İnsanlığın en eski tutkularından biri ölüme karşı koyma hayali olmuştur. Tarih boyunca ölümsüzlük ya da ölümden dönüş fikri, mitlerden dini anlatılara, edebiyattan günümüz biyoteknolojisine kadar her alanda kendine yer bulmuştur. Günümüzde bu hayal, teknolojik çağın diliyle yeniden biçimleniyor. Yaşamı durdurup bekleterek ileride yeniden başlatma düşüncesi, bilimsel literatürde kriyoprezervasyon olarak anılıyor. Ancak fikir, salt bir tıbbi ya da teknik girişimden ibaret değil, bunun da ötesinde yaşam, kimlik, aidiyet, ölüm algısı ve toplumsal bağlam üzerine derin etik ve felsefi soruları beraberinde getiriyor.
Canlı dokuları aşırı soğukta saklama teknolojisi, esasen hücre düzeyinde faaliyetlerin durdurulması üzerine kurulu. Ölüm, biyolojik bir gerçeklik olduğu kadar kültürel, psikolojik ve hukuki de bir olgu. Hücre faaliyetinin durmasıyla kişinin “yasal” olarak ölü kabul edilmesi, kriyoprezervasyonun en temel çelişkilerinden birini ortaya koyuyor: Tıbben ölü ilan edilmiş bir beden gerçekten ölü müdür yoksa “askıya alınmış” bir canlı mıdır?

Kriyoprezervasyon savunucuları, ölümün “mutlak bir son” olmadığı fikrinden yola çıkıyor. Onlara göre ölüm, aslında mevcut tıbbi bilgimizin sınırlarını aşan bir durum. Yani bugün geri döndürülmesi imkânsız olan bir bedeni, belki de geleceğin gelişmiş biyoteknolojisi yeniden hayata döndürebilir. Ancak burada dikkat çekici bir nokta var: Kriyoprezervasyon ölüme meydan okumuyor, sadece onu erteliyor ve sorumluluğu belirsiz bir geleceğe devrediyor. Diğer bir deyişle, bugünün bilimiyle kesin çözüm üretilemiyor, yalnızca “geleceğin biliminden” medet umuluyor. Bu da bize, bilimin sınırsızca ilerleyeceğine dair bir inanca yaslanıldığını gösteriyor.
Öte yandan bu teknoloji, ölümün toplumsal, kültürel ve psikolojik bir gerçeklik olduğunu da hatırlatıyor. Dondurulmuş bir bedenin yüzyıllar sonra geri döndürülmesi, o kişinin dünyaya “yabancı” biri olarak bırakılması anlamına geliyor. Zira insanın kimliği yalnızca biyolojik varlığıyla sınırlı değil; belleği, aidiyet hisleri, toplumsal ilişkileri, dili ve kültürel kodlarıyla şekillenen bir varoluş biçimi. Yani biri dondurulup bir gün geri getirildiğinde, toplumsal uyum, psikolojik dayanıklılık ve “yeni bir dünyada kim olacağı?” sorusu da hayati önem kazanıyor.

Bu, bir bakıma radikal bir göç deneyimine benzetilebilir. Savaştan kaçan mültecilerin yeni bir topluma tutunmaya çalışırken yaşadığı yabancılaşma, aidiyet krizi ve travma benzeri süreçler, kriyoprezervasyon sonrası geri döndürülen insanlar için de beklenebilir. Üstelik bu yeni dünyada, dondurulmuş kişinin tanıdığı hiç kimse kalmayacak. Dil, kültür, sosyal normlar değişmiş; ekonomi, siyaset, teknoloji tümüyle farklılaşmış olacak. Böyle bir durumda hayata geri dönüş, biyolojik bir başarı olsa bile psikolojik açıdan büyük bir kırılmayı da beraberinde getirebilir.
Ayrıca bedenin saklanması kadar zihnin, hafızanın, kişiliğin korunması da belirsizlikler içeriyor. Zihin, yalnızca nöronların elektriksel devrelerinden mi ibaret, yoksa beden bütünlüğü ve duyusal deneyimle mi ilişkili? Tüm bu sorular, kriyoprezervasyonu basit bir “dondur ve uyandır” işleminden çok daha karmaşık hâle getiriyor. Etik, psikolojik ve toplumsal bir problem olarak da karşımıza çıkıyor.

Bir de işin toplumsal boyutu var: Kriyoprezervasyon bugünün dünyasında pahalı bir süreç. Dolayısıyla yalnızca bu hizmete erişebilecek maddi imkâna sahip olanlar geleceğe “bilet alabiliyor”. Bu da yaşamın ve ölümün sınıfsal eşitsizlikler temelinde yeniden düzenlenmesi anlamına geliyor. İnsanlık tarihinin her döneminde, ölümsüzlük vaatleri genelde ayrıcalıklı kesimlerin elindeydi. Kriyoprezervasyon, modern bilimin sunduğu bir “ölümsüzlük vaadi” olarak yine benzer bir adaletsizlik sorununu gündeme getiriyor.
Kuşkusuz kriyoprezervasyon fikri, insanın ölüm korkusunu ve hiçlik kaygısını yatıştırma arayışının bir ürünü. İnsan, yok oluş fikrine çoğu zaman tahammül edemez. Kriyoprezervasyon da bu derin korkunun teknolojik bir tezahürü sayılabilir. Ölümü erteleme çabası, bir gün onu tamamen ortadan kaldırma arzusuna mı dönüşecek? Peki, ölümsüzlük gerçekten de arzulanan bir gelecek mi, yoksa yeni adaletsizliklerin ve psikolojik yüklerin kapısını mı aralayacak? Tüm bu soru işaretlerine rağmen, kimi insanlar yok oluş düşüncesinin alternatifi olarak belirsiz bir geleceği tercih ediyor. Çoğu zaman ölüm karşısında küçük bir olasılık bile hiçlik fikrine tercih edilebiliyor. Belki de insan zihni, ölümün kaçınılmazlığını kabullenmektense sonsuz bir bekleyiş umuduna tutunmayı seçiyor…