1
Aynanın karşısında geçen on dakika sürede hiçbir şey olmamış ve beklenen mucize gerçekleşmemişti. Ozan hala kendini ayık hissetmiyordu. Yüzüne daha kaç defa su çarparsa kendine gelebileceğini düşünedururken bir on dakika daha zaman harcayamayacağı gerçeğini hatırlatarak işleri hızlandırmaya çalıştı. Zaten yeterince geç kalmıştı, rutin olarak her gün evden çıktığı zamandan yirmi dakika geçmişti bile çoktan.
İşe geç gidince patrondan azarlanacağı yönünde bir endişesi de yoktu hani, patronu ne de olsa doğdukları gün ve hastanesine kadar aynı olan çocukluk arkadaşıydı. İşe alan da ilk başta o arkadaşıydı, yoksa o kadar sene üniversite okumuş ve askerlik de bitmiş derken işsiz bir şekilde evinde tek başına oturur bulacaktı kendisini. İşe gitmeyi severdi, en azından biraz olsun sosyal hissediyordu. Hafta sonlarının ve diğer tatil günlerinin uykuya doymasını sağlaması dışında bir artısı yoktu onun için, çünkü tatil demek onun için birkaç saat daha fazladan uyku demekti sadece.
İsteksizlikten ziyade bir halsizlik söz konusuydu şu anki durumda ve cidden evden adım atası bile yoktu. Hasta da değildi, ne bir öksürük, ne de bir boğaz ağrısı vardı. Sonunda kendisini zorlayarak banyodan çıkmayı başardı.
Klasik bir bekâr eviydi. İki odası ve olması gereken de daha ufak bir salonu vardı. Daha çok kullanmadığı eşyaları attığı ve bir de ütü odası olarak kullandığı odasında sadece çamaşırları asmak amaçlı kullanılabilen küçük bir balkona çıkılıyordu. Asıl uyuduğu yatak odası da pek fazla kullanılmayan ütü odasının karşısında yer alıyordu. Yatak odasının neredeyse yarısını kaplayan her an yıkılacakmış gibi duran bir gardrop, açması zahmetli kapaması ondan da zahmetli olan eski püskü bir şifonyer, sağ tarafı göçmek üzere olduğundan dolayı sol tarafını uyumak amaçlı kullandığı garip görünüme sahip bir yatak, odasının daimi elemanları idi. Çarşafı ve yorganını da temiz tutmaya ne kadar özen gösterirse göstersin ikisi de çilek reçelinden çikolataya kadar her türlü tatlıya ev sahipliği yapıyordu. Yorganda silik gözükmeye başlamış, sadece gözleri ve biraz olsun yelesi belli olan figürler ise gören kişilerin tahmin ettiği gibi aslanlar değil, atlardı.
Evde sadece bir banyo vardı, tek başına yaşadığından pek sorun olmuyordu bu durum. Banyoda olan şeyler de takır tukur ses çıkartan bir çamaşır makinesi, sıcak su kavramından habersiz, tam kapanmayan ve bu yüzden banyo yaparken daha beter hasta olmasını sağlayan bir duşakabin ve sifon kısmı arızalı olduğundan dolayı bir türlü tamamen temizlenemeyen bir klozetten ibaretti. Tabi her sabah ritüel halini almış yüz yıkama seansını gerçekleştirdiği paslı aynasıyla, eskiden beyaz renkte miydi yoksa sonradan mı sarı renge dönüştü şüphesine düşeceğiniz bir sarılıkta porseleni olan lavaboyu unutmamak lazım.
Banyodan çıktıktan sonra banyonun tam karşısında yer alan mutfağa girdi. Banyodan gelen pis kokular yüzünden yediği yemekten pek zevk alamıyor olsa da bu evde oturduğu bir yılın ardından artık o kokuları umursamamayı öğrenmişti. Evindeki her alette olduğu gibi buzdolabının da buzluk kısmı bozuktu. Yine de o alışkanlıktan dolayı belki de bir umutla buz gibi bir soğukluğa ulaşsın diye marketten bir hevesle aldığı meyve sularını buzluğa tıkıştırıveriyordu. Buzluk en fazla üç kutuyu alabilecek kapasitedeydi ve bu üç özel yeri de Ozan çarşafının da tadına doyamadığı favorisi olan nar suyuna ayırıyordu. Dün marketten aldığındaki soğuk halinden eser kalmamış, neredeyse buhar fazına geçmeye başlamış nar suyundan iki bardak içti.
İyice uyandığına emin olmuştu artık ve halsizliğinden kurtulmuş olmanın heyecanıyla giyeceklerini salona getirdi. Çünkü arka odalar çok soğuk olduğundan, giyinme işini diğerlerine nazaran daha sıcak olan salonda gerçekleştiriyordu. Salonda ufak boyda bir televizyon vardı. Tam da sevdiği dizilerin sonlarına doğru ya da izlediği maçların en heyecanlı sahnelerinde bozulan bir anten de koli bandıyla televizyonun üstüne tutturulmuştu. Çıkarttığı sesler sebebiyle oturmaktan korktuğu kanepesine göz ucuyla baktı ve yine kanepeden çıkan yay sesleri alttaki komşuları uyandırır, gereksiz bir kavga çıkartır endişesiyle oturmaktan vazgeçti.
Çoraplarını bile ayakta giymek zorunda kaldığı sırada banyodan çıktığından beri bir eksiklik hissettiğini fark etmişti. Garip bir sessizlik vardı. Acaba her sabah yüzünü yıkarken duymak zorunda kaldığı kulak tırmalayıcı bir ses çıkartan lavabonun boruları yüzünden sonunda sağır mı oldum diye düşünmesine yol açtı bu ani sessizlik. Endişesini gidermek için daha da endişelendiği bir şey yapmak zorunda kaldı ve kanepeye oturuverdi, o rahatsız olduğu yay seslerini ilk defa memnuniyetle karşılamıştı. En azından sağır olmadığına emindi artık.
Salonun penceresini açtı ve yüzüne doğru buz gibi esen rüzgârı umursamadan bir süre etrafı dinledi. Rüzgâr sesi dışında hiçbir ses duymamıştı. Ne bir araba sesi ulaşmıştı kulağına ne de bir köpeğin havlama sesi ki iki ses de çok sık duyduğu seslerdendi. Bir kere evi caddeye çok yakın olduğundan sürekli bir korna sesine maruz kalırdı, ikincisi ise özellikle bu son kış aylarında ensest ilişkileriyle mahalledeki çocukların ruh sağlığını bozan görüntülere mahal veren bir köpek sürüsünün de dadanmış olmasıydı oturduğu mahalleye.
Üç katlı apartmanın en üst katında oturuyordu. Şu anda evin batı tarafındaki penceresinden baktığı için güneşi göremiyordu, gerçi doğu tarafında yer alan balkona bile çıksa fayda etmezdi ki, apartmanın doğu tarafında yer alan onlar basamağına ulaşmış kat sayılarına sahip binalar yüzünden sabah güneşinden mahrum kalıyordu. Güneşi görememek şu an için bir mesele değildi, çünkü onu görememesinin mantıklı bir yanıtı vardı. Ama sokaklarda yürüyen insanların, çatılarda gaklayan kargaların, bugünlerde birbirlerinin arka taraflarını koklamakla meşgul köpeklerin olmaması işte buna yanıt vermekte zorlanıyordu.
Sakin olmak önemliydi bu tür durumlarda. Ozan ne olursa olsun korkmamalıydı ve soğukkanlı bir şekilde hareket etmeliydi. Acaba haberleri takip etmediğinden dolayı bilmediği bir deprem tatbikatı tarzında bir olay mı söz konusuydu diye düşündü ilk başta, bu arabaların ve insanların ortalarda olmamasını açıklardı. Sonuçta bir savaş ya da salgın çıkmış olsaydı şehrin tepesinden uçan savaş uçaklarının, caddelerde dolaşan tankların ya da ambulansların sesleri filan kulağına ulaşırdı. Belki de kimyasal bir saldırı olmuştu ve kimse evlerinden çıkamıyordu, dışarıda kalan insanlar ve hayvanlar da ölmüşlerdi, böylesi bir olay da hayvanların kaybolmasını açıklayabilirdi. Tabi bu tür bu olay olmuş olsaydı da yollarda yığınla insan ve hayvan cesedi görmesi gerekirdi.
Bu tür düşünceler tek bir işe yarıyordu, o da sakin kalmasını engellemekti. Ozan kalbinin küt küt atmasını bir türlü engelleyemiyordu, yine de cep telefonundan birilerini aramayı denemeyi akıl edecek kadar sakin kalmayı başarmıştı. Rehberinde kayıtlı dört numara vardı, tembelliğinden iş yerindeki arkadaşlarının numaralarını kaydetmezdi onlar numaralarını söylüyor ya da numaralarını kaydetmesi için onu çaldırıyor olsalar da.
Ona ulaşılması gerektiğinde arananlar listesinin başında olan dört kişiye sadece telefonunun rehberini ayırmıştı. Ozan’ın hayatının önemli dönüm noktalarında kendilerine yer bulmuş kişilerdi bu dört kişi. Onlardan ilki annesi Meltem idi. İsmini doğru dürüst okumayı hala beceremediği uzak bir ülkeye beş yıl önce taşındıktan sonra annesi orada yabancı biriydi evlenmişti, o zamandan beri de nadir olarak görüşmekteydi oğluyla. İkincisi kız kardeşi Derya idi. Evlendiğinden beri her yıl düzenli olarak bir çocuk doğurmaya kararlı kız kardeşi şimdiden altı çocuğa ulaşmayı başarmıştı. Üçüncüsü babası öldükten sonra lise ve üniversite yıllarında her ay düzenli bir şekilde para yardımında bulunan, ama Ozan üniversiteyi bitirdikten sonra pek fazla görüşmediği zengin amcası Varol idi. Son olarak rehberinde kayıtlı dördüncü kişi de artık patronu da olan çocukluk arkadaşı Murat idi.
Ozan’ın sakinliği buraya kadardı çünkü cep telefonu açılmıyordu, bu yüzden de kimseyi arayamıyordu. Tam da ilk defa cep telefonunu gelen çağrıyı engellemek ya da operatörün gönderdiği saçma mesajları okumak dışında kullanacaktı, ama anlaşılan iş arkadaşlarının oldukça ağır olmasından ve ele avuca sığmamasından ötürü takoz lakabını taktığı cep telefonunun nazlanacağı tutmuştu. Tabi her gece insan bir uyumadan önce telefonunun şarjı dolu mu boş mu diye kontrol etmezse sonra böyle zor durumda kalması da normaldi.
Tembelliğinden dolayı bir darbe daha yemişti böylece. Ama Ozan’ın pes etmeye niyeti yoktu, bu evden çıkmadan önce neler olduğunu çözmesi gerekiyordu yoksa bir savaşın ortasında ya da daha kötüsü bir zombi istilası gibi beklenmedik durumlarda kendisini bulabilirdi.
Şarj aletini ütü masasının ayaklarına dolanmış bir şekilde buldu, onu oradan çözebilmesi beş dakikasını almıştı. Arka odaya gelmişken de cesur bir davranışta bulunmayı ihmal etmedi. Arka odanın olduğu tarafa konulmuş olan pek uğramadığı balkonuna çıktı ve bir kez daha etrafa baktı. Ama hala etrafta bir ses yoktu. Korkusundan ses de çıkartamıyordu, ses çıkartırsa cevabın bir canavarın çığlığı şeklinde olabilmesi gibi riskler de vardı ne de olsa. Hayal gücü korkunç bir şeydi, insanları en umulmadık düşüncelere yönlendirebiliyordu. Neyse ki daha aklına uzaylılar gelmemişti.
Salona geçti çünkü kendisini salonda daha güvende hissediyordu, öyle isminden zannedileceği gibi pek de fazla geniş bir alanı olmasa da. Televizyonun ve antenin daimi olarak takılı olduğu üçlü prizden boşta kalanına şarj aletinin fişini taktı. Bir süre bekledi, birkaç dakika sonra telefonunun şarjı dolmaya başlayacaktı ve böylece telefonunu açabilecekti. Ama beklediği gibi olmadı, beş dakika sonra aklına nedense kontrol etmediği elektriğin kesik olabilme olasılığı geldi. Önce televizyonu, ardından salonun lambasını açmayı denedi ve korktuğu gibi elektrikler kesikti.
Salonun penceresinden baktığında yüzüne esen soğuk rüzgâr hava durumunu yeterince ona anlatmıştı, bu yüzden rutin olarak her sabah yaptığı gibi hava durumuna televizyondan bakamayacak olsa da havanın soğuk olduğunu öğrenebilmişti. Dışarı çıkmadan önce hazırlığını tamamlamaya girişti, artık evin içinde yapabileceği başka bir şey kalmadığına kanaat getirdikten sonra. Görünüşüne biraz olsun gizem kattığını düşündüğü ve bu yüzden de giymekten hoşlandığı kömür karası renginde paltosunu giyindi, ardından her ne kadar boynunu gıdıkladığından dolayı pek istemese de gri renkli pamuktan yapılma atkısını taktı. Atkısıyla aynı özelliklere sahip eldivenlerini de giydikten sonra dışarı çıkmaya hazırdı. Eldivenleri giymesem mi diye düşünmüştü gerçi, çünkü şehir içi ulaşımda belediye otobüslerine, metroya ya da vapura binerken kullanılan kartları eldiven giydiği zaman elinde tutmak konusunda sürekli sorun yaşıyordu ve hep o kartı aracın girişinde cihaza tutarken elinden düşürüyordu.
Tam kapıdan çıkıyordu ki eksikliğinde dışarıda kendisini çıplak hissetmesine neden olan kol saatini takmadığını fark etti. Kol saati onun için önemli olan zaman kavramını kontrol edebilme özgürlüğü veriyordu. Mesela uyku, yemek yeme, film izleme ve bilgisayar oyunu oynama gibi rutin işlerine kendine belli süreler ayırmıştı her gün. Planlı olmak hoşuna gidiyordu. Bu yüzden de o kol saatine ihtiyacı vardı.
Babasının on altı yaşında ona hediye ettiğinden beri o kol saatinden vazgeçemiyordu, aynı zamanda o kol saatinin hediye edildiği doğum günü babasını gördüğü de son gün olmuştu. Ertesi günü babası iş seyahatine gitmişti bir hafta süreliğine ama seyahatinin ikinci gününde kalp krizi geçirip ölmüştü, ölüm haberini ise iki hafta sonra anca almışlardı. Bir hafta geçtikten sonra babası hala dönmeyince, Ozan’ın amcası Varol duruma el koymuş ve babasının gittiği şehirde kaldığı otele kadar gitmişti ne olduğunu öğrenmek için. İş seyahatinin yalan çıkması bir yana babasının bir metresi olduğu ve onunla cinsel ilişkiye girdikleri sırada kalp krizi geçirip öyle öldüğü ortaya çıkmıştı.
İş adamı Birol Binal’ın ibretlik ölümü bir ay boyunca haberlerde bir utanç haberi olarak yer almıştı, ama ondan da kötüsü Ozan lise hayatı boyunca babasının bu ölümüyle arkadaşlarının alay konusu olmuştu. Bu nedenle zaten amcası dışında ailesinden fazla kimseyle görüşmemiş ve üniversiteyi de yurtdışında okumayı tercih etmişti. İyiden iyiye yalnızlığa kendisini alıştırmasının ardından amcasıyla da bağlarını kopartmıştı.
Bu kötü anıları her gün kol saatini takarken saatin camının yansımasından hatırlardı, çünkü babası gibi insanların arkasından art niyetle konuştukları biri olmak istemediğini bir kere daha kendisine tekrar etmesini sağlıyordu bu rutin hareket.
Saatinin yansımasında paltosu gibi kömür karası olan gözlerini gördü. O gözlerde artmaya başlayan korku ve endişe de fark edilebiliyordu. Aynı babasının gözleriydi, gözlerinin dışında burnu, kaşları ve dudaklarını da babasından almıştı. Fazlasıyla ufak, düz bir buruna, erozyona maruz kalmış kaşlara ve çatlamaya meyilli olduklarından sürekli yumuşatıcı krem kullanmaya mecbur kaldığı, üst dudağı alt dudağından biraz daha ince olan dudaklara sahipti. Saçını ise daha çok anne tarafından almış gibiydi, en azından görüşler bu yöndeydi. Aslında saçı düz, esmer olarak tanımlanabilir olsa da saçını uzattığı zaman saçın arka tarafları kıvırcık bir hal alıyordu ki bu özellik anne tarafında vardı sadece. Pek beğenmediği bir özellikti gerçi, bu yüzden saçını kısa tutmaya özen gösteriyordu.
Yüzüne saati vasıtasıyla bir kez daha bakma şerefine eriştikten sonra dış kapıyı açtı ve son anda elektriğin olmadığını fark ederek kapıyı açık bırakıp öyle merdivenlerden inmeye karar verdi. Evde kullanabileceği bir fener de yoktu. Oysaki şimdi ne de işe yarardı.
Emin adımlarla bir kat aşağıya varmayı başardı ve kanepesinin çıkarttığı sesler bahanesiyle çıkan birkaç kavga dışında görüşmediği komşularının kapısını çaldı. İki yaşlı çift oturuyordu, nasıl iki odalı bu eve dört yaşlı sığabilmiş buna bir yanıtı yoktu. Hatta en iyisi bir gizem olarak kalsın diye de düşünüyordu bu soruyu. Anladığı kadarıyla erkekler kardeştiler ve eşleriyle beraber aynı evde dört kişi oturuyor idiler. Hepsinin altmış yaşının üstünde olduklarını tahmin ediyordu, ama komşuları hakkında pek de kesin bilgilere sahip olduğunu da söyleyemezdi. Bir umut çaldığı kapıya karşılık alamamıştı, anlaşılan kendisi gibi pek fazla evden çıkmayan yaşlı çiftler bile durumdan haberdar olup şehri terk etmişlerdi. Komşuluk cidden ölmüş diye düşünmekten kendini alamamıştı.
İlk katta yaşayanlar yakın zamanda taşınmışlardı. Ozan ilk katın pencerelerine yapıştırılmış olan kiralık ev ilanlarının ise daha uzun bir süre kaldırılmayacağı yönünde bir öngörüsü bile vardı. Hatta kimsenin ilk kata taşınmaması için yaşlı çiftlerin hinlikler yaptığını düşünüyordu.
Karanlığın içinden adım adım ilerlemiş ve sonunda apartmanın girişine varmıştı. Buz gibi hava yüzüne vuruyor olsa da ışık iyi gelmişti. Şimdi tek sorunu sessizlikti ve bu sessizliğin nedenini bulması gerekiyordu.
“Merhaba!”
Yankılardan başka bir karşılık yoktu bu merhabalara. Ozan mahallenin etrafında dolaşmış, apartmanların zillerine basmış, hatta park edilmiş otomobillere alarmları çalışsın diye tekme bile atmıştı ki belki etrafta birileri varsa onu fark edebilsin diye. Artık ne olduğu umurunda değildi, bu sessizliğin sebebini öğrenmek istiyordu. Kötü bir şey bile olsa, hatta sonunda onu öldürecek bir sebep çıksa bile öğrenmekten yanaydı, sonra merakı giderilmiş bir şekilde huzurla ölebilirdi.
“Kimse var mı?”
Yanıtını hayır olarak tahmin ettiği biçimde yani retorik bir soru olarak kalmasını istemiyordu, birisi çıksın, evet, var diye yanıt versin diye sesini korkusuzca yükseltmeye devam ediyordu.
Oturduğu mahallenin bir adı yoktu, bulunduğu şehirdeki diğer mahalleler ve semtler gibi bir numarası vardı. Ozan’ın oturduğu mahallenin numarası da 187 idi. Toplamda 762 mahalle ve semtiyle ilk kurulduğunda neredeyse ütopik olarak görülen ve pek kaale alınmayan ufak bir ülkeydi Anya.
On sene önce Atlas Okyanusu’nun ortasına suların üstüne kurulan bir platform olarak temelleri atılmıştı. Okyanusun derinlerine deyim yerindeyse çakılan sert demirden sütunlarla platform sağlama alınmıştı. Aslında kocaman tek bir platformdan ziyade ortada diğerlerine nazaran daha büyük bir kare ile bu kare şeklindeki platformun her bir köşesinden köprülerle bağlanan toplamda dört adet yuvarlak platformdan meydana geliyordu.
Bu ülkenin öncelikle diğer uluslar tarafından kabul görmesini ve ardından bağımsız, kendi kendine yeten bir ülke halini almasının hiç kimse bu kadar kısa bir zamanda gerçekleşeceğini öngörememişti. Hatta boş bir hayal gözüyle bakıyorlardı ilk başta, çünkü ülke tek bir milletten oluşmuyor, bir sürü farklı ülkeden gelen insanlardan oluşuyordu. Bilim insanları, akademisyenler, sanatçılar, filozoflar ve idealist siyasetçilerden oluşan elit bir kesimi etrafında toplamayı başaran bir liderin zekice hazırlanmış bir projesinin ürünüydü bu ülke.
Ozan da Anya’ya yaklaşık bir yıl önce gelmişti zaten, askerliğini yaptıktan sonra çocukluk arkadaşı Murat’tan bir iş teklifi almıştı. Murat işte bu Anya denilen ülkede güvenilir bir ilaç şirketinin müdürü olmayı başarmıştı. Kendi ülkesinde Genetik mühendisliği bölümünü bitiren Ozan’ı da Anya’ya davet etmiş ve ilaç şirketinde çalışmasını sağlamıştı.
Hayatı işi ve bekâr evi arasında geçip gidiyordu. Ne bir kız arkadaşta, ne de sosyal olma hevesiyle oradan oraya gidilen davetlerde gözü vardı. Murat ona zeki ve oldukça güzel olan Bulgar asıllı sekreterini ayarlamaya çalışsa da Ozan bunu son ana kadar fark edememişti bile. Zaten sonradan da Murat, ne halin varsa gör düşüncesine geçiş yapmıştı. Yine de Murat sayesinde arada dışarı çıkıyor ve sosyal ortamlarda görünebiliyordu. Ne kadar zorlasa da zorlasın Murat, arkadaşını sosyal biri haline getirememişti. Elinden geleni yaptığını düşündüğünden içi rahat olsa da Ozan’ı potansiyelini kullanmadığı için bir hayal kırıklığı olarak görüyordu.
Aklından Anya’yı, Murat’ı ve elinden kaçırdığına gerçekten de üzüldüğü incecik bacaklarıyla ismini çoktan unuttuğu Bulgar asıllı sekreteri çıkartmaya çalıştı. Şu anki soruna yoğunlaşmak istiyordu. Sokaklarda boş boş dolaşıyor, yüksek sesle bağırmaya devam ediyordu. Ama bu eylemlerinin pek bir faydasını şu ana kadar görememişti.
Bir araba sesi duyduğuna yemin edebilirdi. Yakınlarda olmalıydı, hem de ağır bir vasıtaya benziyordu sesi. Otobüs ya da kamyon olsa gerek düşündü. Heyecanla sesi duyduğunu sandığı tarafa doğru koştu. Bulunduğu sokağın ortasında bir yol ayrımı vardı, ondan sonra da sokak yukarı doğru çıkmaya devam ediyordu. Önce yol ayrımına vardığında sol ve sağ taraftaki yollara bir bakan Ozan tam hangi tarafa gideceği üzerine bir düşünce bulutu içine dalacaktı ki yokuşun sonunda farları açık bir kamyon gördü.
Aynı paltosu ve gözleri gibi kapkaraydı kamyonun rengi. Açık farlar onu kamyona doğru çeken bir tür tılsım görevi görüyordu. Kamyon ise yerinden kıpırdamayan uyuşuk kara kedileri andırıyordu. Şeytani gözleri de Ozan’ın üzerindeydi sanki.
Ozan hevesle kamyonun yanına varmıştı. Kamyonun iki kapısını da açmayı denedi, ama açamadı. Camlar dikkatini çekmişti çünkü kamyonun camları güneş gözlüğünü çağrıştırıyordu, içini görmek imkânsızdı. Biri kamyonun motorunu çalışır vaziyette bırakıp kapılarını kilitlemiş, ardından diğer insanlar gibi yok olmuş olmalıydı.
Umutsuz bir halde Ozan kamyona arkasını dönmüş, yokuş aşağı geriye doğru ilerlemeye başlamıştı. Ama o anda Ozan’ın hiç beklemediği bir şey oldu. Simsiyah kamyon harekete geçmişti, hem de ani bir kalkış yaparak. Birisi sanki gazı körüklemişti. Ozan o anda bir düşman saldırısına maruz kalmak üzere olduğunu fark etmişti acı bir şekilde.
Kara kamyon üzerine doğru geliyordu. Ozan da gücünün yettiği kadar yokuştan aşağıya doğru koşmaya başladı. Düşman kamyon da peşinden gelmeye devam ediyordu. Aynı zamanda kamyon hız da kazanmaya başlamıştı doğal olarak yokuştan inerken.
“Ne oluyor ya?” diye inlerken suratının aldığı o şaşkın ifadeyi görebilseydi kendi bile sonradan bu anı hatırladıkça gülerdi.
Kamyon hala arkasındaydı, bunu hissedebiliyordu, o korkunç sesi duyabiliyordu ama arkasına bakamıyordu. Ozan yokuşun sonuna geldiğinde kendisini yine o yol ayrımında bulmuştu. Daha demin tam burada sağa mı sola mı döneceğini düşünürken yokuşun yukarısında şimdi kara kamyonu görüvermişti de en sonunda kendisi gibi şehirde kalmış birilerini bulduğunu düşünmüştü. Farları açık, kapıları kilitli, camları koyu renkte olduğundan içerisi görünmeyen bu tehditkâr kamyonun pek de vazgeçeceği yoktu.
Tüm apartmanların giriş kapıları kilitliydi, hepsinde apartman sakinlerini tanıyan ve ona göre apartmanın giriş kapısını açan bir güvenlik sistemi vardı, bu sayede kapılar sadece belli kişilere açılıyordu. Herhangi bir apartmana giremezdi, kendi evi de uzakta sayılırdı. Oraya peşinde bu düşman kamyon varken varamazdı. Kaldırımlara park etmiş otomobillerin arkasına sığınmayı düşündü, hatta apartmanların çevrelerini saran duvarların arkalarına atlamayı ama bu kamyon engel tanımaz gibi duruyordu, otomobil, duvar demez ezer geçerdi sonuçta diye bu umutsuz eyleme de girişmekten vazgeçti.
Umut çok garip bir sözcüktü. Anlamı kişiden kişiye göre değişirdi. Kimine göre doğan bir bebek bir umudun taşıyıcısı olurdu ki bu Ozan’a göre bebek için büyük bir yüktü, tüm ailenin hayallerinin bir bebek üzerinden gerçekleşmesini ummak bebeğe haksızlık diye düşünüyordu. Bazıları daha basit şeyleri umudu maddeleştirmek için kullanırdı. Sokakta yürürken parasız pulsuz, nasıl eve döneceğini bilemezken tam, bastığında yerde bulduğun otobüs biletini karşılayacak kadar olan o kağıt para da gayet umudun maddeleştiği şeylerden biriydi. Yine de Ozan pek nesneleri ya da insanları kendi hayallerini gerçekleşmesi için bir gösterge olarak kullanmayı doğru bulmuyordu. Sonuçta o gösterge yalnızca bir elde işine yarayabilirdi, diğer elde gösterge olarak kullanabileceğin nesne ya da insan da değişiyor oluyordu.
Onu ezmek konusunda saplantı taşıdığını düşündüğü kara kamyondan kurtulmak için aynen tek ellik de olsa bir gösterge bulması gerekiyordu. Onun hayali şimdilik buydu, hayatta kalabilmek. Göstergesi, yani Ozan’ın umutlarının maddeleştirildiği şey de tam karşısındaydı: Genç bir kadın!
2
Normalde o yeşil gözlere anında âşık olabilirdi, yeşil renkle garip bir ilişkisi vardı tutku seviyesinde. Aslında evindeki çarşafları da ormanlık bir alanı resmediyordu, atlar o alanda keyiflerince koşmaktaydılar ta ki Ozan üzerinde nar reçeliyle acele bir kahvaltı yapana dek. Kışın beyaz karın ortasında yeşil bir paltoyla dolaşacak kadar saplantılı değildi elbet, ama yazın giydiği penyelerin büyük çoğunluğu yeşilin tonlarını barındırmasına dikkat ederdi.
Neden o anda ilk başta kadının o yemyeşil gözlerine dikkat ettiğine anlam verememişti. Ölüm anında bile insan demek ki saçma sapan ilgi alanlarını aklına getirebiliyormuş diye düşündü. Kadın ise yeşil gözlerine pek de ahenkli olduğu söylenemeyen koyu kumral saçını topladıktan sonra yolun ortasına yürümüştü. Tam da Ozan ile arkasından öfkeyle gelmekte olan kara kamyonun önüne çıkmıştı.
“Oradan çekil, ikimiz birden ezileceğiz.” diye haykırdı Ozan.
O anda boş bir şehirde koşturduğunu bile unutmuştu. Sanki trafik terörünün kurbanı olmak üzereymiş gibi hissediyordu. Yaya uyması gerektiği kurallara uyuyor ve yaya geçidinden geçmeye çalışıyor, ama ölüm karanlığında bir siyahlıkla sarmalanmış kamyon tüm kuralları hiçe sayarak hızla yayalara çarpa çarpa yolundan ilerliyordu. Genelde bu şehirde trafik kuralları en çok uyulan kurallar arasında yer alıyordu, diğer tüm kurallar gibi. Bu yüzden böyle bir senaryonun bu muhteşem düzenini oturtmuş olan şehirde yaşanıyor olması bile tuhaftı.
Kadın ise avuçlarını ortada birleştirmiş bir şekilde sakince bekliyordu. Ozan, kadının avuçlarında ufak boyda bir çuval taşımakta olduğunu fark etti. O avuç içi boydaki çuvalın içine ne saklanabilirdi, tahmin haklarının hepsini harcasa bile Ozan bulamayacağını düşünmüştü. Kadın daha fazla bekletmeden avuçların arasında sakladığı çuvalı çıkarttı ve çuvalın içine sol elini daldırdı. Çuvaldan elini çıkarttığında Ozan kadının avucunun içinin kumsaldan toplanmış sıradan kumla dolu olduğunu fark etti. Ne yani, kamyonu üzerine kum atmakla mı tehdit edecekti? Anlaşılan koca şehirde deli bir kadın ile öfkeli bir kamyon ile kalakalmıştı.
“Üzerine serpilmesini istemiyorsan, derhal toz ol buradan. İnine geri dön ve bir daha misafirimi rahatsız etmeye kalkma.”
Kadının sesinden ürpereceği aklına gelmemişti Ozan’ın, çünkü kadın gayet nazik birine benziyordu. Ama sesi Orta Çağ’dan kalma ve Latince büyü yapmakta olan bir cadıyla karşı karşıya olduğunu sanmasına yol açmıştı. Arkasını dönemiyor olsa da kamyonun yavaşladığını ve ardından geri vitese takılmış bir şekilde demin indikleri yokuşu çıkmaya başladığını anlayabilmişti.
İyice soluklandıktan sonra kadına daha yakından bakma imkânı bulan Ozan: “Sanırım sana teşekkür etmem gerekiyor.” diyebildi.
Kadın, misafirine mağazada bir kıyafeti inceliyormuş gibi bakarken Ozan soluklanmasını sürdürüyordu. Bacakları koşmaktan ağrımıştı. Hatta beli de ağrımaya başlamıştı. Kadın sessizliğini bozmayacak gibiydi. Bu yüzden Ozan aklından geçen bin sorudan en önemlilerden birini kadına yöneltti.
“Şehir neden boş? İnsanlar nerede, biliyor musun?”
Kadın soru karşısında alay edercesine sırıtmaya başlamıştı. Garip bir soru olmadığını düşünmüştü hâlbuki Ozan, ama kadın öyle düşünmüyor olmalıydı.
“Burası zaten hep böyleydi.” diye yanıt vermişti kadın. Ozan tam itiraz edecekti ki kadın bu sefer ona soru yöneltti: “Sen ne zamandır böyle tek başına dolaşıyorsun?”
“Ben mi? Sabah kalktım, şehir bomboştu. Dün gece yatmadan önce alt komşularımın briç oynarken çıkarttıkları o rahatsız edici sesleri duyduğuma da eminim. Yani birdenbire herkes nereye kayboldu, anlam veremedim.”
Kadın sanki yanıtı duyunca rahatlamıştı. Hatta Ozan’a her an sevinçten sarılacak gibi duruyordu.
“Uzun süre inkâr ettim. Ama ardından kabullenmiştim. Yalnız olan hep bendim. Burada hiç insan olmamıştı, beynimin bir oyunuydu sadece diye düşünmeye başlamıştım. Ne kadar zaman geçti bilmiyorum, ama sıradan, sıkıcı bir günün ardından bir kalktım ki her gün gördüğüm o insanlar kaybolmuşlardı, sonra da şehri dolaşınca herkesin gittiğini anlamıştım. Bir süre sonra da aslında hep yalnız olduğum görüşüne inandırdım kendimi, yoksa tamamen delirecektim.”
Ozan, kadının anlattıklarını dinlerken elinde tuttuğu kum dolu ufak çuvala baktı ve içinden kadının aslında tamamen delirmiş olabileceğini düşündü. Kadın da Ozan’ın gözünün sürekli çuvalda olduğunu fark etmişti.
“Yakında sen de anlayacaksın. Kum en büyük silahın olacak.”
Ozan gerçekten de demin o gizemli kara kamyonun üzerine kum serpileceğinden korkup kaçtığını hatırladı. Kumu silah olarak kullanmanın bahsi geçince, dövüşlerde rakibinin gözüne kum fırlatılarak yapılan hileli hareketleri aklına getirmişti. Ama burada bahsi geçen rakip bir kamyondu.
“Yani sen de benim gibi bundan bir süre önce kalktığında şehirde kimseyi görememiştin. Şimdi de aynı şey benim başıma geldi. Yani demek istediğin aslında şehirde hala insanlar yaşamaya devam ediyor ve bizler onlara ulaşamıyoruz. Böyle bir şeyin nasıl bir açıklaması olabilir ki?”
Kadın da uzun zaman önce benzer bir süreçten geçtiğini hatırlamıştı, bu yüzden Ozan’ı anlayabiliyordu. Ama tam olarak ona ne demesi gerektiğini bilemiyordu, çünkü Ozan’ın duymak istediği yanıtlar onda da yoktu.
“Ben sadece kendi yaşadıklarımı anlattım, bir açıklamam var demedim bulunduğumuz durum hakkında. Ve inan bilmiyorum, hatta dediğim gibi uzun zamandır aslında her şeyin bir hayal ürünü olduğunu kabullenmiştim. Hiç bu şehirde insanlar yaşamamıştı, öyle hayal etmiştim diye kandırıyordum kendimi.”
Ozan ama artan öfkesini kontrol edememeye başlıyordu. Şehrin boş olmasının daha basit bir nedeni çıkmasını içten içe istemişti. Ama şimdi aslında insanların hala şehirde var olmaya devam ettiği, Ozan’ın bir şekilde onlara ulaşamadığı bir senaryo, kâbuslarında bile yer almamıştı hiç. Böyle düşününce ister istemez bir rahatlama olmuştu içinde, çünkü o zaman bu bir rüya olmalı diye düşünmüştü. Yakında uyanacak ve ne kötü bir kâbustu bu böyle diyecekti. Kadın bir şekilde Ozan’ın ne düşündüğü tahmin etmişti, belki de benzer bir süreçten geçtiği için.
“İnan bana, bu bir rüya değil. İlk aklıma gelenlerin başında bu geliyordu. Sonradan olmadığını iyice fark etmiştim.”
Ozan inanmayan bir bakış atmıştı ve bu kadını sinirlendirmişti. Sonuçta uzun zamandır buranın bir sakiniydi ve bulunduğu yerle ilgili böylesi aşağılayıcı düşünceler nedense rahatsız ediyordu onu da.
“Beni takip et, sana göstereyim.” dedi kadın ve birlikte uzun bir yürüyüşe başladılar.
Geçtikleri tüm sokaklar ve mahallelerin numaraları vardı. Sokaklar iki ayrı numaraya sahip oluyordu. Mesela şu anda bulundukları sokağın numarası 74/14 idi. Mahalleler ise genelde üç haneli numaralara sahipti. Ozan’ın oturduğu mahallenin numarası 187 idi. Şu anda ise 190 numaralı mahalleden geçmektelerdi. Burada bulunan apartmanların büyük bir kısmı üç katlı idi ve hepsinin benzer tasarımı vardı. Ozan’ın evinin doğu kısmında itibaren de evler daha fazla katlı idiler. O fazla katlı apartmanlarda genelde işçi sınıfı oturuyordu. İki odalı ufak dairelerden oluşuyordu o apartmanlar.
Anya şehrinin merkezi, kocaman bir kare platformda yer alıyordu. İnsanların evleri burada yer alıyordu. Tüm işçilerin çalıştıkları yer sanayi bölgesi olarak ayrılmış turuncu platformda idi. Turuncu platform karenin sağ üst köşesindeydi. Diğer platformlar ise sol üst köşede yer alan mavi platform, sağ alt köşede yer alan yeşil platform ve sol alt köşede yer alan sarı platform idi.
Mavi platformun tamamı aslında Anya Üniversitesi’ne ayrılmıştı. Dünyanın en büyük on üniversitesinden biriydi. Seçkin kitaplardan oluşan kütüphanesi ve tabiat tarihi müzesiyle dünyanın hayran kaldığı bir üniversiteydi. Çoğu bilim adamı burada çalışmalarını yapmak isterdi, çünkü kendi üniversitelerinde bulamadıkları tüm olanaklar burada bulunuyordu.
Yeşil platform tarım bölgesi idi. Kocaman tarlalar ve çiftlikler bulunuyordu. Çiftçi olmak bir ayrıcalıktı neredeyse. Orada mahalleler ve semtler yerine köyler vardı, ama çevresinin ormanlarla kaplı olması dışında bir farkı yoktu, hatta çoğu kişi köylerde yaşamayı hayal ederdi. Köylerde yaşamak için çiftçilik ya da benzer işlerle uğraşmak gerekiyordu.
Tarlalar, çiftlikler ve köyler dışında Anya Dağı da burada yer alıyordu. İnsan elinden çıkma tek dağ idi. Yüksek teknoloji ürünüydü, her bir parçası mühendisler tarafından dikkatlice tasarlanmıştı. Tamamen kaya ve topraktı, tabi temelinde yer alan demir platform sayılmazsa. Bu kadar toprak ve kayayı ise okyanusların dibinden çıkartmak gerçekten de uzun bir uğraş gerektirmişti. Dağın yüksekliği tam da karın tepesine yağabileceği şekilde hesaplanmıştı. Dağın tepe noktalarına konmuş gelişmiş cihazlar ile kış aylarında hava durumunu kontrol edebiliyorlar ve kar yağışına sebep olarak insanların dağa gelerek kayak yapmaları sağlanıyordu.
Kış aylarında kayak ve dağcılık eğlencelerin başında geliyordu, yazın ise insanlar sarı platformda genelde vakit geçiriyorlardı. Sarı platform kumsalların yer aldığı bölgeydi. Tamamen eğlence sektörüne ayrılmıştı, belli bir kısmı ise liman bölgesiydi. Tersaneler yer alıyordu.
Bu platformlardan başka bir de sarı ve turuncu platform arasında, karenin tam orta kısmına bağlı dikdörtgen şeklinde ufak bir platform daha vardı. Bu platforma ise şehrin hava limanı inşa edilmişti.
“Adın ne?”
Öğrenmek istediği en önemli şeylerin başında yer almasa da Ozan’ın o an için tek derdi sadece şu rahatsız edici sessizliği bozmaktı.
“Ayşe, Dilara, Zeynep… Fark eder mi? Seç birini.” diye karşılık verdi kadın alaycı üslubunu yine takınarak.
“Peki, öyle olsun. O zaman sana Kumul diye sesleneceğim.”
Kız kardeşi, son doğurduğu kızına isim bulmakta zorlanınca Ozan’dan yardım istemişti. Ozan da isimler sözlüğüne bakarken bu ismi görmüştü. Anlamı çöl ve deniz kenarında rüzgâr esintisiyle kumların oluşturduğu tepe idi. Kız kardeşine önerse de önerisi pek beğenilmemişti. Ama Ozan’ın hoşuna gitmişti, ileride eğer evlenmeyi başarır ve bir kız çocuğu babası olursa kızının adını Kumul koymayı bile düşünmüştü.
“Berbat bir isim bence, kimse kızının adını Kumul diye koymamalı. Ama fark etmez. Kumul diyebilirsin bana.” dedi Ozan’a sıkıntıyla ki seçme şansı verdiğine pişman olduğunu yüzü belli ediyordu ister istemez.
“Bu arada, kamyona benim için misafirim demiştin. Benim buraya gelmemle hiçbir ilgin yok aslında, değil mi?” diye sordu Ozan. Sonuçta kadının düşman çıkma olasılığı hala vardı.
“Seni hayal gücümün bir ürünü sanmıştım, arada canım sıkıldı mı böyle kendi kendime konuştuğum olurdu. Sen şanslısın, en azından tek başına değilsin.” diye yanıt verdi kadın.
“Ama hayal gücünün bir ürünü olsaydım beni korumaya çalışmazdın.” diye karşı çıktı kadının yanıtına Ozan.
“Umut nedir bilir misin, Ozan? İşte o an senin gerçek olabilme umudunla harekete geçmiştim, iyi ki yanılmamışım, yoksa kamyonun altında kalman an meselesiydi.”
Kadının ne demek istediğini anlayabiliyordu Ozan, çünkü kamyondan kaçarken yolun ortasında gördüğü bu kadın o anda onun umudu oluvermişti. Neyse ki umut karşılıklıymış, borçlu kalmayı sevmezdi de Ozan.
“O kamyon neyin nesi? Onun ne olduğu hakkında bir bilgin var mı?”
Bir bilgisi olduğu belliydi, en azından kadın kumla tehdit edildiğinde kamyonun kaçtığını biliyor olmalıydı yoksa bu kadar cesurca yolun ortasında bekleyemezdi. Ozan tahmininde yanılmamış olmayı umuyordu.
“Kara kamyondan uzak durmalısın. O hareket eden şeyleri sevmez, çünkü burada hareket edebilme yeteneğine sahip tek güç olmaktan hoşlanır. Ona güvenlik sistemi de diyebilirsin. Şehri korur bizim gibilere karşı. Bizler sonuçta burada istenmiyoruz, fazlalığız, bizler aslında düşman birliklerindeniz.”
Kadının sözleri deli saçması geliyordu o an için Ozan’a, ama bulunduğu yere bakılırsa pek de kendi mantığına uygun yanıtlar bulamayacak gibi görünüyordu sorularına.
Uzun yürüyüşlerinin ise sonuna geliyorlardı. Şehrin merkezinde yer alan “Kule” olarak da bilinen binaya varmak üzerelerdi. “Kule” Anya ülkesinin tam merkezinde yer alıyordu, ülkenin yöneticilerinin hem kaldığı hem de işlerini yaptıkları yüksek bir binaydı. Hatta binanın en yüksek noktasından yani ülkenin kurucusu olan kişinin odasından bakıldığında ülkenin tamamı görülebiliyordu, merkezin etrafındaki dört platform da buna dâhildi.
Anya ülkesinin kurucusu, gerçek ismi çoktan unutulmuş ve onun yerine herkes tarafında “Lider” olarak bilinen kişiyle Ozan bir defa karşılaşma olanağı bulmuştu. Patronu ve aynı zamanda yakın arkadaşı olan Murat’a başında olduğu projeyle ilgili son raporları götürdüğü zaman bir bakmıştı ki patronunun odasında bir sürü kişi vardı. Çoğu önemli insanlar olsa da Ozan’ın ilgisini sadece biri çekmişti. Lider de odadaydı ve Murat, odaya girdiği zaman Ozan’ı yanına çağırınca Lider ile tanışma şansına erişmişti. Lider’i televizyondan ya da gazeteden değil de tamamen karşısında gören Ozan birden ne diyeceğini bilememişti. Kırk yaşına varmak üzere olsa da Lider görünüş olarak daha yaşlı gösteriyordu. Karizmatik duruşunun ve hep gülen yüzünün, sadece kameralara has bir şey olmadığını görmek Ozan’ın Lider’e olan saygısını da artırmıştı.
Arada bir Lider belini tutuyordu, hastalığından herkes haberdardı. Ama herkes onu ölümsüz biri olarak düşündüğünden her an hastalığından dolayı ölüm riski olmasına rağmen insanlar fazla endişeli değillerdi. Yaşından dolayı da daha uzun bir süre ülkenin başında olacağını düşünüyorlardı ve bu düşünce insanları rahatlatıyordu.
“Ölümden hiç korkmuyor musunuz?” diye sorunca kendinden utanıvermişti Ozan, ama işte o soru ağzından bir kere çıkmıştı. Lider ise gayet sakin ve güler yüzlü bir şekilde yanıt vermişti: “Eğer bir son olmazsa yaptıklarının bir kıymeti de kalmaz. Önemli olan yaşadığın süre boyunca hatırlanmaya değer anı biriktirebilmektir. Çünkü insanlar senden çok seninle yaşadıkları anıları hatırlarlar. Bunu sakın unutma, genç dostum.”
Kadın, anılarına dalan Ozan’ı sarsarak uyandırmak zorunda kalmıştı. Lider’in o melek yüzü bir anda gözünün önünden silinince ürpermişti Ozan ve öfkeyle kadına döndü.
“Ne var?”
“Bir etrafına dikkatlice bakmak istersin diye düşünmüştüm sadece.”
Ozan kadının ne demek istediğini anlamamıştı. Etraf deminden beri dolaştıkları gibiydi, boş ve sakin. İnsanlardan eser yoktu. Sıkıntıyla etrafına göz gezdirmeyi sürdüren Ozan birden gözünün önünden bir kedi geçtiğini sanmıştı. Gözlerini ovuşturduktan sonra tekrardan etrafına bakındı ve sanki bu sefer bir topun üzerine doğru geldiğini düşünerek aniden sağa hareket etmek zorunda hissetmişti. Gerçekten de bir top vardı, ama bulundukları yerde değildi. Binanın camına dikkatlice bakınca orada bir topun yansımasını görüveriyordu, aynı şekilde topun yakınlarında bir kedi uyuşuk bir vaziyette yatıyordu. Ama gerçekte orada değillerdi, camdan yansımaları vardı sadece.
Camın yansımasında üzerine doğru koşturan bir çocuk vardı ve yere düşen topunu almaya gelmişti. Ozan cama yaklaşınca kaldırımda yürüyen insanları fark etmişti. Çocuk topunu aldıktan sonra cama dokununca Ozan da ister istemez cama dokunmuştu ve ikisinin elleri üst üste gelmişti.
Bir süre öyle durduktan sonra annesi, çocuğunun yanına gelmiş ve çocuğu camın önünden uzaklaştırmıştı. Ozan ne olduğunu anlayamıyordu. Camın yansımalarına göre insanlar kaldırımda yürüyorlardı, ama Ozan’ın etrafında kimse yoktu. Dahası Ozan kendi yansımasını da göremiyordu. Yansıması yok muydu, ama sabah kalktığında sanki ayna karşısında yüzünü yıkarken kendisini görebilmişti. Yoksa uyku sersemi anlamamış mıydı durumu?
Kadın’ın sesi Ozan’ın zihninin içinde yankılanırken Ozan durumun ciddiyetini iyice fark edivermişti: “Bizler artık sadece birer gölgeyiz.”
Kadının ne demek istediğini anlamak istiyordu, ama yapamıyordu. Camın yansımasından şehir insanlarla dolu görünüyordu, yaşam devam ediyordu. Ama burada şehir boştu, Ozan ve kadından başka insan yoktu.
O kadar çok kafası karışmıştı ki ilk başta üzerine düşen gölgeyi fark edememişti bile. O anda kadının korkuyla kendisine seslendiğini duydu: “Sakın arkanı dönme!”
3
Kadın aceleyle kum dolu kesesini çıkartmaya çalışıyor gibiydi. Kumların ne için kullanıldığını öğrenmişti. Bulundukları yerde kadın kendileri için fazlalıklar olduğunu belirtmişti ve bu boş şehirde hareket eden her şeyi durdurmayı kendisine amaç edinmiş bir varlık olduğunu anlatmıştı ki Ozan o varlıkla bizzat karşılaşmıştı. O kara kamyondu. Nasıl hareket kabiliyeti kazandığı büyük bir sırdı Ozan için, ama bildiği bir şey vardı o da bu kara kamyonun düşmanlarının yer aldığı listede ilk sırada olduğuydu.
Gölge büyüyor gibiydi. Gözlerini kapamıştı, ama hissediyordu. Arkasındaydı. Nasıl ses çıkartmadan gelebilmişti, yoksa camdaki insan yansımalarına kapılıp gittiğinden mi kendisi tehlikeyi fark edememişti bilmiyordu.
“Bana bak. Hemen şu kahrolası gözlerini aç ve beni dinle.”
Kumul, ona bu şekilde seslenmeye karar vermişti, anlaşılan kum dolu kesesini çıkartmıştı ve Ozan’a içinde bulunduğu tehlikeden nasıl kurtulabileceğiyle ilgili talimatlar vermeye hazırdı.
Ozan gözlerini açmıştı ve karşısındaki camda arkasında duran tehlikeyi görebiliyordu. Kara kamyonun farları kapalıydı, motoru durmuştu. Kumul’un da belirttiği gibi hareket eden şeylere karşı bir nefreti vardı ve Ozan şu anda sadece bir heykeldi, yani kara kamyonun nefretine maruz kalmaması için kıpırdamadan durması yeterliydi.
Kumul ile kara kamyon arasında garip bir ilişki vardı. Kara kamyon, kadının farkındaydı ama ondan açıkça çekiniyordu ve saldırmıyordu, hatta o yokmuş gibi davranıyordu. Anlaşılan Kumul, kumların etkisini öğrendikten sonra kara kamyona karşı bir koz elde etmişti. Şimdi o kozdan Ozan’ın da faydalanması gerekiyordu.
“Kumları ona bu mesafeden serpemem, aynı şekilde senin yanına gelmeye teşebbüs edersem de sana zarar vermeye kalkabilir. Bu yüzden sana elimdeki keselerden birini fırlatacağım ve sen korktuğunu belli etmeden kara kamyona bu kum dolu keseyi göstereceksin.”
Talimatlar bunlardı. Basit görünüyordu, ama tabi önce keseyi yakalaması gerekiyordu ki bunun için tek bir şansı vardı. Sonra da korkusuzca kara kamyona keseyi göstermesi lazımdı, iyice tehditkâr görünmeliydi yoksa kara kamyon ondan çekinmezdi.
“Bu gerçekten işe yarayacak mı, belki de bir süre sonra kendiliğinden uzaklaşır.” diye kıpırdamamaya özen göstererek konuştu Ozan.
“Korkaklığın sırası değil, Ozan. Bir şeyi de düşünme, sadece yap işte. Yoksa inan bana, sonunda artık sadece hayal etmekle yetinirsin çünkü öylesi çok kolay gelmeye başlar.”
Bu son sözleri ne diye demişti, Ozan o anda anlayamamıştı ama aslında Kumul kendi geçmişinden göndermeler yapıyordu. Pişmanlıklar, acılar hepsi yansımaların ardında kalmıştı, burada yaşadığı zaman boyunca hep sadece hayal etmişti. Alternatif zaman dilimleri yaratmıştı kendi zihninde.
“Bu da neydi şimdi?”
Kumul, Ozan’ın sorusunu duymamış gibi davrandı. Daha fazla oyalanamazlardı. Kum kesesini atmak için hafifçe yere eğilir gibi durdu. Ozan zamanın geldiğini anladı.
“Bunu yapabilirim, bir kez olsun bir şeyi başarabilirim.” diye kendisini sakinleştirmeye çalışıyordu Ozan, aslına bakılırsa Kumul da benzer sözleri kendisine söylemekteydi.
“Bunu yapabilirim, bu sefer yalnız başıma kalmayacağım.”
Kese havalandı. Ozan tek bir şansı olduğunu biliyordu. Keseyi kendisi daha fazla dayanamayıp havada yakaladı ve zıpladığı anda kara kamyonun farları da yanmıştı.
“Şimdi, acele et.” diye Kumul’un sesini duyabiliyordu, ama kara kamyonun motor sesi kadının sesini bastırmıştı.
Ozan kesenin içinden bir avuç kum aldı ve kamyona fırlatmaya hazırlandı. Ama o anda kara kamyonun ön camına dikkatlice bakınca bir şeyler görüldüğünü fark etti. Camın ardında gördüğü şeyler tanıdıktı. Babasıyla olan son anısı görülüyordu. Babası ona doğum gününde hediye olan bir kol saati veriyordu. Babasını ne kadar çok özlediğini düşünürken farkında olmadan o hiç çıkartmadığı kol saatine dokunuyordu.
“Zihnine girmesine izin verme.” diye Kumul’un sesi kulağına anca ulaşmaktaydı.
Görüntüler değişiyordu ve bu sefer de Lider ile olan konuşmasını görmeye başladı. Onun gibi olmayı ne kadar da çok isterdi. Lider kısa zamanda bir sürü şeyi başarmıştı ve en önemlisi hiç pes etmemişti.
Kara kamyon ise geriye doğru gitmeye başlamıştı. Hız kazanıp düşmanını ezmeyi planlıyor gibiydi. Kumul artık harekete geçmesi gerektiğini anlamıştı, kara kamyonun geriye gitmeye başlaması üzerine Ozan’ın yanına gelmişti. Ozan’ın elinden keseyi aldı ve: “Onu gerçek yapan biziz, anlamadın mı? Bizim anılarımızdan, korkularımızdan güç alıyor. Ona hareket etme yetisi kazandıran bizleriz. Bu yüzden onu yenmenin tek bir yolu var, o da anıları ve korkuları kum taneleriyle örtmek, onların hayatımızı yönlendirmesine izin vermemek.” diye açıkladı.
Ozan, kadının anlattıklarını dinlemiyordu bile. Aslında dinlemesi lazımdı, sonuçta bulunduğu yerdeki en büyük gizeme yanıt veriyordu.
“Kumlar eskiden zamanı ölçmek için kullanılırdı. Zamanın üzerini örterlerdi, şimdi aynı şekilde ona karşı da en büyük düşman.”
Ozan şu andaki duruma yoğunlaşamıyordu, ama en azından kadının bir başka gizeme daha yanıt verdiğini biliyordu. Kara kamyon, aslında zamanın ta kendisiydi. Anıların, korkuların, düşüncelerin birleşimiydi. Zamana hayat veren insanlardı, insanların yaşadıkları, korkuları ve hayalleri idi. Bunlar olmadan zaman aslında bir hiçti, onun yaşaması için insanlara ihtiyacı vardı. Bu yüzden de insanların burada bulunmaması gerekiyordu. Ozan buraya nasıl geldiğini bilmiyordu, ama tek bildiği kara kamyon biçiminde dolaşan “zaman”ın yaşam alanında olduğuydu.
Kara kamyon, üzerlerine gelmeye başlamıştı artık. Ozan bu belaya kendisi bulaşmıştı, Kumul’u da tehlikeye atmıştı, daha fazla korkmak ve başkalarının onun yerine kararlar almasını istemiyordu. Ozan, Kumul’un elinden kum dolu keseyi aldı ve kara kamyonun üzerine doğru yürüdü.
“Seni var eden kişilere karşı daha kibar olmalısın, şimdi inine dön ve bir daha ne beni ne de arkadaşımızı rahatsız etme.” diye bağırdı ve kumları karar kamyona fırlattı. Ön camdan yansıyan anılar silindi ve kara kamyon ani bir dönüş yaparak uzaklaştı.
“Sonunda zamanın kontrolünü eline aldın, arkadaşım.” diye takıldı Kumul.
Ozan ne diyeceğini bilemedi, sadece gülümsedi. Buraya nasıl geldiğine anlam veremiyordu. Kumul, Ozan’ın ne düşündüğünü anlamış gibiydi. Bir gizemi daha aydınlatma zamanı gelmişti, ama bunu göstermesi gerekiyordu.
“Evin yakınlarda mı? Belki banyonun camından bir daha dikkatlice bakmak istersin.”
4
Murat otomobilin kapısını açarak kadının inmesine yardım etti. Meltem Hanım uyuşmaya başlamış ayaklarını harekete geçirmekte biraz zorlanmıştı. Uzun zamandır oğlu Ozanı görememişti, kendi işleriyle uğraşmaktan oğlunu arayacak zaman bile bulamıyordu. Hem bu Anya denilen ülke de çok uzaktaydı. O kadar saat uçak seyahatine kendini hazır hissetmiyordu. Ama Ozan’ın doğum günü yaklaşıyordu. Murat da arkadaşına sürpriz yapmak istemiş ve annesini Anya’ya gelmesi için ikna etmişti.
Telefondan sekreteri Ozan’ın işe gelmediğini haber verince Murat endişelenmişti. Sonuçta Ozan’ın geç kalmak hiç yapmadığı bir şeydi, ama annesini de şimdi endişelendirmek istememişti. Ondan bir şey demeden onu eve getirmişti. Elbet iş yerinde değilse Ozan evde olacaktı, başka bir yere gitmesi düşünülemezdi bile.
Apartman sakinleri kapıdaki güvenlik sisteminden rahatlıkla geçebilmeleri için sürekli evlerine gelen misafirlerini sisteme kayıt ettirirlerdi. Murat da Ozan tarafından sisteme kaydedilmişti. Bu yüzden apartmana girmekte sıkıntı yaşamamışlardı. Merdivenleri yavaşça çıktılar. İkinci kata varmışlardı ki birden kapı açıldı ve yaşlı bir adam ile göz göze geldiler.
“Aşağıdaki ev için mi geldiniz, kiralık olan hani?” diye sordu yaşlı adam, sanki yanıta göre hamlesini belirleyecekmiş gibi duruyordu.
“Hayır, efendim. Yukarıda oturan kişi arkadaşım olur, hanımefendi de annesi. Onu ziyarete geldik.” diye nazik bir ses tonuyla yanıt verdi Murat.
“Hayret, o çocuğun arkadaşı ve ailesi hiç yok sanıyordum. Neyse hadi size iyi günler.” dedi yaşlı adam ve kapısını kapattı. Bir süre sonra içeriden gelen sesleri duyan Murat yaşlıların briç oynadıklarını tahmin etti.
“Ne sevimli komşuları varmış Ozan’ın da.” dedi Meltem Hanım alay ederek.
Ozan’ın dairesine varmışlardı. Birkaç defa zile bastılar. Ama açan yoktu. Meltem Hanım endişelenmeye başlamıştı, ama bir şey demedi. Murat ise en yakın arkadaşının yalnız yaşadığını bildiği için onun evinin anahtarından bir tane de kendisi için çıkarttırmıştı, işte bu tür durumlarda işe yaraması için. Murat anahtarını çıkarttı ve bir dakika sonra Ozan’ın bekâr evinin içindelerdi.
“Anlaşılan benim en az bir ay burada temizlik yapmam gerekecek.”
Bu söz Ozan’ın evinin halini yeterince açıklıyordu. Meltem Hanım, oğlunun dağınık ve tembel biri olduğunu unutmamıştı neyse ki, bundan dolayı göreceği manzaraya karşı hazırlıklıydı.
Murat ise evin dağınık haline alışkındı. Kadının daha bozuk banyoyu gördükten sonra ne düşüneceğini merak ediyordu. Banyo kapısı açıktı ve diğer odalarda da Ozan’ın olduğuna dair bir iz yoktu. Buz gibi suyla Ozan’ın hasta olma pahasına banyo yaptığını düşünerek banyoya doğru ilerlediler. Ama son anda Murat banyonun içinde yerde hareketsiz yatan Ozan’ı fark edebilmişti ve hemen kadını geride kalması için uyardı.
Ozan yerde cansız bir halde yatıyordu. Çamaşır makinesinin üzerine de bir not bırakılmıştı. Olayın ne olduğu belliydi. Murat kâğıdı okumak istemedi bile. Kadını ise daha fazla dışarıda tutmaya hakkı yoktu. Meltem Hanım’ın banyoya girmesine izin verdi ve Ozan’ın cansız bedenine doğru eğildi.
Meltem Hanım o anda sanki son nefesini vermiş gibiydi. Belki de bunu dilediği içindi. Oğlunun cansız bedenine sarılırken ne yapacağını bilemedi. Gözyaşları sel olurken Murat’ın elinde tuttuğu kâğıt çoktan sırılsıklam olmuştu bile.
İşte herkes tarafından sevilen, annesinin minik yavrusu, babasının gurur duyduğu oğlu, ama tembel, ama dağınık, ama korkak, ama çekingen ve yalnızlığın pençesinde hayata tutunmaya çalışan Ozan o sabah ayna karşısında sadece on dakika boyunca beklememişti.
Birol Binal, doğum gününde oğluna hediyesi saati takarken: “Zamanı değerli hale getiren bizleriz. Yoksa aslında zaman diye bir şey olmazdı.” demişti. O zamandan beri saatini hiç çıkartmayan Ozan, babasının ne demek istediğini anlamamıştı. O geçen zamandan bahsetmiyordu, birlikte geçirdiğimiz o mutlu anılardan bahsediyordu. Aynen Lider’in dediği gibi “Önemli olan yaşadığın süre boyunca hatırlanmaya değer anı biriktirebilmektir. Çünkü insanlar senden çok seninle yaşadıkları anıları hatırlarlar” idi.
Ozan yalnız yaşamıştı. Gerçek anlamda ne dostluğu ne aşkı ne de ailenin anlamını görebilmişti. Çünkü kimsenin Ozan’la hatırlamaya değer bir anısı olmamıştı. Annesi Ozan’ı nasıl hatırlayacaktı peki? Onun sesini bile uzun zamandır duymamıştı. Ne bir sevgilinin o elini tutarken hissedilen aşk duygusunu hissedebilmişti, ne de dostlarıyla beraber o yaşanılan eğlenceli anılara sahip olabilmişti.
Önemli olan anılardı, aileyi, dostluğu, aşkı anlamlı kılan aslında hep buydu. Ozan bunu bilememişti. Bu yüzden de yalnızlıktan başka elinde bir şey kalmamıştı.
Ozan aynanın diğer tarafından annesini ve dostunu görebiliyordu. Onlara dokunmak, seslenmek istiyordu. Onların değerini anladığını söylemek istiyordu. Annesine en sonunda onu ne kadar sevdiğini ve babasının ölümünden onu sorumlu tutmadığını haykırmak istiyordu. Murat’a ona hep destek olduğu ve yardım etmeye çalıştığı için hiç etmediğini hatırladığı o teşekkürü edebilmek istiyordu. Ama onlar artık çok uzaktaydı, her ne kadar onları görebiliyor olsa da. Hemen önlerindelerdi, sadece önlerinde aşılmaz bir ayna vardı.
“Bunu keşfetmek benim için de kötü bir deneyim olmuştu, inan bana.” diye kadın konuşmaya başladı. Boş şehirde dolaşırken karşı karşıya gelmişlerdi ve ismini söylemek istemediği için Ozan ona Kumul diye seslenmeye karar vermişti artık.
“Ben de senin gibi sabah kalkmıştım ve banyoya geçmiş, yüzümü yıkamış, ardından o kahrolası ilaçları içmiştim. Önceleri hatırlamamıştım, neden şehir boş diye delirmek üzereydim. Sonra kendi yaşadığım eve geldim ve aynanın önünde kendi bedenimin yansımasını gördüm. Çürümek üzereydi neredeyse. O kadar yalnız bir hayat geçirmiştim ki kimse öldüğümü bile fark etmemişti.”
Ozan aynanın diğer tarafında hapisti artık. Yalnız hayatının sonunda ölümünde sonrasını da yalnız geçirmesi gerekecekti. Onun öteki tarafı burasıydı. O artık sadece birer gölgeydi.
İntihar notunda ise aynen şunlar yazıyordu: “Eğer bir son olmazsa yaptıklarının kıymeti de kalmaz.”
Yazar: Gürhan Öztürk
Muhteşem olmuş. Tek solukta okudum. Zombili bir hikayede bekleriz 🙂