George Orwell’in 1984‘ü ile Aldous Huxley’nin Cesur Yeni Dünyası, yirminci yüzyıl edebiyatının en çarpıcı distopyaları arasında. Modern toplumun yapısını, bireyin konumunu ve iktidarın sınır tanımayan dönüşüm gücünü göstermeleri bakımından hâlâ güncelliğini koruyan temel metinler. Özellikle gözetim toplumunun yükselişi, kitle kültürünün bireyi şekillendirişi ve teknolojiyle donanmış otoritelerin yeni kontrol biçimlerine hükmedişi düşünüldüğünde, günümüz dünyasını anlamak isteyenler için mutlaka göz atılması gereken eserler. Dolayısıyla modern dünyada gözetim ve tüketim kültürünün el ele ilerleyişini kavramak adına birer pusula niteliği taşıyorlar.
Her iki roman da insanlık tarihinin karanlık olasılıklarına dair güçlü uyarılar sunuyor, baskının nasıl işlediğine ve bireysel özgürlük arzusunun nasıl bastırıldığına dair oldukça farklı yollar izliyor. Orwell’in dünyasında korku, gözetim ve şiddet hâkimken, Huxley’nin kurgusunda haz, uyuşma ve gönüllü teslimiyet ön planda. Bir başka deyişle, Orwell’de baskı sert ve çıplak; Huxley’de ise tatlı bir serap gibi.

1984’te insanlar sürekli olarak Parti tarafından izleniyor. Telescreen’ler aracılığıyla hem gözleniyor hem de yönlendiriliyor. Zaten, “Büyük Birader seni izliyor,” cümlesi, gözetim toplumunun bir nevi mottosu olarak karşımıza çıkıyor. Parti, yalnızca bireylerin davranışlarını değil, düşüncelerini de denetlemek istiyor. Yeni‑Söylem adını verdiği yapay bir dil geliştirerek düşünce kapasitesini sınırlıyor; kelimeleri azaltarak düşünmeyi imkânsızlaştırıyor. Sistemde özgürlük, yalnızca Parti’nin çizdiği sınırlar içinde mümkün.
Cesur Yeni Dünya ise daha farklı bir düzen sunuyor. Burada bireyler doğuştan kast sistemine göre şekillendiriliyor. Kuluçka ve Şartlandırma Merkezleri, bireyleri alfa, beta, gama gibi kategorilere ayırıyor ve her biri kendi görevine razı bir şekilde yetişiyor. Uykuda yapılan telkinlerle (hipnopedya) insanlar rollerini sorgulamıyor, isyan etmiyor. Çünkü herkes mutlu. Bu mutluluğu sağlayan en önemli araçlardan biri de soma adlı uyuşturucu. Herkesin elinin altında bulunan madde, en ufak bir huzursuzluk anında devreye giriyor ve kişiyi tekrar “uygun” ruh hâline sokuyor. Orwell’in dünyasında birey bastırılmış, korkutulmuş ve sindirilmiş durumda. Ancak Huxley’nin dünyasında insanlar gönüllü olarak sisteme bağlanıyor. Haz, itaatin aracı hâline geliyor. Fiziksel şiddet yok; çünkü ihtiyaç duyulmuyor. İnsanlar zaten kendilerini kontrol etmeleri gerektiğine inanıyor. Huxley’nin distopyası, Orwell’inkinden çok daha incelikli ve aldatıcı bir yapıya sahip.

İki distopya arasındaki bir diğer belirgin fark da bilgiyle ve kültürle kurulan ilişki biçiminde ortaya çıkıyor. 1984’te Parti, tarihi sürekli yeniden yazıyor. Geçmişle bağ tamamen koparılıyor. Kimse neyin doğru, neyin yalan olduğunu kesin olarak bilemiyor. Bilinmezlik, Parti’nin mutlak gücünü besliyor. Oysa Cesur Yeni Dünya’da geçmişle bağ doğrudan yok edilmiyor; alay konusu hâline getiriliyor. Shakespeare gibi klasik yazarlar artık anlamını yitirmiş birer antika olarak görülüyor. İnsanlar kültüre ihtiyaç duymuyor, çünkü tatmin edilmeye programlanmış hâldeler. Tatmin, gerçek bilgi arzusunun yerini alıyor.
Romanların başkahramanları da sistemin sınırlarını zorlayan, ama sonuçta sistemin dışına itilen karakterler olarak öne çıkıyor. 1984’te Winston Smith, günlük yazarak bireyselliğini korumaya çalışıyor. Yasak bir aşk yaşıyor, geçmişi unutmamaya uğraşıyor. Ancak Parti’nin işkence teknikleri karşısında boyun eğiyor. Sevgi Bakanlığı’nda maruz kaldığı zihinsel ve fiziksel işkence direncini tamamen kırıyor. Romanın sonunda artık Parti’yi seviyor. Direniş, tamamen yok ediliyor. Cesur Yeni Dünyada Bernard Marx ve Helmholtz Watson, sistemin içinde ama ona tam uyum sağlayamayan iki karakter olarak öne çıkıyor. Bernard, fiziksel olarak diğer alfalara benzemediği için dışlanıyor, Helmholtz ise düşünme kapasitesi nedeniyle sorun yaşıyor. İkisi de topluma aykırı düşünceler barındırıyor. Ancak sonunda sürgüne gönderilerek sistemden uzaklaştırılıyorlar. Huxley, direnişi bastırmak yerine izole etmeyi tercih ediyor.

Her iki roman da yayımlandıkları dönemin ruhunu yansıtıyor. Orwell’in 1984’ü, totaliter rejimlerin yükselişte olduğu, Soğuk Savaş’ın başladığı bir dönemin ürünü. Sovyetler Birliği ve Nazi Almanyası gibi rejimlere dair duyulan korku romanın temelini oluşturuyor. Huxley’nin Cesur Yeni Dünya’sı ise Fordizmin, kitle üretiminin ve endüstriyel refahın idealleştirildiği bir çağın eseri. Huxley de zaten bu refahın insanı dönüştürme biçimini eleştiriyor, bir çeşit “refah distopyası” sunuyor. Günümüzde iki romanın da öngörüleri bir şekilde gerçekleşmiş gibi görünüyor. Dijital gözetim, Orwell’in tasvir ettiği kontrol sistemlerini hatırlatıyor. Kamera sistemleri, çevrimiçi takip, algoritmalarla biçimlenen bilgi akışı, Orwell’in dünyasındaki telescreen’lerin modern bir versiyonu aslında. Aynı zamanda sosyal medya, haz odaklı kültür, sürekli tüketim ve uyarıcı içerikler de Huxley’nin soma dolu dünyasından çok farklı değil. Yani bugünün insanı hem gözetleniyor hem de hazla uyuşturuluyor.
1984 ile Cesur Yeni Dünya arasındaki fark yalnızca baskı yöntemleriyle ilgili değil; özgürlük kavramının nasıl yok edilebileceğiyle de doğrudan ilişkili. Orwell bireyin korkuyla bastırıldığı bir gelecekten söz ediyor, Huxley de bireyin kendi kendini zincirlediği bir dünyayı anlatıyor. Dolayısıyla Orwell’in kurgusundaki baskı ve zulme karşı gözümüzü açık tutmalı, Huxley’nin tatlı rüyası içinde kaybolma tehlikesinden de kaçınmalıyız. Zira ikisi de birbirine yeğlenemeyecek kadar karanlık…