüncesi anlaması ve benimsemesi çok kolay bir düşünce (Ehrlichler’in nüfusu kontrol altında tutmak için şehirlerin içme suyuna ilaç katılması düşüncesini bir kenara bırakırsak tabii). Paul Ehrlich bir dönem epey ünlü bile oldu, sık sık gündüz kuşağı programlarına katıldı ve Tonight Show sunucusu Johnny Carson tarafından, kitabı Nüfus Bombası ve ırkçılığın bilimsel açıdan saçmalığı konusunda epey tartışma yaratan bir sonraki kitabı Irk Bombası hakkında konuşmak için onlarca kez programa çıkarıldı. Fakat Ehrlich daha sonra, 1979’da yayımladığı kitabıyla da dikkatleri üstüne çekti. Amerikan toplumunu tehdit eden yeni bir tehlikeye, Meksikalı göçmenlere dikkatleri çektiği (karısı Anne Ehrlich ve Loy Bilderback ile yazdığı) bu kitap “Altın Kapı: Uluslararası Göçmenlik, Meksika ve Amerika” adını taşıyordu.

Carson ve Ehrlich’in göçmenlik konusundaki bu büyük endişelerini sürekli dile getirmeleri, hatta Ehrlich’in daha ileri gidip “bu konuda ulusal düzeyde bir tartışma ortamı yaratılması” çağrıları, düşünsel bir organizasyonun Amerika’ya artık ülkede yer kalmadığı, İngilizce konuşan ve rahat bir yaşam süren vatandaşların yakında onlarla aynı dili bile konuşmayan yabancılar tarafından azınlıkta bırakılacakları korkusunu pompalaması anlamına geliyordu. Gazete söyleşilerinde Paul Ehrlich, ABD’yi fakir Meksikalıların iş gücünü sömürmekle suçluyor, kayıt dışı göçmenlerin hükümet yardımlarını sömürmediğini vurguluyordu. Öte yandan 1979 tarihli bir Fort-Worth Star Tribune makalesinde ayrıca, “Latin kökenli nüfusun artmasıyla birlikte, Amerika vatandaşlarıyla ülkedeki sayıları çoktan 20 milyona ulaşmış Hispanik kökenli nüfusun arasındaki çatışmaların altyapısının çoktan hazırlandığını” savunuyordu. Ehrlichler için çevre sorunları, nüfus artışı ve göçmenlik birleşerek büyük bir düğüm hâline gelmişti, öyle ki bir noktada Sierra Club ve Federation for American Immigration Reform (Amerikan Göçmenlik Reformu Federasyonu) gibi topluluklara dahi danışmanlık verir noktaya geldiler.

Organizasyonun adı, kısaltması FAIR (ADİL) olarak şekilde ayarlanmış olsa da, Amerikan Göçmenlik Reformu Federasyonu Michiganlı göz doktoru John Tanton’ın fikirleri etrafında birleşen bir nefret grubu idi. Grubun dışarıdan bakanlara sergilediği saygın görünüşü, öjeniyi (ırk ıslahı) destekleyen gruplarla olan bağlarını gizlemeye veya “Avrupalı-Amerikan toplumunun ve kültürünün devamlılığının sağlanabilmesi için, Avrupalı-Amerikan nüfusun sayıca üstünlüğü elinde tutması şarttır,” minvalindeki açıklamalarını gizlemeye yetmiyordu. Tanton 2019 yılında ölmüş olsa da, tohumlarını ektiği fikirlerin Trump yönetiminde filizlendiğini görecek kadar yaşadı.

Bazen bilimkurgunun çıkmaz yolları içinde daha başka, daha karanlık yolları da barındırabiliyor. Nüfus Bombası ve benzer yayınlar bazı haklı endişelere ışık tutmuş olsa da, Ehrlich çiftinin çalışmaları Z.P.G.’nin de içinde bulunduğu bazı histeriye kaçan eserlere de ön ayak oldu. Doğru, şimdi bakıldığında başarısız bir distopya, kahve falından hallice tahminlere dayalı öngörüler üstüne inşa edilmiş bir eser gibi görünüyor. Fakat bu fikirler ve tahminler ortadan kayboldukları kadar dönüşüm de geçiriyorlar. Dünün nüfus patlaması konulu endişeleri, tıpkı günümüzün göçmenlik sorunları hakkındaki tartışmaları gibi, içlerinde fanatik ve kötü niyetli argümanlar da barındırabiliyorlar. Ölü distopyaları görmezden gelmeyi bilinçli olarak da tercih etsek de, onlar bazen hayatımıza yeni biçimlere bürünmüş olarak tekrar sızmanın bir yolunu buluyor.

Kaynak

Yazar: Erkam Ali Dönmez

Oyun sever, oyun oynar, oyun çevirir, oyun yapar.

İlginizi Çekebilir

Bilimkurgunun Bıçkın Delikanlısı: Karl Urban

Karl-Heinz Urban, 7 Haziran 1972’de Yeni Zelanda’nın başkenti Wellington’da doğdu. İki ebeveyni de çok zengin …

Bir Cevap Yazın

Bilimkurgu Kulübü sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya devam et