Büyük Patlama, yaklaşık 13.7 milyar yıl önce gerçekleşerek bilinen bütün maddeyi oluşturdu. Dünyamızda ise yaşam 3.5 – 4 milyar yıl önce başladı. En eski fosiller bu döneme ait. Peki ama yaşam ilk olarak nerede ortaya çıktı; Dünya’da mı yoksa başka bir yerde mi? Bu konuyu irdeleyen birçok teori var ve bunlardan birisi de yazımızın da konusunu oluşturan Panspermia Teorisi.
Bu teori ilk olarak MÖ 5. yüzyılda Antik Yunan’da Anaksagoras tarafından basitçe kaleme alınmıştır. Daha sonra da bazı bilim insanlarınca gündeme getirilmiş ama en kapsamlı olarak, 1903’te İsveçli kimyager Svante Arrhenius tarafından ciddi bir hipoteze dönüştürülmüştür. 1900’lerin sonlarında ise Sir Fred Hoyle ve Chandra Wickramasinghe, uzaydan Dünyamıza bir mikroorganizma akını olduğunu ve bu yüzden yeni hastalıkların oluştuğunu iddia ettiler. 2009’daki bir sempozyumda ise Stephen Hawking şu sözleri sarf etti:
“Yaşam, yıldız sisteminden yıldız sistemine ve gezegenden gezegene meteorlar üzerinde taşınabilir.”
Akla hemen “küçük yeşil adam” şeklindeki akıllı uzay formları gelmesin. Bu teoriye göre yaşam, ilk olarak meteorlarda veya başka gezegenlerde ortaya çıkmış ve bir şekilde Dünya’ya gelmiştir. Yeni bulgular, Dünya üzerindeki yaşamın Mars’ta başlamış olabileceği ihtimalini de gözardı etmememiz gerektiğini gösteriyor. [1] Henüz elimizde bu iddiayı destekleyen ciddi bir kanıt olmasa da, ALH84001 adlı göktaşının üzerinde bulunan nanobakteri fosilleri şimdilik en dişe dokunur destekleyici bulgu olarak karşımıza çıkıyor. Nanobakteriler, bakterileri oluşturan küçük parçalardır ve söz konusu göktaşının varlığı, yaşamın gezegenden gezegene taşınabildiği teorisinin hala en kuvvetli bulgusu olarak kabul edilmektedir.
Bazı şüphecilerin bu teoriyi çürütmek için öne sürdüğü 2 temel konu vardır: Ekstrem koşullarda yaşam oluşabilir mi? Yaşamın temeli olan organik moleküller sadece Dünya’da mı oluşur, yoksa uzayda da “kendiliğinden” var olabilir mi?
Ekstremofiller
Ekstremofiller, normal dünyevi şartların dışında da hayatta kalabilen canlıların geneline verilen isimdir. Genelde arkeleri kapsamakla beraber, çeşitli bakterileri ve çok hücreli canlıları da ifade edebilir. Ekstremofiller, bizim alışık olmadığımız üzere çok sıcağa ya da çok soğuğa, hatta susuzluğa, aşırı tuzluluğa, aşırı asiditeye, aşırı basınca ve en önemlisi aşırı radyasyona uzun süreler dayanmakla kalmayıp bu koşullarda üreyebilirler de. [2]
Birkaç örnek vermek gerekirse; aşırı soğuğa, vakuma, aside ve aşırı radyasyona başarıyla dayanan Deinococcus radiodurans adlı bakteriyi gösterebiliriz. Bu canlı hakkında daha ayrıntılı bilgi için buraya tıklayabilirsiniz. Bu bakteri, insanı öldürebilecek radyasyon miktarının binlerce katından bile hiç etkilenmemektedir. Hatta bazı Amerikan ve Rus bilim insanları, çok değişik bir genomu olduğu için bu bakterinin Mars’tan Dünya’ya bir meteor vasıtasıyla gelmiş olabileceğini bile iddia etmişlerdir. [2]
Tek hücreli canlılar için ise çarpıcı üç örnek daha ileri sürebiliriz. Bunlardan ilki, 0 pH ve 122 °C’ye bile dayanabilen arkelerdir ve genellikle, okyanus dibindeki sülfür üfleyen yeraltı volkanlarında bulunurlar. [2] İkinci örnek ise, Japon bilim insanları tarafından keşfedilen ve 403.627 g’ye yani Dünyamızın uyguladığı yerçekimi kuvvetinin yaklaşık 400 bin katına dayanabilen bir bakteri türüdür. [3] Vereceğimiz son örnek ise hem oldukça popüler ve hem de oldukça tartışmalıdır. Kaliforniya’daki Mono Gölü’nde yaşayan GFAJ-1 adlı bir bakterinin, içinde bizim de olduğumuz diğer tüm canlılardan farklı olarak, ilk kez moleküler yapısında fosfor yerine arsenik kullanabildiği ileri sürüldü. Sonradan ise, bu bakterinin arsenik kullanmayabileceği; fakat kullandığı fosforun da şaşırtıcı derecede az miktarda olduğu saptandı. Söz konusu keşfin, bu haliyle bile çok önemli olduğu da aşikar. [4]
Çok hücreli canlıların ekstremofil özelliklerine sahip olması fazlasıyla enderdir ve bu istisnalardan bir tanesi ve en önemlisi su ayıları veya daha bilinen adıyla Tardigradalardır. 1.5 mm uzunluğa erişebilen bu hayvanlar, bütün hayvanların öleceği sıcaklıklarda, basınçta, susuzlukta ve radyasyonda bile hayatta kalabilmektedir. Bu sevimli hayvanlar, -272 °C (mutlak sıfırın bir derece üstü) ile 152 °C ısıya, 6 bin atmosfer basıncına ve hayal bile edilemeyecek radyasyon miktarlarına (insanın dayanabileceği maksimum seviyenin onbinlerce katı) mutlu mesut dayanabilirler. Susuzluğa ise 10 yıl direnebilmektedirler. 2007’de yapılan bir araştırma ile tardigradalar uzaya gönderilmiş ve Dünya’ya hasarsız dönmüşlerdir. Yani bugüne kadar uzay boşluğunda hayatta kalabilen tek çok hücreli canlı unvanını kazanmıştır. [2]
Bu canlılar çok ekstrem sıcaklıklarda hayatta kalabiliyorsa ve evren de, Dünya’nın oluşumundan önce bu ekstrem koşullara sahipse, yaşam neden uzayda gelişmesin?
“Uzaylı” moleküller
Bilinen tüm canlılar karbon bazlıdır ve hepsi benzer moleküllerden oluşmuştur: DNA, RNA, aminoasitler, şekerler, yağlar… Bu nedenle, yaşamın ön şartı olan söz konusu moleküllerin göktaşlarında bulunması, yaşamın ekstrem koşullarda da ortaya çıkabileceği ve yayılabileceği fikrini destekliyor.
28 Eylül 1969’da Murchison, Avustralya’ya toplam ağırlığı 100 kg olan bir göktaşı düştü: Murchison göktaşı. Şu ana kadar en iyi incelenmiş meteorlardan biridir ve özellikle aminoasitler ve pürinler, primidinler (DNA ve RNA’nın yapıtaşı) gibi yaşamın kaynağıyla ilgili çok önemli birçok yapıtaşını barındırır. En sık rastlanılan aminoasitlerden glisin, alanin ve glutamik asidi içermesinin yanı sıra, sık rastlanılmayan “garip” aminoasitleri de barındırmaktadır. 1997’de yapılan bir araştırmada, aminoasitlerin ve pürinlerin, primidinlerin nitrojen ve karbon atomları incelenmiş olup, ender izotoplar keşfedilmiştir; bu sonuç ise bu yapıtaşlarının kesinlikle Dünya ile bir bağlantısının olmayıp, Dünya dışından geldiğini göstermektedir.
Çeşitli meteorlarda ise adenin, guanin, sitozin, timin ve urasilin yanı sıra, bir pürin olan ama DNA’da bulunmayan ksantin de keşfedilmiştir. Bu moleküllerin Dünya dışında oluştuğu belirtilmiştir. [5,6] Dünya dışında oluşmuş bu “garip” moleküller, Miller-Urey Deneyi sayesinde yeniden oluşturulabilmiştir. Söz konusu deneyde, dünyadaki ilkel koşullar simüle edilmiş ve inorganik maddelerden organik maddeler oluşturulmuştur. Örneğin , elektrik kullanılarak şimşek yaratan bir volkan simüle edilmiştir. Deneyde var edilen ilkel atmosfer; su, metan, nitrojen, karbondioksit, amonyak, hidrojen sülfür ve sülfürdioksit gazlarını içeriyordu. Bu gazların değişik kombinasyonlarından da değişik organik moleküller ve yapıtaşları elde edilebiliyordu. [7] Şunu unutmayalım ki, bu koşullar ve güçlü UV radyasyonu (elektrik yerine geçen enerji kaynağı) Dünya dışında da mevcuttur ve Murchison göktaşındaki organik maddenin de pekala kaynağı olabilir. İlkel Dünya’nın atmosferi yoktu ve sürekli olarak kuyruklu yıldız ve göktaşı bombardımanına uğruyordu. Organik maddeler neden buralardan gelmiş olmasın? Hatta Niyasin adlı vitaminin Dünya dışından geldiğine dair bazı düşüncelerimiz var. Bu konu hakkındaki yazımıza buradan ulaşabilirsiniz.
Panspermia’nın neden dikkate alınması gerektiğini açıkladık, ama maalesef geniş kitlelerce üzerinde düşünülen bir teori değil. Bu kanıtlar ve bulgular bazı gerçekleri işaret ediyor olabilir; fakat ne yazık ki, söz konusu bulgular henüz yeterli ve “ciddi” değil. Bu soruların kesin cevabını belki yakın gelecekte verebiliriz. Carl Sagan’dan alıntı yapacak olursak:
“Bir yerlerde inanılmaz bir şey keşfedilmeyi bekliyor.”
Tam bu noktada, cesur ve maceracı bilim insanlarının, kökenlerini araştırmak pahasına başka bir gezegene gitmesini ve orada şaşırtıcı şeyler keşfetmesini anlatan Prometheus filmini izlemenizi de önerebiliriz.
[imdb id=”tt1446714″]Yine Carl Sagan’dan bir alıntıyla yazıyı noktalayalım:
“Bilim, sadece bir bilgi topluluğundan daha fazlasıdır. Bir düşünme şeklidir, evreni şüphecilikle sorgulamanın bir yoludur.”
Unutmayın, gerçek orada bir yerde…
Yararlanılan Kaynaklar: