eko-kiyamet ve bilimkurgu

Eko-Kıyamet: Bilimkurguda İklim Felaketlerinin Evrimi

“Bilimkurgu yazarları kaçınılmazı öngörür. Zaten kaçınılmaz olan felaketlerdir, çözümleri değil.” -Isaac Asimov

Bilimkurgu ile geleceğin dünyasını, teknolojinin evrimini, bilimsel keşiflerin insanlığa getireceklerini düşünebilmek kolaylaşır ve ilgi çekici bir hâl alır.  Zaman içerisinde bilimkurgu yazarlarının öngörü tutarlılığını görmek ve hayallerinin gerçek yaşama sızmasına şahit olmak hayranlık vericidir. Elbette, bilimkurgu yazarları birer kâhin değillerdir. Onlar, kurgularını bilimin ve aklın rehberliğinde yazarlar. Kabiliyetleri, sadece bunu hayal gücüne ket vurmadan yapabilmekten ibaret değildir aynı zamanda dünden ibret almak, bugünü derinlemesine analiz etmek ve iyi anlayabilmektir. Nitekim, akıbet arif olana başlangıçtan malumdur.

Geleceği kimse tam anlamıyla bilemez. Buna rağmen konu ekolojik kıyamet olduğunda, geçmişin bilimkurgularında bugünü bulmak hayret vericidir. Kaza geliyorum demez fakat bugünün ekolojik felaketleri ne kazadır ne de doğaldır. Örneğin, musilaj ‘’geliyorum,’’ dedi. Ümraniye Hekimbaşı çöplüğünde metan gazı patlaması, keza öyle. İliç’te sülfürik asitli ve siyanürlü toprak çökmesi yine ‘’geliyorum,’’ diyen bir ekolojik felaketti. İsviçre’de bütün bir köyü silen çığ felaketi de, ülkemizde ve dünyanın dört bir köşesinde meydana gelen orman yangınları da iklim değişikliğinin neticeleri arasında önceden raporlanmış olaylardı. Yer, mekân ve net vaka kaydı olarak verilmese dahi, iklim değişikliğinin ekolojik sorunlar silsilesine neden olduğu ve olmaya devam edeceği raporlanmaktaydı.

O kadar ki Ban Ki-moon (2007-2016 yılları arasında Birleşmiş Milletler sekizinci genel sekreteri), 2007 IPCC (Hükümetler Arası İklim Değişikliği Paneli) raporunun yayımlanmasının ardından Antartika, Brezilya ve Şili’deki iklim değişikliği kaynaklı sorunları anıyor ve ardından, ‘’Bu sahneler bir bilimkurgu filmi kadar korkutucu. Ama daha da korkutucu çünkü gerçek,’’ diyordu(1).

iklim-degisikligi

İçinde bulunduğumuz dönem zaten ahir zaman gibi. Sıklıkla kıyamet alameti minvalinde haberler karşımıza çıkıyor. Bu noktaya varışımızın bir tarihi var ve bu tarih süresince olanlar bilimkurgu yazınını da etkilemiş, eko-kıyamet anlatıları dönemine göre farklı özellikler göstermiştir.

Bilimkurguda ekolojik ve toplumsal kıyamet anlatıları, kontrolsüz endüstriyel ilerlemenin, teknolojik gelişmelerin ve hızlı toplumsal dönüşümün sonuçlarını ekolojik ve sosyolojik çerçevede aktarır. Aynı zamanda bu anlatılar birer uyarı niteliği taşır; ilerlemenin çevresel ve toplumsal kaygılar göz ardı edildiğinde beraberinde getirebileceği tehlikeleri hatırlatır. Böyle medeniyeti veya doğal yaşamı tehdit eden çevresel çöküş hakkındaki hikâyeler, eko-kıyamettir ve eko-kıyamet sıklıkla bilimkurgunun konusu olmuştur. Değişen dünya gibi, 19. yüzyıl eko-kıyamet çerçeveli romanlarından günümüzün iklim-kurgu anlatılarına kadar, bilimkurguda iklim kıyametleri; yeni bilimsel keşifler, politik endişeler ve doğaya dair değişen görüşlerle birlikte değişmiştir. Özellikle endüstri devriminden sonra, bilimkurgu doğaya neler olacağını ve insanın kendine yapabileceklerini hayal etmeye başlamıştır.

İlk zamanlarda, doğa tam olarak antagonist sayılmasa da, insanı hayatta kalma mücadelesine zorlayan ve kitlesel göç hareketlerini tetikleyen bir hikâye dinamiği ve platformudur. Sel, salgınlar, yangınlar, iklimin dış etkenlerle bozulması, atmosferdeki değişimler, kıtlık, gök cisimlerinin dünyaya çarpması, kozmik patlamalar, uzaylı işgalleri, aşırı nüfus patlaması ile yaşam alanlarının yok oluşu temalarının eko-kıyamet anlatılarını içinde barındırdığına rastlanır.

bilimkurgu dunyalar savasi

H.G. Wells’in Dünyalar Savaşı, 1895 ve 1897 yılları arasında yazılmıştır (2). 1897’de Birleşik Krallık’ta Pearson’s Magazine ve ABD’de Cosmopolitan dergisinde tefrika edilmiştir (3). Romanın tamamı ilk olarak 1898’de William Heinemann tarafından ciltli olarak yayımlanmıştır (4). Romanın merkezinde Marslıların İngiltere’ye inmeleri neticesinde gelişen olaylar vardır. Başka bir ifadeyle uzaylı/dünya dışı varlıkların işgali temasında bir romandır fakat yıkımın yarattığı sahneler eko-kıyamet anlatısının ilk örneklerinden biri olarak görülebilir. Biraz detaylı inceleyecek olursak kısaca olay örgüsünden bahsetmek iyi olacaktır.

Marslılar insanların silah teknolojisine nazaran üstün silahlara ve donanıma sahiplerdir. Ayrıca bunlar insanlığa kıyasla gelişmiş varlıklardır. Ormanları ve binaları ısı ışınları ile yakarlar. Londra’ya zehirli bir kara duman salarlar ve bu da insanların yer değiştirmesine, göç hareketine sebep olur. Sonuç olarak yaşam alanları tahrip olmakta, solunan hava kirlenmektedir. Dolayısıyla aslında işgal sonucunda hem insanlar sarsılmakta hem de bir doğal yıkımı gerçekleşmektedir.  Ancak Marslıların sonu, insanlığın yıllardır bağışık olduğu Dünya mikroplarına karşı savunmasızlıkları olur. Dünyalar Savaşı, sosyal mesajları ile farklı açılardan yorumlanabilir. Eko-felaket anlatısı yönlerinden incelendiğinde ise doğanın kendisine yabancı olanı yok edecek ezici gücünü görmek ve en sonunda galip gelişine yorumlamak mümkündür. Bugün insanın doğaya yabancılaşması ve doğa ile uyumsuz bir endüstri ve ekonomi sistemine sahip olması da ekolojik felaketlere neden olmaktadır. Doğal sistemlerin dengesi bozulmakta, değişen dengelere uyum sağlamak zaman zaman hayat mücadelesine dönüşmektedir.

Dünyalar Savaşı’nın eko-felaket anlatımına yorulacak bir diğer yönü, yaşam alanlarının neredeyse yok olmasını ve bu durumun insanlar üzerinde yarattığı etkilerdir. Doğada tahribata sebep olan ısı ışını ve zehirli duman insanların yer değiştirme hareketine sebep olan ikincil bir etmendir. Kaçış, sadece Marslılardan kaçış sayılmaz. Marslılar gidecek olsa dahi, mevcut şartlarda yaşam alanlarında sağ kalmalrı zordur. Günümüzde iklim değişikliğinin de insanların yer değiştirmesine neden olacağı söz konusdur. Ayrıca okyanuslarda göç hareketi zaten artık yaygın bilinen bir olay. Dünya Ekonomi Forumu ‘’Ağaçlar iklim değişikliği nedeniyle yer değiştiriyor’’ başlıklı bir video paylaştığında canlıların sürdürülebilir olmayan şartlardaki çevreyi terk ettiğine dikkat çekmek istiyordu (5). Ancak bu, ağaçların “kendi başlarına hareket ettikleri” veya aniden hareket edebilen varlıklara evrildiği anlamına gelmiyordu. Video “ağaç göçü” veya “ağaç hareketi” olarak bilinen bir olguyu tartışıyordu. Ağaçların kendi başlarına hareket etmelerinden değil, iklim değişikliğine yanıt olarak dağılım modellerini değiştirmelerinden bahsediyordu.

Özetle ağaçlar iklim değişikliği nedeniyle fantastik bir şekilde yürüyerek yer değiştirmiyor fakat popülasyonları değişen çevre koşullarına göre değişiyor ve bu da dağılım düzenlerinde farklara yol açıyor.

iklim kurgu

Dünya Ekonomi Forumu’nun bu videosunda, modern iklim-kurgu habere yedirilmiştir. Dünyalar Savaşı’ndaki eko-kıyametin çerçevesinde neler olduğu ile günümüz iklim kurgularının eko-kıyamet merkezinde neler olduğunu kıyaslamak önemli. Görüldüğü üzere Dünyalar Savaşı’nda oluşan felaket ortamından etkilenen insanlar ön plana çıkmaktayken, Dünya Ekonomik Forumu haberinde ağaçlar konunun merkezine gelmiştir. O günden bugüne eko-kıyamet anlatılarındaki en büyük değişim konunun mesajının kimler adına verildiği olmuştur. En son hâliyle eko-felaket anlatıları ‘’doğa ile empati, doğal tahribatın medeniyeti hırpalayacağı,’’ mesajlarını vermektedir.

Kısacası 19. yüzyılda eko-kıyameti barındıran hikâyeler, insanların doğanın kendisini yenileme gücü karşısında büyük ölçüde güçsüz olduğu bir dünya görüşünü yansıtıyor diyebiliriz. Ancak Wells’in ilham kaynağının Avrupa sömürgeciliğinin Aborjin Tasmanyalılar üzerindeki yıkıcı etkisi olduğunu ve bunu bizzat belirtiğini ayrıca not düşmek gerek (5).  Buna rağmen Arthur Clarke’in dediği gibi, “Her nesil Dünyalar Savaşı’nı kendi deneyimlerinin ışığında yeniden okuyup yeni bir şeyler öğrenebilir.”

Sonuçta, o dönemlerde insan faaliyetlerinin gezegenin sistemlerine zarar verebileceği fikri bugünkü kadar yaygınlaşmamıştı. Bunun yerine, kıyamet ilahi bir ceza, beklenmedik kozmik bir kaza, uzaylıların istilası veya doğanın gazabı olarak şekil alıyor ve anlatının eko-kıyamet çerçevesi pek anılmıyordu. Yine de, dönem bilimkurgu anlatılarında eko-kıyametin, okuyuculara insanın doğa karşısındaki kırılganlığını hatırlatan bir işlevi olduğu inkar edilemez.

20. yüzyılın ortalarında ise insan kaynaklı felaketlere bilimkurguda daha sık rastlanır.

Örneğin, Zanzibar İstifi’ni bu dönem için ele alabiliriz. Zanzibar İstifi (Stand on Zanzibar), John Brunner tarafından yazılan ve ilk olarak 1967’de New Worlds’te, 1968’de ise kitap olarak yayımlanan distopik bir Yeni Dalga bilimkurgu romanıdır. Kitap, 1969’da 27. Dünya Bilimkurgu Kongresi’nde En İyi Roman dalında Hugo Ödülü’nün yanı sıra 1969’da BSFA Ödülü ve 1973’te Prix Tour-Apollo Ödülü’nü kazanmıştır (7).

Roman, nüfusun aşırı artması neticesinde ortaya çıkan siyasi, sosyal, ekonomik, ekolojik ve teknolojik sorunları olay örgüsüne yedirir. Çevresel ve sosyal analiz ayrı düşünülmediği için Zanzibar İstifi’nde de eko-kıyamet anlatısı yerini bulur. Nitekim, gerçek yaşamda da aşırı nüfus artışı kaynak kıtlığını doğurur. Kaynak yetersizliği, ekonomik dengelerin bozar ve böylece insanlar arasında rekabet vahşileşir. Hayatta kalma çabası, insanın ve doğadaki her canlının evrimsel bir içgüdüsü olduğundan ve zorlayıcı şartlarda ilkel bir şekilde yansıyabildiğinden, böyle dönemlerde etik sorgulamaya kapılar açılır.

Doğal olarak, halkın ezici çoğunluğu yoksulluk sorunundan muzdarip olursa ekmek kavgasında çamursuz güreşmeleri zorlaşır.  Gün sonunda, medeni rekabet, sancısız bir ekonomik hâlde ve ortalama bir nüfusta mümkündür. Bu gerçekleri dikkate alarak romanın döneminden bugünün şartlarını ve olası sonuçlarını tutarlı bir şekilde öngördüğünü söylemek mümkündür çünkü kurumsal etiğin sorgulandığı, bilimsel ve teknolojik gelişmelerin kötüye kullanıldığı yerde ekolojik ve sosyal kıyamet sahneleri görmek olasıdır.

soylent green

Zanzibar İstifi’ne benzer şekilde, Soylent Green (1973) aşırı nüfus artışının ve kaynak kıtlığının, toplumunun sosyal ve ahlaki temellerini sarstığı bir geleceği anlatır. Bu yapım, sosyal çürümenin tetikleyicisi olarak eko-kıyamet kurgusunu içinde barındırır.

Harry Harrison’ın Make Room! Make Room! romanından uyarlanan ve Heston’u başrolde izlediğimiz film, sanayi devrimi öncesi ve sonrası ABD fotoğrafları ile başlar ve 2022’de geçecek şekilde kurgulanmıştır (8). New York nüfusunun 40 milyona ulaştığından izleyici haberdar eder ve bu durumun ortaya çıkardığı kıtlık, hava kirliliği ve yoksul grubun bedel ödediği aktarılır. New York eyalet nüfusu 2022 itibari ile gerçek hayatta 20 milyona yakındır. New York şehri nüfusu ise 8 milyonu aşmaktadır (9). Şehirde sıkışık yaşama problemi bugün bile söz konusudur. Öyle ki, pod adı verilen dar alanlarda ziyaretçileri ağırlar. Bunun sebebi de aslında aşırı fiyatlardır, açıkçası ekonomidir.

Filmin kâbusvari sürpriz mesajı farkındalık yaratması açısından kurgulanmış olarak düşünülebilir. Ancak kurgusu, rekabetin ekonomik sorunlarla vahşileşmesi bakımından kıyamet alameti gibi vakaların vuku bulması ihtimaline yönelik tutarlı bir uyarıcıdır. Soylent Green filminde ekolojik sorunların hayatın içine ekonomik sorunlar olarak sızışını ve halkın kurbağa misali içinde pişerek farkına varmadığı çarpıcı gerçekleri görebiliriz. Bu perspektiften olaylara çıplak hâlde bakıldığında sosyal anlamda bir kıyametin de orada olduğu görülebilir. Soylent Green bir krakerdir. Tatsız ve tutsuz bu krakerleri halk tüketmektedir. Çarpıcı bir şekilde Soylent Green’in üretiminde insan kullandığını öğreniriz. Tüyleri diken diken eden bu senaryo sert bir kapitalizm eleştirisini merkezine almıştır. Eko-kıyamet anlatısı burada kaynak kıtlığı ve nüfus artışı olarak platform sağlamıştır ve sosyal kıyametin tetikleyicisi olarak rol oynamıştır.

Dolayısıyla 20. yüzyıl ortalarında eko-kıyametin bilimkurgu anlatılarındaki yeri çeşitli sebeplerle doğanın insana karşı ezici bir güç uygulaması olmaktan uzaklaşır. Bu dönemde bilimkurgu ekolojik sorunların insanın açgözlülüğünün, özellikle gizli veya açıktan sınıflı toplumlarda, üst sınıfın gözü dönmüş sömürme eğilimlerinin ve vurdumduymazlığının bir neticesi olduğunu dile getirmeye başlamıştır. Özellikle Soylent Green filminde görülen çarpıcı netice, varlıklı insanın refahını sürdürmesinin yoksulu tüketmeye bağlanmış olmasıdır.  Film, insanın tüketiciliği üzerine derin ve çarpıcı bir mesaj barındırır. Yoksulu sömürmek anlamında yapılan öjeni göndermesi aslında yoksul insanın kapitalist sistemi sürdürme amaçlı kullanıldığını sembolik ve iz bırakır bir şekilde aktarır.

Bu gibi eserler ve yapımlar modern iklim-kurgusunun ve distopik hikâye anlatıcılığının temellerini atmışlardır. Modern eko-kıyamet anlatıları ise iklim-kurgularının yükselişiyle yaygınlaşmaya başlar. Bu dönem de  20. yüzyıl sonlarından bugüne uzanır.

İklim değişikliği konusunda bilimsel fikir birliği, IPCC’nin kıyamet alametleri gibi modelleme raporları, her sene karşımıza çıkan ‘’Rekor sıcaklık kaydedildi’’ haberleri esnasında bilimkurgu modern iklim-kurguyu doğurmuştur. Daha önceki eko-kıyametlerin aksine, iklim-kurgu ile aktarılan eko-kıyamet yavaş ilerleyen bir felakete sürüklenme sürecini vurgular; yükselen denizlerin, değişen hava düzenlerinin ve ekolojik çöküşün aşamalı ve toplu halde etkilerini anlatır. Kim Stanley Robinson’ın eserleri, iklim değişikliği, eşitsizlik ve toplumsal çöküşün harap ettiği yakın gelecekteki bir Amerika’yı sıklıkla tasvir eder. Bu eserler derin bir değişimi yansıtır: Ekolojik kıyamet artık ani bir felaket değil, dünya genelinde eşit olmayan bir şekilde yayılan, aşamalı ama acil  bir durumdur. Bu tür artık ekolojik adalet, dayanıklılık ve yeni iklim koşullarına adaptasyon konularını da ele alır.

Kim Stanley Robinson’ın New York 2140 isimli romanını ele alalım. Romanda, New York şehri bugünki New York şehrinden farklıdır. Kısmen sular altında kalmış, binaların çoğu yer ile teması kesmiş, toplu taşıma sistemleri farklılaşmıştır. Öyle ki  şehrin ‘’Super Venice’’ olarak anıldığı da olur. Bu da iklim değişikliğinin bir neticesi olan deniz ve okyanus seviyesi yükselmelerinin gelecekteki yarattığı yarı batık şehirlerdeki ulaşımın Venedik ve Roterdam gibi kanallı şehirlerdekine benzer olacağını aktarmaktadır. Bu değişim, çarpıcı bir eko-felaket sonucudur.

Yarından Sonra (2004) filmi de modern bir eko-kıyamet anlatısıdır ve yok oluşa sürüklenişi anlatır. Bunu yaparken doğanın kendine gelme mücadelesi içinde insanın hayatta kalma mücadelesini aşamalı olarak gösterir.

Eko-kıyametler yukarıdaki verilen örnekler özelinde ele alındığında da geneli düşünüldüğünde de insanın doğaya karşı verdiği mücadeleden doğanın insana karşı verdiği mücadeleye dönüşecek şekilde evrilmektedir. Bu nedenle ilk eko-kıyametler suçlamayı dışsallaştırırken, modern anlatılar karbon emisyonlarından ormansızlaşmaya kadar insan kaynaklı nedenleri vurgular. Bu değişim, çevre biliminin ve insanların jeolojik bir güç olarak kabul edildiği Antroposen kavramının yükselişini yansıtır.

Bilimkurgu, teknolojiyi, ekolojik çöküşün nedeni (nükleer silahlar, genetik mühendisliği) veya potansiyel çözüm önerileri (jeomühendislik, yenilenebilir enerji) olarak, her iki şekilde de anlatabilir. Bu farklı anlatılar, teknolojik gelişmelerin iklim değişikliğini çözüp çözemeyeceği veya sürdürülebilir bir Dünya düzeninin kurulup kurulamayacağı konusundaki gerçek tartışmaları yansıtır ve hatta besler.  Eko-kıyamet kurgusu genellikle sadece yıkımı değil, sonrasında neler olacağını da araştırır. Bazı anlatılar distopik çorak toprakları hayal ederken, diğerleri yenilenme, ekolojik dengeye gelme veya alternatif toplumsal düzenlenmelere dönüşü tahayyül eder.

iklim değişikliği bilimkurgu

Sonuç olarak bilimkurguda daima aynı kalan bir şey varsa o da eko-kıyamet kurgularının yalnızca çevreyle ilgili olmamasıdır. Bu anlatılar aynı zamanda güç, eşitsizlik ve etikle de ilgilidir dolayısıyla sosyal sorunları dile getirir. İklim değişikliği Dünya’nın dört bir yanında insanları farklı bir şekilde etkiler ve bilimkurgu bu dinamikleri giderek daha fazla ön plana çıkarmaktadır.

Örneğin Butler’ın Parable romanları, ekolojik çöküşün ırksal ve ekonomik adaletsizliği nasıl şiddetlendirdiğini ele alır. En önemlisi, eko-kıyamet genellikle kapitalizmi ve tüketiciliği eleştirir. Bu anlamda, eko-kıyamet kurgusu politik bir müdahale işlevi görür ve okuyucuları yalnızca çevresel uygulamaları değil, aynı zamanda onları ayakta tutan sosyal sistemleri de sorgulamaya teşvik eder.

Aynı zamanda, bu hikâyeleri düşünce deneyleri olarak da okuyabilirsiniz. Okuyucuların olası gelecekleri düşünebilmelerine, sosyal etik değişimlerini sorgulayabilmelerine ve alternatif yaşam biçimleri hayal etmelerine imkan verir. Bu anlamda, eko-kıyamet yalnızca bir uyarı değil, aynı zamanda insanlığın gezegenle ilişkisini yeniden hayal etmek için yaratıcı bir alandır. Özet olarak bilimkurgu yazarları, eko-felaket anlatılarının evrimi boyunca, tıpkı Yarından Sonra filmindeki, Dünya yok olurken kalkıp sükûnetle gongunu çalan uzak doğulu rahip gibi davranmaktadır. Çoktan distopyaya dönmeye başlamış bu gezegende her dönem üzerine düşeni yapmaya devam etmektedir. Başka bir ifade ile eko-kıyametler her dönem insanları düşünmeye, hayal etmeye, sorgulamaya ve harekete geçmeye teşvik ederek, kısacası sosyal sorgulamayı bırakmadan evrimleşmektedir.

Kaynaklar:

Ayşegül Yalvaç

Çevre mühendisi, yazar. Bir İstanbul Efsanesi (2022) ekokurgu romanının yazarı. 2016-2020 yıllarında Yeşilist'te popüler bilim yazarlığı yaptı. Yazıları çeşitli internet sitelerinde ve basılı medyada yer aldı. Öyküleri Gelişim Hedefleri, Roket Bilimkurgu Öykü Dergisi ve Yörüngede Dans kadınların kaleminden bilimkurgu öykü antolojisinde yayımlandı. Bunları yaparken mesleğini asla bırakmadı.

İlginizi Çekebilir

The Electric State

Geleceğin Geçmişi: The Electric State

Bilimkurgu eserleri daima gelecekle bağdaştırılır. Bu sebeple bir eser “bilimkurgu” olarak tanımlandığında ya da sınıflandırıldığında …

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir