Antik Astronotlar İddiası: Zaten Ziyaret Edildik mi?

1966 yılında ünlü bilim insanı Carl Sagan ve Sovyet meslektaşı Iosif Shklovsky, “Evrende Zeki Yaşam” adlı bir kitap yayımladı. Eser, zekâ sahibi uzaylı yaşamına dair en çok yankı uyandırmış kitaplardan biriydi. Kitapta iki bilim insanı, uzaylılarla doğrudan temasa geçilmesi durumunda yaşanacakları tartışırken, uzaylıların Dünya’yı daha önce de ziyaret etmiş olma ihtimalini ciddi anlamda değerlendirmemiz gerektiğini belirtiyordu. Ayrıca geçmişteki bir temasın, farklı kültürlerde folklöre ve efsanevî geleneklere dönüşüp hâlâ muhafaza ediliyor olabileceğinden dem vuruyorlardı. Sagan ve Shklovsky, bu duruma örnek olarak Pasifik Kuzeybatısı’ndaki yerli bir halk olan Tlingit kabilesi ile La Perouse önderliğindeki Fransız keşif ekibinin 1786 yılındaki karşılaşmasını gösteriyordu. Bu olay, yaklaşık bir asır sonra bölgeyi sık sık ziyaret eden antropolog G.T. Emmons tarafından kayda alınmıştı.

Karşılaşma Tlingit mitolojisi bağlamında anlatılmasına ve doğaüstü elementler içermesine rağmen (örneğin, yelkenli keşif gemileri beyaz kanatları olan devasa kara kuşlar olarak tasvir edilmiş), anlatıların gerçekten olmuş bir olayı isabetli bir şekilde aktardığına hiç şüphe yoktu. Sagan ve Shlovksy, aynı şeyin geçmişte Dünya’yı ziyaret etmiş uzaylılar için de geçerli olabileceği fikrindeydi. Kitaptan alıntılayacak olursak:

“La Perouse ve Tlingit kabilesi arasındaki karşılaşmayı düşününce, belli şartlar altında uzaylı bir türle gerçekleşmiş olabilecek bir karşılaşmanın yeniden kurgulanmış bir şekilde kayıt altına alınacağını varsayabiliriz. Bu yeniden kurgulanma, olaydan kısa bir süre sonra yazılı kayıt tutulmuşsa ve karşılaşma neticesinde ziyaret edilen uygarlık büyük bir dönüşüm geçirmiş ve ziyaret eden uygarlık da dışsal doğasını saklama ihtiyacı hissetmemişse daha da etkili bir biçimde gerçekleşmiş olabilir.”

Elbette Sagan ve Shlovksy, tüm bunların spekülatif ve kanıtlanmamış savlar olduğunu ve dolayısıyla şüpheyle yaklaşılması gerektiğini de belirtiyordu. Bu gibi söylentiler, her ne kadar saçma ve bilimsellik dışı görünse de 70’li yıllarda oldukça popülerlik kazanmıştı. “Antik Astronotlar” iddiası olarak bilinen bu fikirler, bugün bile hatırı sayılır bir takipçi kitlesine sahip.

Piramitler, Paleo-Temas ve Uzaylı DNA’sı

History Channel’da yayımlanan Ancient Aliens belgesel serisi

Özetlemek gerekirse Antik Astronotlar görüşü, geçmişte zeki uzaylıların Dünya’yı ziyaret etmiş ve yontma taş devri insanlarıyla iletişim kurmuş olduklarını ileri sürer. Bazıları insanlığın teknolojik, kültürel ve ruhsal evrimlerinin de bu temas sayesinde atılım gösterdiğini ve kimi eski ve büyük yapıların inşasında uzaylıların da etkisi ve/veya yardımı olduğunu iddia eder. Söz konusu yapıların, eski insanların tanrılar olarak gördükleri uzaylılara karşı bir tür tapınak veya hürmet göstergesi olarak inşa edildikleri söylenir. Bu fikirler, özellikle History Channel‘daki Ancient Aliens adlı belgesel serisi sayesinde hatırı sayılır bir popülerlik kazanmıştır.

Hatta iddianın uçarı bazı savunucuları, insanların bizzat uzaylıların soyundan geldiklerini veya uzaylılar tarafından yaratıldıklarını bile söylemekten çekinmez. Onlara göre uzaylılar, zekâ sahibi varlıklar yaratmak üzere maymunların DNA’sıyla oynayarak insansıların ortaya çıkışını sağlamıştır. Yine modern insanların çok daha gelişmiş türlerin genetik müdahaleleri sonucunda ortaya çıktığını, uzaylıların evrimimizi hızlandırmak için kendi genetik materyallerini bizimkiyle birleştirdiğini, hatta insanların kadim uzaylı kolonistlerin soyundan geldiğini iddia edenlerine bile rastlamak mümkündür.

Ortaya Çıkışı ve Etkileri

Tanrıların Arabaları kitabının yazarı Erich von Däniken

Antik Astronotlar ve paleo-temas gibi fikirlerin örnekleri, 19. yüzyıl sonlarındaki bilimkurgu eserlerine kadar uzanıyor olsa da, gerçekmiş gibi tartışılmaya başlanmaları 20. yüzyılın ortalarına denk gelir. Örneğin 1954 yılında İngiliz sözde-bilimcisi Harold T. Wilkins, tarih öncesi zamanlardan beri UFO’ların insanları kaçırdığını iddia etti. 1960’ta, iki Fransız gazeteci ve komplo teorisyeni olan Louis Pauwels ve Jacques Bergier, sözde-bilim ve okültizm ile UFO’lar, komplolar ve antik astronotlar iddilarını birleştiren, Sihirbazların Sabahı (The Morning of the Magicians) adlı bir kitap yayımladı. 1963 yılına gelindiğinde, Fransız bilimkurgu yazarı Robert Charroux, Antik Astronotlar’la birlikte Atlantis, Mu ve Hyperborea kayıp kıtalarından, UFO’lardan ve kıyamet kehanetlerinden oluşan “One Hundred Thousand Years of Man’s Unknown History” kitabını kaleme aldı.

Antik Astronotlar iddiasını asıl popülerliğine kavuşturan ise, İsviçreli ünlü yazar Erich von Däniken‘in 1968 tarihli kitabı Tanrıların Arabaları oldu. Bu kitap ve devam eserlerinde von Däniken, bugün bile zikredilmeye devam edilen fikirlerin tohumlarını attı. Erich von Däniken’in öne sürdüğü fikirlerden en önemlileri, insanlığın eski teknolojik icatlarından pek çoğunun uzaylıların müdahalesiyle yapıldığı ve bunların kanıtlarının eski yapılarda ve eserlerde görülebileceğiydi. Özellikle bu yapılardan bazılarının, o zamanın insanlarının erişemeyeceği seviyelerde teknikler ve teknolojiler içerdiğini öne sürüyor ve kendince bu iddialarını kanıtlamaya çalışıyordu. Bu yapılara örnek olarak ise Giza piramitlerini, Stonehenge’i, Pumapunku’yu, Rapa Nui’deki Moai heykellerini, Peru’daki Nazca çizgilerini ve “Bağdat pillerini” gösteriyordu.

Däniken ayrıca çok eski sanat eserlerinde ve ikonograflarda uzay gemilerinin, uzaylıların ve gelişmiş teknolojilerin resmedildiği iddiasındaydı. Japon Dogū figürlerinin astronotları betimlediğini söylüyor, Mısır’ın Abidos kentindeki Seti tapınağında “helikopter hiyeroglifleri” bulunduğunu yazıyordu. Birbirinden çok uzak ve alakasız kültürlerde rastlanan benzer sembollerin, iddialarına dayanak teşkil ettiği fikrindeydi. Bunlarla da kalmayarak, kadim pek çok dinin (özellikle de Mısır dini, Mezopotamya dinleri, Hinduizm vb.) paleo-temas temelli olduğunu, eski çağlarda yaşamış insanların “gökteki arabalardan” ve bazı başka ilahî sembollerden bahsetmelerinin uzaylılarla kurulan temasa işaret ettiğini öne sürüyordu.

12. Gezegen kitabının yazarı Zecharia Sitchin

Akademisyenler tarafından iddiaları karşılık bulmasa da, von Däniken’in kitabı hatırı sayılır bir etki yarattı ve 70’li yıllar boyunca benzer temalara sahip irili ufaklı pek çok kitabın basılmasına öncülük etti. Bunlar arasında, Zecharia Sitchin‘in 1976’da yayımladığı 12. Gezegen adlı kitabı da vardı. Kitapta Sitchin, Sümerliler’in kökenini Niburu adlı bir gezegenden gelen uzaylılara dayandırıyordu. Yazar, Niburu gezegeninin Güneş’in etrafında çok geniş bir yörüngede döndüğünü ve bir döngüsünün 3600 Dünya yılı sürdüğünü belirtiyordu. Bu iddiasını ise Sümer ve Orta Doğu elyazmalarından yaptığı kişisel çıkarımlarına dayandırıyor, söz konusu elyazmalarının Babil tanrısı Marduk’la özdeşleştirilen bir “12. gezegenden” bahsettiğini yazıyordu.

1976’da yayımlanan bir diğer kitap da Robert K. G. Temple imzalı “Sirius Gizemi“ydi. Yazar kitabında, Batı Afrika’da yaşayan Dogon halkının sözlü folklöründe paleo-temastan bahsedildiğini ve yerel halkın yaklaşık 5000 yıl önce Sirius’tan gelen gelişmiş bir uzaylı tür ile karşılaştığını öne sürüyordu. Temple ayrıca bu uzaylı türün Mezopotamya, Mısır, Yunan ve diğer antik kültürlerin mitolojilerini etkilediğini belirtiyordu.

Bu eserler ve düşünceler, 70’li yıllarda kontra-kültürel gruplar arasında oldukça popüler oldu ve new-age spiritüelizmi gibi akımların serpilmesine yol açtı. 80’li yıllara gelindiğinde Antik Astronotlar düşüncesi unutulmaya yüz tutsa da, son yıllarda tekrar gün yüzüne çıkmakta gecikmedi. Komplo teorileri pompalayan internet siteleri, akademik özellik taşımayan yayınlar ve bu fikirleri dillendiren belgeseller sayesinde, 90’lı yılların sonlarında bu ve benzeri fikirler bir kez daha geniş kitlelere ulaşmaya başladı.

Kanıt mı? Ne Kanıtı?

Ancient Aliens belgesel serisinden Giorgio Tsoukalos

Antik Astronotlar iddiasının savunucuları, savlarını desteklemek için sözlü gelenekleri, edebî referansları, biraz arkeolojiyi, kültürel benzerlikleri ve tarihî/arkeolojik kayıtlardaki boşlukları kullanıyor. Örneğin von Däniken’in en büyük iddiası, eski halkların bu yapıları inşa edecek teknolojiye sahip olmamalarıdır. “Kanıt” olarak öne sürülen bir diğer materyal ise tanrılardan bahsedilen kadim elyazmalarıdır, ki von Däniken bu tanrıların aslında uzaylılar olduğunu öne sürmüştür. Tanrıların Arabaları kitabında, tanrıların “Vimana” adlı uçan arabalarla seyahat ettiklerini yazan Ramayana destanını alıntılar ve bu uçan arabaların aslında uzay gemileri olduğunu iddia eder.

Öte yandan Sitchin’in teorileri ise tamamen Babil yaradılış miti olan Enûma Eliš‘ten yaptığı okumalara dayanır. Babil mitolojisindeki en güçlü ve önemli tanrılar olan Annunaki‘nin, Niburu adlı gezegenden gelen gelişmiş, humanoid bir uzaylı türü olduğunu öne sürer. Sitchin’e göre Niburu, Neptün’ün ötesinde, son derece eliptik bir yörüngesi olan keşfedilmemiş bir gezegendir. Yörüngesi nedeniyle Güneş Sistemi içinde bir tam dönüşü 3600 yıl sürer. Sitchin, Niburu’nun Sümer mitolojisindeki “12nci gezegen” olduğunu öne sürmüştür (Sümerliler Güneş ve Ay’ı da bir gezegen kabul etmişlerdir). Sitchin, Niburu’nun (sonradan aldığı isimle Marduk’un) Mars ve Jüpiter arasında (yani Asteroid Kuşağı’nda) başka bir gezegenle çarpıştığını da iddia eder. Bu gezegen Tiamat adıyla bilinir (Marduk tarafından tahtından edilen kraliçe) ve bu çarpışmanın geride bıraktığı enkaz Dünya’yı oluşturmuştur. Sitchin, uzaylıların Dünya’ya ilk olarak 450,000 yıl önce, başta altın olmak üzere çeşitli mineraller aramak üzere geldiklerini yazar. Burada, madencilik yapmaları için kendi DNA’ları ile Homo Erectus’unkileri birleştirerek köle bir tür (insanlar) yaratmışlardır. Sitchin, bu iddialarının İncil’le alakalı metinlerle de örtüştüğü fikrindedir.

Temple’a göre ise Sümer, Mısır, Yunan ve Batı Afrikalı Dogon halkı mitleri arasında benzerlikler vardır. Çok benzer anlatılar, semboller ve fikirler, ayrıca gelişmiş astronomi bilgisi, bu kültürlerin tek ortak noktasının paleo-temas olduğunun kanıtıdır ona göre. Eski spor yorumcusu ve Ancient Aliens belgeselinde danışman yapımcı rolündeki Giorgio Tsoukalos gibi kişiler daha da ileri giderek, dinozorların neslini tüketen Kretase-Tersiyer yok oluşunun, evrime yön vermeye çalışan uzaylıların işi olduğunu öne sürer.

Bilimsel Gerçek mi, Bilimkurgu mu?

stargate
Stargate (Yıldız Geçidi), 1994. Yönetmen: Roland Emmerich

Tüm bunlar kulağa çok tanıdık gelmeye başladıysa haklısınız, zira bunlar bilimkurgu çevrelerinde de popüler olan fikirler. Bunun klasik örneği ise elbette 1968 yapımı 2001: Bir Uzay Destanı filmidir. Film, gelişmiş bir uzaylı türünün tarih öncesi çağlarda Dünya’ya gelerek iletişim kurmaya çalışmasını, yakın gelecekte ise insanlığın buna karşılık verme çabasını konu alır. Stanley Kubrick‘in yönetmenliğini üstlendiği film, Arthur C. Clarke imzalı “Encounter in the Dawn” (1953) ve “The Sentinel” (1951) adlı kısa öykülere dayanır. Bu kısa öyküler, filmin ilk ve ikinci yarılarını oluşturur. İlk yarıda, milyonlarca yıl önce uzaylılar Dünya’ya insanlığın evrimindeki kilit öneme sahip bir dönüm noktasında gelirler. İkinci yarıda ise insanlık, Ay’ın yüzeyinde uzaylı eseri bir nesneyle karşılaşır.

Antik astronotlar görüşünün bilimkurgu eserlerindeki yansımalarına bir başka örnek olarak da Star Trek: The Next Generation‘ın 6. sezon 20. bölümü “The Chase” gösterilebilir. Bu bölümde Atılgan mürettebatı, evrenin bu köşesindeki tüm yaşamı yaratmış olan kadim bir uzaylı türü keşfeder (ki bu da galaksideki neredeyse tüm türlerin neden insansı olduğunu açıklıyor olabilir!). Stargate hayranları da, serinin aslında Antik Astronotlar iddiaları üzerine inşa edildiğini hemen anlayacaktır. Stargate’te Mısır uygarlığının doğuşu, ilk insanlar ile uzaylı Goa’uld arasındaki paleo-temasın bir sonucudur. Hatta Mısır mitolojisindeki tanrılar da bizzat Goa’uld türünün bireyleridir.

Daha yakın tarihli bir başka örnek de Ridley Scott‘ın 2012 çıkışlı filmi Prometheus‘tur. Film, kadim “Mühendisler” türünün (ki bu Alien serisindeki “Space Jockeys” denen varlıklardır) gezegenlere yaşam eken canlılar olduğunu, aynı zamanda Xenomorphları da var ettiğini anlatır.

Özet olarak, bu fikrin popülerliğini korumasına şaşmamak gerek. Panspermia, uzaylı yaşamı araştırma (SETI), Fermi Paradoksu ve abiogenesis (yaşamın kökenleri) gibi pek çok büyüleyici bilimsel teoriye ve uğraşa dokunan, merak cezbeden bir fikir ne de olsa. Ne var ki Däniken ve diğer komplo teorisyenleri gibi kişilerin elinde bu bilimsellik kısa sürede yerini new-age spiritüelizmine ve sözde-bilime bırakıyor. Däniken’in kitabının akademik çevrelerde hiç hoş karşılanmadığını bir kez daha belirtmek gerek.

Sözde-Bilim mi, Gizli Irkçılık mı?

Eski Mısır’da piramit yapımını gösteren bir çizim.

