nanoteknoloji ve bilimkurgu

Nanoteknoloji Üzerine Bilimkurgusal Bir Yorum

 “Anlatmak isterim yeni biçimler alışını, değişen nesnelerin…” (Ovidius, Dönüşümler – Başlangıç)

Maddenin atom ölçeğinde yeniden yapılandırılması olarak tanımlanabilecek nanoteknoloji, modern bilimin çığır açması muhtemel alanlarından biri. Bunun en önemli sebebi de tıp, yer bilimi, organik kimya, moleküler biyoloji, yarı iletken fiziği, mikrofabrikasyon dâhil olmak üzere pek çok alanda köklü değişiklere zemin hazırlaması. Zira maddeye hükmetme fikri ilk çağlardan bu yana insanlığın en büyük gayesi; yontulan bir taşla başlayan yolculuğun en önemli atlama noktalarından biri olması da hayli muhtemel. Uzun yıllardır bilimkurgu eserlerinde derinlemesine işlenmesi ve ilham verici taraflarıyla cesurca sergilenmesi de zaten barındırdığı potansiyelinin başlıca kanıtı.

Nanoteknoloji kavramı, karşımıza ilk olarak Nobel ödüllü teorik fizikçi Richard Feynman’la çıktı. 1959 yılında gerçekleştirdiği ‘There’s Plenty of Room at the Bottom’ (Altta Çok Yer Var: Yeni Bir Fizik Alanına Girmeye Davet) adlı konferansta nano ölçekli makineler oluşturma fikrini kamuoyuna açan Feynman, çeşitli spekülasyonlarda bulunarak atom düzeyinde maddeyi dönüştürme biçimlerini uzun uzadıya irdeledi. Böylece bahsi geçen alanın ve bütün çalışma zemininin temellerini attı. Ancak yaşananların onun beklentilerinin çok ötesinde şekillendiği aşikâr. Maddeyi geri kazanma sorununun inşa ettiğimiz uygarlığın temeli olduğunu iyi bilen Feynman, öngörüsünü de bu soruna dair olası çözümlerin arayışına dayandırıyordu. Ancak gelişmelerin bu kadar kısa sürede ve böylesine olağanüstü biçimde cereyan edeceğini öngörebilmesi mümkün değildi elbet. Yine de uçsuz bucaksız hayal gücüyle sergilediği yaklaşım, bilim tarihinde çok önemli bir dönüm noktasına dönüştü ve bu denli etki yaratabilmesine fırsat sağladı. Dahası, Feynman’ın fikirleri sadece çığır açmakla kalmadı, neredeyse radikal bir paradigma değişimini gerektirdi. Yani bir bakıma bakış açısını doğru yere yönelterek devrimsel adıma ön ayak oldu.

Bugün nanoteknoloji hayatımıza iyice girdi. Nanotıp sayesinde hücre düzeyinde tedaviler mümkün hâle geliyor; biyosensörler ve minik görüntüleme cihazları hastalıkları erken fark etmemizi sağlıyor. Elektronik ve bilgisayarlarda ise nanoölçekli transistörler ve karbon nanotüpler sayesinde cihazlar hem küçülüyor hem hızlanıyor hem de daha az enerji harcıyor. Üstelik üretim sırasında daha verimli güneş panelleri ve piller geliştirmek de mümkün oluyor; böylece verimlilik her alanda artıyor.

Tüm bunlar, dönüşümün sadece küçük bir kısmı. İşler her zamankinden hızlı ilerliyor. Ama tabii ki her teknoloji gibi nanoteknoloji de dikkatli kullanılmayı gerektiriyor. Etkileri ve riskleri göz ardı etmek mümkün değil. Bu yüzden bilimkurgu da önem kazanıyor; olası senaryoları görmek ve nanoteknolojinin gelecekte hayatımıza neler getirebileceğini hayal etmek için…

Jurassic Park serisiyle aşina olduğumuz Michael Crichton‘ın “Prey” adlı romanıyla başlamak en mantıklı seçenek gibi. Nedeni ise aslında kurgunun içinde saklı. Crichton, birçok başka bilimkurgu yazarının yaptığı gibi “kontrolden çıkan teknoloji” teması üzerinden akıl yürüterek ürpertici bir senaryo inşa ediyor. Nanoteknolojinin kullanışlı olması, kolayca yayılma olanağı bulmasını da sağlıyor hâliyle. Ancak bu yayılma, aynı zamanda kolayca erişim sağlaması anlamına geliyor ve bir anlık hata ya da gözden kaçan bir detay yüzünden düşlerin kâbusa dönüşmesi de mümkün. Bilimkurgunun ödev edindiği husus da zaten bu: İlk başta en kötüyü düşünmek ve ona göre hazırlanmak.

