Bilimkurgu aleminden neler gelip geçmedi ki: Star Wars, Star Trek, Babylon 5… Tüm bu efsaneleri yaratan çeşitli süreçler vardı. Bu yazıda ise bilimkurgu tarihinde kendine çok önemli bir yer edinen Stargate’i konuşacağız.
Stargate’in televizyon macerası, 1997 yılında Stargate: SG-1 ile başladı. Dizi, Stargate ismiyle çekilen 1994 çıkışlı filmin üzerine inşa edilmişti. Dizinin yaratıcıları Brad Wright ve Jonathan Glassner sadece seriyi başlatan kişiler olarak değil, aynı zamanda yirmi küsur yılın ardından hâlâ canlı bir hayran kitlesi oluşturacak kadar sağlam bir iş ortaya koymakla da takdiri hak ediyor. SG-1’ın ortaya çıkışı Showtime ve Metro-Goldwyn-Mayer arasında yapılan bir anlaşmaya dayanıyor. 1994 yılındaki Stargate filmi gişede oldukça büyük bir başarı sağlamıştı. Öyle ki filmin yönetmeni Roland Emmerich ve ortağı Dean Devlin, iki yeni Stargate filmi için kolları bile sıvamıştı. Bu filmlerin ikisi de Dünya’daki çeşitli mitlerin kökenine inmeyi ve onlara alternatif gerçeklikler sunarak dev bir kurgusal mitoloji yaratmayı hedefliyordu.
Ancak MGM, Stargate’in geleceğini dizilerde gördüğü için bu filmler hiç çekilmedi. Dizi projesi üzerinde çalışması için önce Wright ve Glassner’a teklif götürüldü ve onlardan Stargate filmlerindeki olayların yaklaşık bir yıl sonrasını konu alan, ayrıca Jack O’Neill (Richard Dean Anderson) ve Dr. Daniel Jackson‘ın (Michael Shanks) geri dönüşünü sağlayan bir hikâye hazırlamaları istendi. O’Neill ve Jackson, teknoloji dehası Samantha Carter (Amanda Tapping) ve gizemli uzaylı savaşçı Teal’c‘ı (Christopher Judge) da içeren özel bir “SG” ekibinin parçası olacaktı. SG-1 boyunca, takım diğer dünyalara seyahat etmek ve insan vücuduna girip kontrolü ele alan Goa’uld gibi yıldızlararası tehditlerle yüzleşmek için Yıldız Geçidi‘ni kullanacaktı.
İronik olarak SG-1, Emmerich ve Devlin’in potansiyel Stargate üçlemesi için ortaya koyduğu birçok unsuru içerecekti. Goa’uld türünün en yüksek rütbeli üyeleri, Sistem Lortları adıyla bir konsey altında toplanacak ve Apophis (Peter Williams), Ba’al (Cliff Simon) gibi mitolojilerdeki çeşitli tanrıların isimlerini alacaklardı. O’Neill ve Jackson’ın Stargate filminde savaştığı uzaylı savaş lordu Ra‘nın da Goa’uld’un bir üyesi olduğu ortaya çıkacak ve film ile mitolojik bütünlük yaratılacaktı. Wright ve Glassner, Yıldız Geçidi’nin diğer dünyalarla da bağlantı kurması gerektiği fikrindeydi. Bu sayede eserin, mitolojik unsurları doğal bir süreç içinde işlemesi mümkün kılınacaktı. İskandinav, Japon ve hatta Babil tanrılarını bilimkurguya yedirebilmek, yaratıcılara zengin bir evren kurma ve antik astronotlar temasını mükemmel biçimde kullanma imkânını da sağlayacaktı. Bu aynı zamanda dizinin dini temaları, özellikle de başkalarının inanç adına nasıl korkunç şeyler yaptığını ele almasına izin verecekti.
Dizinin önemli bir noktası da, başta Anderson ve Shanks olmak üzere oyuncular arasındaki kimyaydı. Bu ikisi Kurt Russell ve James Spader’dan kalan rollere kolaylıkla girmişti. Üstelik karakterlere kendilerinden bir şeyler katabilmeyi de başardılar. Anderson, sürekli olarak O’Neill’ı filmdekinden daha küstah ve cana yakın bir karakter yapmaya çalıştı ve sık sık Albay’ın bürokrasiye ne kadar az saygı duyduğunu gösterme şansı buldu. Shanks’ın Jackson rolündeki performansı da aynı derecede ikna ediciydi, çünkü zekası ve merhameti, SG-1 ekibinin karşılaştığı birçok soruna çözüm sağlamıştı. Yapımın bir başka önemli noktası, diğer bilimkurgu dizilerinden farklı olarak karanlık sahneleri nasıl dengeleyeceğini bilmesiydi. Diziyi izlerken, SG-1 ekibinin birbirine derinden değer verdiği ve bu işbirliğinin perde arkasına kadar uzandığı açıkça görülüyordu. Örneğin Anderson, O’Neill’ın daha alaycı olmasını isterken Judge, Teal’c’ın daha sabırlı olması gerektiği fikrindeydi.
Stargate: SG-1 on sezon sürdü ve bu süreçte birtakım değişikliklere maruz kaldı. Mesela Shanks ve Anderson ilerleyen sezonlarda daha az görünmeye başladı ve altıncı sezon ile birlikte dizi, Showtime’dan SyFy Channel’a geçti. SG-1 pek çok eleştirmenden oldukça yüksek puanlar aldı ve Battlestar Galactica ile birlikte Showtime’ın kendine sağlam bir yer edinmesini sağladı. Böylece SG-1’ın başarısı, yeni Stargate eserlerinin ortaya çıkmasına zemin hazırladı. İki uzun metrajlı film, Stargate: The Ark of Truth ve Stargate Continuum çekildi. The Ark of Truth, SG-1 ekibinin Ori isimli uzaylı türüyle yaptığı savaşın sonunu ele alıyor, Continuum ise Ba’al tarafından bozulan geçmişi düzeltmek adına verilen mücadeleye yoğunlaşıyordu. Her iki film de SG-1’ın hikâyesini sinematik bir zirveye taşıyordu. Bu filmlerdeki tehlike daha büyük ve verdiği his de destansı ölçülerdeydi.
Bunları Stargate Atlantis, Stargate Universe ve Stargate Origins gibi diziler takip etti. Atlantis, SG-1’ın yedinci ve sekizinci sezonlarının arasında yayın hayatına başladı. Dizi, kayıp şehir Atlantis‘i arayan çok uluslu bir ekibin Wraith adlı vampirsi uzaylılara karşı yürüttüğü mücadelenin hikâyesiydi. Universe, üsleri saldırıya uğradıktan sonra Destiny adlı eski bir Kadim gemisine binmek zorunda kalan bir grup bilim insanına ve askeri personele yoğunlaşıyordu. Üstelik bu ekip kendilerini uzak bir galakside buluyordu ve eve dönmenin çarelerini aramak zorundaydı. Origins’te ise Catherine Langford (Ellie Gall), Naziler tarafından başlangıç filminden bildiğimiz Abydos gezegenine kaçırılan babasını kurtarmayı amaçlıyordu.
Tüm bu seriler, sürekli olarak Stargate evrenini oluşturmaya ve derinleştirmeye devam etti. Ancak yalnızca Atlantis, hayran etkileşimi ve karakter gelişimi açısından SG-1’e yaklaşabildi. Ayrıca SG-1’dan tanıdığımız karakterler, Atlantis ve Universe’ün çeşitli bölümlerinde de karşımıza çıkmayı sürdürdü. Stargate SG-1 yayından kalkalı yıllar olsa da, hayran kitlesi hâlâ güçlü. MGM’in Amazon tarafından satın alınması ile birlikte Stargate hayranları yeni bir eser için oldukça umutlu. İşte tüm bu sevgi ve hayranlık, SG-1’ın bilimkurgu tarihindeki en ilginç evrenlerden birini oluşturma yönünde attığı o sağlam temelin de bir göstergesi.
Hazırlayan: Tuğrul Sultanzade | Kaynak