Senarist ve yönetmen Stephen Sommers, geçmiş yıllarda senaryosunu yazıp yönettiği The Adventures of Huck Finn, The Jungle Book, Deep Rising ve özellikle de The Mummy filmleriyle rüştünü ispat etmiş bir isim. İyi bir edebi birikime ve genel kültüre sahip olduğunu belli eden senaryolarını eğlenceli bir sinematik dille birleştirerek genel izleyicinin beğenisini kazanmakta zorlanmadı. Üstelik filmlerinde tarihle kurguyu, bilimkurgu ile fantastiği, aksiyon ile komediyi başarılı bir şekilde birleştirdi.
2004 yılında yeni filmi Van Helsing vizyona girdi. O dönem X-Men filmlerindeki Wolverine performansıyla harikalar yaratan Hugh Jackman ile Underworld yıldızı Kate Beckinsale başrollerdeydi. Sommers yine fantastik ile bilimkurguyu birleştiriyor, edebi bilgi birikimini senaryoya yansıtıyor, aksiyon ile komediyi harmanlıyordu. Ne var ki, önceki filmleri için başarılı şekilde ortaya çıkardığı karışım, bu filmde çorbaya dönüyordu.
Filmin açılış sahnesinde, ilk çağdaş bilimkurgu eseri kabul edilen Frankenstein‘ı görüyoruz. Filme göre Doktor Frankenstein meğer Kont Drakula için çalışıyormuş. Yaratığı da onun bir siparişi için hayata getirmiş. Ancak Dr. Frankenstein, Drakula’nın şeytani planına yaratığını alet etmek istemiyor ve Drakula tarafından öldürülüyor. Yaratık da Drakula’ya saldırıyor ve onu alt ediyor, yaratıcısının bedenini de alarak laboratuvardan kaçıyor. Bu sırada kasabalının da laboratuvarı bastığını görüyoruz ve olayların sonraki kısmı romandaki gibi ilerliyor.
Siyah/beyaz bu açılış sahnesinin ardından ana karakterimiz olan Van Helsing’i görüyoruz. Kendisi bir tür yaratık avcısı. Bu kez de hedefinde Bay Hyde var. İskoç yazar Robert Louis Stevenson tarafından 1886’da yazılan Dr. Jekyll ve Bay Hyde adlı gotik/korku-bilimkurgu romanı da filmin içerisinde kendine yer buluyor. Sonunda Bay Hyde, Van Helsing tarafından öldürülüyor. Görevinin ardından Roma’ya giden Van Helsing’in kilise bünyesindeki gayri resmi bir infaz timinin tetikçisi olduğunu görüyoruz. Başrahip ile Van Helsing arasında nahoş bir konuşma yaşanıyor ve Van Helsing’in kilise tarafından ağır yaralı ve belleğini yitirmiş bir hâlde bulunduğunu, bazı doğa üstü özellikleri olduğunu öğreniyoruz ve kilisenin silah üretimi için kullanılan gizli mahzenine iniyoruz. Burada da Van Helsing’e özel silahlar üreten Rahip Carl ile tanışıyoruz.
Filmin bu kısmı da James Bond göndermeleriyle dolu. Hatta başrahip, James Bond’taki M ve Carl da Q karakterlerinin birer kopyası denilebilir. Böylece filmin içerisine casusluk, gizli örgütler ve entrika da eklendikten sonra Van Helsing, yanına Carl’ı da alarak yeni görev yeri olan Romanya’ya doğru yola çıkıyor. Transilvanya’ya ulaştığında, daha kendisini bile takdim edemeden kasaba Drakula’nın üç karısı olarak bilinen vampirlerin saldırısına uğruyor. Van Helsing bunlardan Mariska’yı öldürmeyi başarıyor. Ne var ki, bu durum kasabalıyı sevindirmek yerine daha da öfkelendiriyor çünkü şimdi Drakula intikam için saldıracak ve kasabayı yakıp yıkacak. Burada kasabalıyı durduran ise Kate Beckinsale tarafından canlandırılan Anna Valerius oluyor.
İlerleyen bölümlerde filme kurt adamlar, goblinler, hayaletler gibi fantastik unsurların yanı sıra deneyler, laboratuvarlar, boyutlar arası geçitler ve paralel evrenler gibi bilimkurgu unsurları da giriyor. Van Helsing’in aslen melek Cebrail olduğunu, Tanrı katından kovulduğunu ve şeytanla anlaşarak vampire dönüşmüş olan Drakula’yı durdurmakla görevlendirildiğini öğreniyoruz. Van Helsing, insana dönüştükten sonra geçmişine dair hiçbir şey hatırlamıyor. Elbette, Hristiyanlıktaki kovulmuş melek kavramı da filmde yerini alıyor. Drakula’nın amacı ise Frankenstein’ın kaçan yaratığını bularak ondan hasat edeceği enerji ile çocuklarını yaşama döndürmek. Bunu yaparsa on binlerce vampir serbest kalacak.
Uzun sözün kısası, Stephen Sommers okuduğu ve bildiği her edebi, dini ve sinemasal unsuru senaryosuna yedirmeye çalışmış ancak iki saatlik sürede bunların hepsini temellendirecek vakti olmadığı için işin aksiyon kısmına odaklanmış. Sonuç olarak da ortaya izlemesi keyifli olsa da ne tam anlamıyla fantastik ne tam anlamıyla bilimkurgu ne de tam anlamıyla teolojik bir film çıkmış. Bir aksiyon filmi olarak izlenecek olursa gayet yeterli bir film. Ancak her şeyden biraz ekleyelim mantığı yüzünden izleyiciyi zaman zaman yorabilen bir yapım. Yönetmenin bu kafa karışıklığı, hâliyle izleyiciye de sirayet ediyor. Aslında çok zengin bir senaryoyla sinema tarihinin bu türdeki önde gelen yapımlarından biri olabilecekken, girdiği konuları derinleştirememesi ve karakterlerin neredeyse hepsinin havada kalması sonucu yalnızca çerezlik bir filme dönüşüyor.
Son olarak; Drakula rolündeki Richard Roxburgh‘un harika bir oyunculuk performansı sergilediğini ve filmin Hans Zimmer tarafından bestelenen meşhur jenerik müziğinin yıllarca haber bültenlerimizde kullanıldığını da belirtmek gerek.