Evrende her şey zıttıyla kaimdir. Bir de iyimser gözle bakarsak, karşımıza bu kez Barok Döngüsü Üçlemesi’yle tanıyabileceğimiz Neal Stephenson çıkıyor. “Elmas Çağı” ile nanoteknolojiye dair spekülasyonlarda bulunan yazar, gündelik hayata iyiden iyiye entegre olan nanoteknolojinin olası etkilerini ütopik diye tabir edilebilecek bir bakışla ele alıyor. Böylesi yetkin bir teknolojinin açtığı çığır hayli göz alıcı doğrusu. “Phyle” adı verilen grupların toplumu oluşturduğu bu dünyada pek çok sorunun süratle çözülmesinin yanı sıra, ortaya çıkan sosyal değişimi de etraflıca inceleme imkânı buluyoruz.

Greg Bear, Nebula ve Hugo Ödüllü romanı Blood Music’te ise biyoteknoloji ve nanoteknolojinin birleşimi konusunda çeşitli fikirler derinlemesine işleniyor. Başarılı bir biyoteknolog olan Vergil Ulam, yoğun çalışmaları sonrası kendi kendini çoğaltabilen biyolojik aygıtlar diyebileceğimiz “noositler”i geliştiriyor. Bu icadın temel motivasyonu, hücresel dönüşümle ölümsüzlüğe kadar varabilecek bir mucizeye kapı aralama ihtimali. Ancak önünde bir engel beliriyor; etik ve yasal sakıncalardan ötürü çalışmalarını deneme fırsatı bulamıyor. Bundan ötürü kendi bedenine enjekte etmek zorunda kalıyor. Gelgelelim işler istediği gibi gitmeyince her şey çabucak kontrolden çıkıyor.

Son olarak tarafsız sayılabilecek bir örnekle bağlayalım. The Nanotech Chronicles, adından da anlaşılacağı üzere bir öykü derlemesi. Michael F. Flynn, altı öykülük bu seçkisinde nanoteknolojinin insan yaşamına dair etkilerini tartışmaya açarken, toplumsal yaşamda yaratması olası dönüşümleri de sorguluyor. Dini öğretilerden askeri uygulamalara ve oradan insan ilişkilerindeki derin kırılmalara kadar uzanan hatta bununla da yetinmeyerek Mars’a doğru genişleyen hikâyeler, nanoteknolojiye dair çarpıcı bir okuma sunuyor.

Ezcümle, nanoteknolojinin çeşitli uygulamalarıyla geleceği baştan şekillendireceği net şekilde görülüyor. Her insan, kendi çağını bir zirve sanarak son raddeye ulaşıldığını düşünür. Oysa bilimkurgu aracılığıyla yapılan beyin fırtınaları, yaşananların yalnızca başlangıç olabileceğini göstermesi açısından önemli. Ötegezegenlere kadar uzanan koloniler, sonsuz bilgiye erişebilecek araçlar, bilgiyi sınırsızca işleyecek hizmetkârlar ve elbette ölümü aşacak nesillerle bezeli haberci kurgular vesilesiyle yaşanabileceklerin hem muhakemesini hem de muhasebesini yapıyor; böylece belki de farkında bile olmadan geleceği inşa edeceğimiz kozmik bir etki yaratıyoruz. Kim bilir…

Bahsedilebilecek birkaç başka eser:

  • The Quantum Thief – Hannu Rajaniemi
  • Schismatrix Plus – Bruce Sterling
  • Permutation City – Greg Egan
  • The Machinery of Light – David J. Williams
  • Snow Crash – Neal Stephenson
  • The Collapsium – Wil McCarthy
  • Transcendence – R.A. Salvatore ve Kevin J. Anderson

Emre Bozkuş

ben bir şarkıyım/atlas denizlerinden geldim/önümde dalgalar vardı/arkamda dalgalar/dalgalar bitince/ben de biterim

İlginizi Çekebilir

neal stephenson

Geleceğe Yön Veren Yazar: Neal Stephenson

Neal Stephenson, 31 Ekim 1959’da Maryland, Fort Meade’de doğdu. Ailesi akademiyle iç içeydi; babası mühendislik …

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir