Sayın Adem Kalender,
Kurumumuza yaptığınız gönüllü ilaç denekliği başvurusu incelenmiş olup gerekli sağlık kouşllarını yerine getirdiğiniz onaylanmıştır. Geliştirme aşamasında olan ilaçların etki ve yanetkilerini, bedeniniz üzerinde test etmemize dair gönüllü olma durumunuzda bir değişiklik yoksa aşağıdaki adrese bizzat başvurmanızı saygılarımızla arz ederiz.
Kerem İnal Özden
Aytar Laboratuarları Yönetim Kurulu Başkanı
Adem’in hikayesi -isminin ne kadar ironik olduğunu göreceksiniz- bu mektubun öncesine dayanmaktaydı. Fakir bir adamdı o. Paraya çokça ihtiyaç duyduğu bir zaman, oradan buradan duyduğu kobaylık işini kafaya takmıştı. Üstelik parası da oldukça iyiydi. Eğer bu işin sonunda canlı kalmayı sürdürebilirse kendisini zengin olarak bile görebilirdi.
Gönüllü ilaç kobayları kabul eden şirkete başvurduğunda aslında korkuyordu da. Ama bunu önemsemedi ve kabul edildiğinde yine korkusunu bastırmayı başarabilmişti. Önce sayfalarca sözleşme imzalattılar ona. Her türlü sorumluluğu kabul ediyor, Aytar Laboratuarlarının hiçbir hukuki sorumluluğu olmadığını taahhüt ediyordu. Sonra bir arabaya bindirdiler Adem’i. Uzun bir yolculuk olmuştu. Yolculuk bittiğinde zamanın elli yıl ilerisinin teknolojisini kullanan başka bir yere götürülmüştü. Gizliliği en yüksek seviyede tutulan bir laboratuardı burası.
Adem’e ilaç hakkında söyledikleri tek şey, insanın iyileşme hızını artıracak ve tehlikeli şartlar altında yaşayabilmesini sağlayacak bir ilaç üzerinde çalıştıklarıydı. Yine yetkililerin söylediğine göre ona uygulayacakları ilaçlar, Adem’in DNA’sındaki bazı genlerin -deneyler başarılı olursa- mutasyonuna neden olacaktı. Üç aşamalı deneylerden ilki Adem’in genetik yapısına tardigrat denilen bir canlının yüksek radyasyonlara karşı dayanıklılık sağlayan genlerini aşılamak olacaktı. Bunun için ondan çok fazla kan ve kök hücre aldılar. Adem’in, adını bile bilmediği cihazlarda ‘DNA izolasyonu’ olarak açıkladıkları işlemler yaptılar. Böylece onun DNA’sını vücut dışında işlenebilir hale getireceklerdi. Bu da tardigrat genlerinin lazım olan kısımlarıyla Adem’in genlerini birleştirmeleri için gerekliydi.
İlk işlem başarılı olursa ikinci adım atılacaktı. İkinci aşamada bir tür denizanasının genlerini kullanacaklardı. Yine aynı işlemlerle Adem’in DNA yapısı mutasyona uğratılacak; ancak bu defa, tardigrat genleriyle mutasyon geçirmiş hallerine uygulanacaktı. Bilim adamlarına göre bu canlının bazı genleri, insanınkiyle birleştirildiği zaman uzun bir ömür insanı bekliyor olacaktı. Üçüncüsüyse Adem’in yeni DNA sarmalının kendisine nakliydi. Bütün o başarıya ulaşan süreçlerin nihayete ermesi, bedenin yeni gen dizilimlerini kabul edip etmemesine bağlıydı. Adem için en acılı dönem bu süreç olmuştu.
Laboratuar ortamında üzerinde oynanan genler; aşılama, tablet hap ve sıvı ilaç yollarıyla Adem’in DNA yapısına nakledildi. İki yılı aşkın bir süreyi kapsayan bu dönemde her ay binlerce lira kazanan Adem, tüm acılara; geleceğe olan umuduyla katlanıyor, zenginlik hayalleri acısını az da olsa dindiriyordu. Adem’in bedeni, iki yıl boyunca çeşitli tepkiler göstermiş, bir çok defa ölümün kıyısına kadar gelmiş olsa da sonunda ilaçlar başarıya ulaşmıştı. Ya da onlarca bilim adamı, istedikleri sonucu aldığını sanmıştı.
Ufak bir ayrıntıyı yakaladıklarındaysa Aytar Laboratuarlarının sahibi başta olmak üzere bu projede çalışan onlarca bilim adamı arasında görüş ayrılıkları oluşmuş, hatta bu anlaşmazlıklar kavgalara bile dönüşmüştü. O ufak ayrıntıysa deneğin bütün o mutasyonları kabul etmesinin yanı sıra onları geliştirmesiydi. Ölümsüz bir süper insan olduğunu kabul etmek Adem için ilk zamanlar oldukça keyifliydi. Hiçbir hastalığa yakalanmayacak, iyileşme yeteneği Wolverine’in, hatta Deadpool’un bile üzerinde olacak, bilinen fizik kurallarının bütün ölümcül şartlarında genleri onu hayatta tutmak için çalışmaya devam edecekti.
Adem üzerinde bütün bu deneyleri yapan bilim adamlarıysa onun kadar kolay kabul edemedi bu durumu. En azından Kerem İnal Özden için bu çok zor bir ikilemde kalmayı gerektiriyordu. İlaçlarının başarıya ulaştığını kabul edip seri üretime geçerse dünyadaki bütün zenginler kapısında kuyruk olacak, ölümsüzlük için belki de bütün mal varlıklarını Kerem’in önüne dizeceklerdi. Ancak geceler boyu süren uykusuzluklarının sonucunda bunun doğaya aykırı olduğuna karar veren Kerem İnal, projesini sonlandırdı ve ilaca dair bütün verilerin silinmesini bizzat sağladı. Bu; yanında çalışan, kendisine muhalefet eden bilim adamlarının ölümüne neden olsa bile…
Hikayenin buraya kadar olan kısmı birçok yazar ve senaristin drama hayallerini süslüyor olsa da asıl hikaye Kerem İnal’ın erdemi değil, Adem’i bekleyen sondu. Her türlü olumsuzluk karşısında hayatta kalacak olan adamı geceler boyu düşündü Kerem. Hiçbir zaman hastalanmayacak, aldığı yaralar muazzam bir hızda iyileşecek, aylar boyu süren açlık ve susuzluğa dayanacak, mutlak sıfırda bile yaşamaya devam edecekti.
Kerem’i ilacın üretilmesinden vazgeçiren asıl etmen Adem’in ölümsüzlüğü değil yıldızımızın faniliği olmuştu. Güneş’in ömrünün tamamlamasına en iyi ihtimalle 4 ila 5 milyar yıl varken insanoğlunun yıldızlararası seyahat yapma bilgisine ulaşmasının hiçbir garantisi yoktu ona göre. Peki güneş yakıtını tüketip kendi içine çökmeye başladığında ne olacaktı? Bütün veriler Adem’in o gün geldiğinde bile hayatta kalacağını gösterirken böyle bir riski nasıl alabilirdi? İşte bu yüzden bu yöntemi kendisinin bile unutması gerekiyordu. Zavallı Adem ise bir tanrı olarak yaşamayı sürdürecek, belki güneşten sonra bile uzay boşluğunda salınmaya devam edecekti.
Eve geri döndüğünde elinde yüz binlerce lira ve imzaladığı bir anlaşma vardı. Bu anlaşmaya göre kendisini dünyaya afişe etmeyecek ve gözlerden uzak yaşamaya çalışacaktı Adem. Tek yapması gereken yaşamak ve kimliğini sürekli değiştirmek olacaktı. İstediği her şeyi gönlünce satın alabiliyor, dünyanın istediği yerinde tatile gidebiliyordu. İstediği kadar yiyip içiyor, zamanının çoğunu -henüz zamanın kendisi için geçerliliğinin olmadığının farkına varmadığı vakitlerdi elbet- dünyevi zevkleri için harcayarak geçiriyordu.
Hedonizme dair gerçekleştirmediği pek az şey kaldığında zevk almamaya da başlamıştı ki bu süreç boyunca onlarca üniversitede okumuş, dünyanın her ülkesinde farklı kimliklerle yaşamış, onlarca dil öğrenmeyi bile başarmıştı. Ve Adem artık hedonizmin doruk noktasına geldiğinde doğumunun üzerinden dört yüz elli dokuz yıl geçmişti. Oysa iki yüz ellinci doğum gününden sonra saymayı bırakmıştı zaten. Zevk alamaz olduğunda kendisini büyük bir boşluğun içinde buldu Adem.
Artık kendisine bir amaç edinmeliydi. Afrika ve Doğu Asya’da doktorluk yapmaktan ya da yardım kuruluşlarına gizli bağışçı olmaktan daha fazlasını arzuluyordu o. Bunlar arasında dünyaya açılmak da vardı; ancak böyle zamanlarda Kerem İnal’ın öğütleri aklına geliyordu. Eğitimsiz ve fakir olduğu zamanlar… ‘Seni kullanırlar,’ demişti Kerem İnal. ‘Devletlerin robotu haline gelirsin, savaşır ve öldürürsün!’ İnsan öldürmek, tatmadığı birkaç zevkten biriydi. Bundan sonra da birinin canını almayı istediğini sanmıyordu. O da yapamayacağını düşündüğü tek şeyi amaçladı. İntihar etmek. Belki bir yolu vardı ve onu bulabilirdi. Bunun üzerine aylarca düşündü Adem. Ölüme en yakın olduğu, hatta normal şartlarda ölmesi gereken zamanları…
Everest’in zirvesinde yaptığı üç aylık kampta yemeksiz ve susuz kaldığı son bir ay ilk tecrübesi olmuştu. Bedeni gıdasızlıktan otuz kiloya kadar düştüyse de hala güçlü hissediyordu kendisini. Sırf merak ettiği için parmaklarından birini kesmişti ölümsüzlüğünün beşinci yılında. Bıçak parmağının diğer tarafından geçtiğinde parmağının tamamı iyileşmişti bile. Halbuki o sadece parmağının kopacağını ve yaranın çabucak iyileşeceğini düşünmüştü.
Ölüme ulaşmak Adem’in birincil hatta tek hedefi olmuştu artık. Aklına gelen ilk intihar yöntemlerini ardı ardına denedi. Satın alabildiği bütün zehirleri karıştırıp içtiğinde vücuduna tek etkisi üç gün asit işemek oldu. Marangoz testeresiyle kafasını kesmenin hiçbir işe yaramayacağını bildiği halde bunu da yaptı ve ortalığa biraz kan ve doku parçası bulaştırdı. Kendini yaktı, üzerindeki kıyafetler yok olunca bunun da bir işe yaramadığını gördü. Uçaktan atladı, kendini diri diri gömdü, kapalı bir odada birçok zehirli gazla üç hafta yaşadı ve daha onlarca yöntem denedi…
İntihar denemelerinin ilk ayında günde ortalama üç farklı şekilde kendini öldürmeye çalışmıştı. Kendisini endüstriyel hurda öğütücünün içine atıp makinenin diğer kısmından tek parça halinde çıktığı zaman şiddetle bir yere varılamayacağına karar verdi ve kendisine yeni bir tekne aldı. Uzay boşluğunda bile hayatta kalabileceğini biliyor olsa da Mariana Çukuruna atlama fikrini hem ilginç hem de keyifli buldu. Ölmese bile oradaki habitata şahit olacaktı.
Kendini, ayaklarına bağladığı yirmi kiloluk ağırlıklarla Mariana Çukuruna bıraktığında bu defa olması için bildiği bütün mitolojik yaratıcılara dua etti. 11 bin metre derinliğe ulaştığında nefes alabildiğini görünce duasını bitirip bu defa bütün tanrılara küfür etti. Düşüşünün gerçekleştiği iki buçuk saatte evrim geçirmiş, boynunun iki yanında solungaçlar oluşmuştu.
Dünyanın hala tam olarak keşfedilememiş yüzde yetmişlik diliminde geçirdiği yedi yıllık deneyim, Adem’de gözle görülür evrimsel mutasyonlara neden olsa da karaya çıktığında olağanüstü hayatta kalma güdüleri üstüne düşeni yapmıştı. Ve o yedi yılın ardından artık intiharı da deneyimler listesinden çıkarmıştı zaten. Belli ki kaderinde yaşamaktan başka bir şey yoktu.
Takvimler, resmi olarak adlandırılmış uzay çağının dokuz yüz ellinci yılını gösterdiğinde -ki insanlık büyük bir gelişim de kaydetmişti- Adem, yüzüncü kitabında kendinden bahsetmeye ve dünyaya açılmaya karar verdi. Bu kararındaki en büyük etmen gözünün önünde yetişen insan ırkının kibrini yenip kendini tanımaya başlamasıydı. Eski çağların fütüristlerinin bir tür ütopya olarak görebileceği bu çağda devlet onu kullanmazdı. Üstelik devlet yapılanmasından vazgeçilişinin beşinci yüz yıl dönümünde.
Adem Kalender -kaçıncı defa isim değiştirdiğini kendisi bile bilmiyordu- yüzüncü eserini yayınladığında tam olarak olmasa da öngörüsü gerçekleşti. Birkaç on yıllık yoğun ilginin ardından diğer vatandaşlarla aynı halde yaşamaya başladı. Artık ne gizlenmeye gerek vardı ne de daha fazla yeni kimliklere bürünmeye. Kendisi olarak yaşamaya devam edecekti.
İkinci milenyumuna girdiğinde dünyadaki dört yüz küsur yıllık kargaşaya daha fazla tahammülü kalmadı. Doğanın bir hatası olan Adem, doğa için savaşırken dünyanın geri kalanı doğayla savaşmayı tercih etmişti. Bir zamanlar saygı duyulan, sözü dinlenen Adem’in lafı hiç dinlenmez olmuş, insanlık bir defa daha kendi kendini yok edeceği bir yola girmişti.
Vazgeçmek onun için oldukça kolay oldu. Hoş, dünya da kendisinden vazgeçmiş sayılırdı. İnsan dışındaki canlı türlerinin yüzde sekseni yok olmuş, dünya yeşilden çok metal görünür hale gelmişti. Binlerce yılın yaşam savaşçısı Adem, yeni bir girdabın içinde buldu kendini. Psikolojik miydi bilemiyordu; ama sanki dünya yeşilini kaybettikçe o da güçsüzleşiyor gibiydi. Ömrünün sonu dünyanın sonu olabilir miydi? O hayalini kurmakla yetinebildiği ölümü, dünyanın ölümüne mi bağlıydı?
Sorusunun cevabını üçüncü milenyumun ilk çeyreğinde aldı Adem. Dünya’da insan ırkı ve onun suni besinlerinden başka bir şey kalmadığında zayıfladı ve bir avuç toza dönüştü. Tozların arasından uzayın boşluğuna saçılan beyin dalgaları yaşamaya devam edecekse de artık saf bilinçten başka bir şey olmadığından insanlığındaki sorunlarıyla baş etmek gibi bir derdi de kalmayacaktı.