Arkeologlar, paleontologlar, antropologlar, astronomlar, SETI araştırmacıları, genetikçiler, biyologlar ve daha pek çok alandan kişi, Däniken’in teorilerine, araştırma metodolojisine ve vardığı sonuçlara şiddetle karşı çıktı. Bu karşı çıkanlardan ikisi, Sagan ve Shklovsky idi. Hatta Sagan 1979 tarihli kitabı Broca’nın Beyni‘nde, 70’li yılların antik astronotlar çılgınlığında kendisinin ve Shklovsky’nin de payı olduğunu ve bundan büyük pişmanlık duyduğunu yazmıştır. Sagan, özellikle von Däniken ve “diğer bilimsellikten uzak yazarları” hedef almış, iddialarının ve desteksiz kanıtlarının boş olduğunu vurgulamıştır.

Yüzeysel olarak bakıldığında bile, Antik Astronotlar görüşünü kanıt yetersizliği, uyduruk araştırma yöntemleri, doğrulama yanlılığı, yanlışlanabilir önermeler ve iddialar gibi yönleriyle boşa çıkarmak mümkün. Bu çürük iddiaların başında ise, tarih öncesi insanların büyük anıtlar ve devasa yapılar inşa etmekten aciz oldukları savı geliyor. Arkeologlar, bu iddiaların yanlışlığını Mısırlılar, İnkalar, Mezoamerikanlar, Mezopotamyalılar ve diğer kültürlerden insanların kullandıkları yöntemleri ortaya koyarak defalarca kanıtladı. Bu kültürlere gereken şey, doğru malzemeler, basit araçlar, mühendislik, geometri bilgisi ve binlerce işçiydi; ki eski imparatorların emrinde özellikle de bu sonuncusundan bolca vardı!

Bunlara ek olarak akademisyenler, Antik Astronotlar savunucularının bu devasa yapıların bir anda ortaya çıktıklarına dair iddialarını da, yapıların arkeolojik (hatta bazen tarihî) kayıtlarını ortaya koymak suretiyle yalanladı. Örneğin Peru’da arkeologlar, eski başkentleri Cusco’nun kuzeyindeki Sacsayhuamán kalesine dev taşları taşımak üzere İnkalar’ın kullandığı ipli makara sistemlerinin kalıntılarını buldu. Benzer bir şekilde, İnkalar’a ait Nazca Çizgileri’nin de dünyanın pek çok yerinde olduğu gibi, basitçe toprağın koyu renkli en üst katmanını kaldırıp altındaki daha parlak kısımları ortaya çıkarmak suretiyle yapıldığı saptandı. Üstelik basit ölçümlemeler kullanıp karşı tepelerden bakarak çizgilerin hangi yöne doğru çizileceğinin de planlaması gayet kolaydı, yani uçak gibi gelişmiş teknolojiler kullanmaya gerek yoktu!

Arkeologlar, Mısır piramitlerinin de nasıl (ve hatta neden) inşa edildiklerinin detaylı açıklamalarını yayımladı. Buna taşların geldiği taş ocaklarını, hangi araçların gerektiğini, ne tür mühendislik tekniklerinin kullanıldığını, hatta amaçlarını ve işçilerin nasıl organize edildiklerini ortaya koyan yazılı kayıtları bile bulmak dâhildi.

Nazca Çizgileri, Güney Peru

Kısacası, Antik Astronotlar savunucularının bahsettiği kayıtlardaki “boşluklar”, aslında kendilerinin konu hakkındaki bilgi boşluklarından ibaretti. Bu, aksi yönde kanıt olmamasının kendi savına kanıt oluşturduğunu iddia etmek demek olan “ispatlama mecburiyeti safsatasının” klasik bir örneği (“UFO’ların olamayacakları ispat edilemediğine göre, UFO’lar mevcuttur!”). “Russell’ın Çaydanlığı” olarak da bilinen bu mantıksal safsata, aksinin kanıtlanamazlığı sayesinde bu fikirlerin çürütülemediği görüşünün savunulmasıdır.

Söz konusu görüşlere yönlendirilen bir başka şiddetli eleştiri de, bu fikirlerin dünyadaki kültürel miras alanlarıyla alakalı olarak ırkçı ve budun merkezli bakış açılarına sahip olmalarıdır. 16. ve 19. yüzyıllar arasında, Avrupalı kâşifler Afrika, Asya ve Amerika kıtalarında ilk defa karşılaştıkları büyük yapıların kökenlerini yanlış şeylere atfetmeye meyilli oldular. Bu kâşifler, teknolojik ve kültürel anlamda kendi toplumlarından geride gördükleri bu yerli halkların böylesi mühendislik ve mimari yapılar ortaya koymuş olmalarının mümkün olamayacağını düşünüyorlardı.

Bunun en büyük örneği olarak, günümüzde Kamboçya sınırları içerisinde yer alan ve yaklaşık 400 km2’lik bir alana yayılan Angkor Wat harabeleridir. Bu harabeler, 9. ve 15. yüzyıllar arasında Güneydoğu Asya’nın büyük bir kısmına yayılmış olan Khmer İmparatorluğu’nun başkentini oluşturuyordu. Ne var ki Fransız natüralist Henri Mouhot, 1860 yılında tapınağı ilk keşfettiğinde yerel Khmer halkının böylesi bir yapıyı inşa etmiş olamayacağı, dolayısıyla bunların eski Romalılar veya Büyük İskender tarafından inşa edilmiş olması gerektiği sonucuna varmıştı.

Benzer bir şekilde, Illinois’deki Cahokia’da yer alan, M.Ö. 1050 civarında yerel Mississippi halkı tarafından inşa edilen toprak höyükler ele alınabilir. M.Ö. 1400 civarında gerileme dönemine girmeden önce, şehir 25,000 ile 50,000 arası bir nüfusu barındırıyordu; burada yaşayan insanlar mısır ekiyor, sivri uçlu mızraklarla avlanıyor, toprak çömlekler, kabuklardan takılar ve çakmaktaşından oyma figürler yapıyordu. 17. yüzyıl ve sonrasında beyaz yerleşimciler bölgeye yerleşmeye başladıklarında ise, bunları yerli halkın yaptığını reddetti. Kimileri, bunları Mısır veya benzeri bir yerden gelen insanların yaptığını dahi öne sürdü. Buna benzer iddialar Mezoamerika’daki Chichen Itza, Teotihuacan ve diğer merdivenli piramitler için de ortaya atıldı.

maya
Mezoamerikan kültürü. Görsel: Civilization V

Bu yapıları Mayalılar, Toltekler, Aztekler veya diğer yerli halklar yerine seyahat eden Mısırlılar’ın tasarlamış veya inşa etmiş oldukları fikri bugün bile hâlâ revaçta. Arkeologların karbon tarihleme, arkeolojik kanıtlar ve diğer yollarla bu iddiaları defalarca çürütmüş olmasına rağmen hem de. Karbon tarihleme, örneğin bize Mısır ve Amerikan piramitlerinin birbirlerinden binlerce yıllık farklı zaman aralığında yapıldıklarını kanıtlarken, arkeolojik bulgular da değişik araçlar kullanıldığını ortaya koyuyor. Üstelik Mısır piramitlerinin firavunlar için anıt görevi gördüğü, Mezoamerikan piramitlerinin ise daha dinsel sebeplerle inşa edildiği de kanıtlanmış durumda; bu da bize farklı ırkların bu yapıları inşa ederken farklı amaçlar güttüğünü gösteriyor.

Tüm bunların yanında, Viking akınları haricinde “Kolomb Dönemi” (geç 15. ve erken 16. yüzyıllar) öncesinde Atlas okyanusunun ötesine geçilip bu halklarla iletişim kurulduğuna dair hiçbir kanıt bulunmuyor. Kısacası Antik Astronotlar görüşleri, yalnızca modern batı tarihinin köklerini dayandırdıkları bölgeler olan Akdeniz veya Batı Asya kültürlerinin böylesi büyük, haşmetli yapılar ortaya koyabileceğine inanan Avrupa merkezci bir bakış açısını taşıyor.

Bu bağlamda, Avrupa ve Akdeniz medeniyetlerinin yerine uzaylı medeniyetlerini koyarsak, coğrafi keşif bakış açısından bu görüşlerin arasında pek de fark olmadığı ortaya çıkar.

Kaynak: Matthew S. Williams, Interesting Engineering, “Shedding Some Light on the Ancient Astronauts Theories”Erişim Bağlantısı

Yazar: Erkam Ali Dönmez

Oyun sever, oyun oynar, oyun çevirir, oyun yapar.

İlginizi Çekebilir

the hidden kapak

The X-Files’ın Fikir Babası: The Hidden

Sinema tarihinde, kıyıda köşede kalmış nice hazine denebilecek film vardır. Bu filmler belki çok geniş …

Bir Cevap Yazın

Bilimkurgu Kulübü sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin