2008 yılında kaybettiğimiz, 1942 Chicago, ABD doğumlu Michael Crichton adeta modern bir Rönesans insanıydı. Tıp doktorluğu, yazılım programcılığı, roman ve senaryo yazarlığı ile film yönetmenliği alanlarında üstün bir yetkinlik düzeyine sahip vizyoner bir kişilikti. Crichton, 1969’da ülkenin en prestijli okullarından olan Harvard Tıp Fakültesi’nden mezun olduktan sonra, meslek olarak doktorluğu uzun süre sürdürmese de, mesleğinde öğrendiklerinden ve hastanelerdeki gözlemlerinden eserlerinde hep faydalandı. (Örneğin TV tarihinin en başarılı dizilerinden olan, Altın Küre ve Emmy ödülleri sahibi, 1994-2009 arasında 15 sezon devam eden ER –Acil Servis- Crichton tarafından yaratılmıştı) Bilgisayarlara karşı olan ilgisi ve sevgisi, yönettiği filmlerinde sinema tarihinde ilk kez bilgisayar tabanlı görsel efektleri (CGI) kullanmasının ve filmlerdeki görsel efektler için yazılım üreten bir şirket açmasının sebebiydi. Crichton’ın eserlerinde yer verdiği dönemlerde bilimkurgu olan pek çok tema, zaman içinde bilimleşecekti.
20. yüzyılın büyük hikaye anlatıcıları arasında kabul edilebilecek olan Michael Crichton’ın bilimkurgu alanında verdiği edebiyat ve sinema eserlerini hatırlayarak, bu eşsiz beynin hayal gücünün derinliklerinde hep beraber gerilimli bir yolculuğa çıkalım…
Jurassic Park
Tekno-gerilim türünün kurucuları arasında sayılan Michael Crichton’un, yaşadığı dönemde kendi adıyla yayımlanan 15 romanı arasında en bilindik olanı şüphesiz 1990’da kaleme aldığı Jurassic Park. (Tıp fakültesinde okurken harçlığını çıkarmak amacıyla başka isimlerle kaleme aldığı polisiye ağırlıklı 10 adet romanı burada listelenmektedir.) Bu roman, daha sonra Steven Spielberg’in yönetmenliğinde ve Crichton’un ilk senaryo taslağı ile 1993’te aynı adla sinemaya uyarlanmış ve muazzam bir gişe hasılatı getirmişti.
Romanda, fosil amber içinde milyonlarca yıldır korunmuş halde duran sivrisineklerin emdiği dinozor kanlarındaki DNA yoluyla, genetik mühendisliği tekniklerini kullanarak dünyanın soyu tükenmiş bu eski egemen türünün yeniden hayata getirilmesi anlatılıyordu. Üstelik dinozorlar, tematik bir eğlence parkında günümüz insanı tarafından da seyredilebilmekteydi. Fakat, Crichton’ın eserlerinde genellikle şahit olduğumuz üzere, etik sonuçlarını düşünmeden çok ileriye giden bilim yeni felaketlere sebep oluyordu. Roman ile film, genel olay örgüsü itibariyle benzerlikler taşısa da, bazı karakterlerin romanda yaşarken filmde ölmesi, fiziksel ve etnik özelliklerde farklı temsillerin dışında birkaç ana farklılık bilhassa göze çarpmakta. İlki, tematik parkın fikir babası John Hammond filmde tonton bir dede olarak resmedilmişken, romanda son derece bencil, gözünü kâr hırsı bürümüş, saygısız ve kaba biri olarak tasvir ediliyor. İkinci ana farklılık ise, kitapta olayların geçtiği ada sonunda napalm bombası ile yok edilirken, filmde karakterler sadece adadan kaçıyor. Üçüncü olarak ise, kitapta yapay yumurtalar kullanılırken filmde deve kuşu yumurtaları kullanılıyor.
Crichton, Jurassic Park’ın öyküsü üzerinde 1983’ten beri uğraştığını, önce tema parkında dinozorların kaçışını küçük bir çocuğun bakış açısından yazdığını ama görüşlerine güvendiği ve yazılarını okuttuğu yakın çevresinin eleştirileri üzerine bundan vazgeçerek öyküyü yetişkinlerin de sahiplenmesi için çocuk bakış açısından vazgeçtiğini aktarıyor. (1) Kitabı yayımlandığında katıldığı bir TV programında ise, tarih öncesi sivrisineklerin emdiği kanlardaki DNA’lardan dinozor klonlamanın bilimsel olabilirliğine dair hali hazırda yazılmış bilimsel makalelerden yararlandığını ifade ediyor. (2) Fakat gerçekte, en iyi korunduğu şartlarda bile DNA’nın da bir yarı ömrü olduğu için, en fazla 6.8 milyon yıl önceki DNA izlerine ulaşabiliyoruz. (3) Bu yüzden, romanda anlatıldığı üzere amber fosillerindeki dinozor DNA’larından yararlanmak, arada en az 65 milyon yıl olduğu için bilimsel olarak mümkün gözükmemekte. Yine de, on milyonlarca yıl öncesinin dinozorlarına ait orijinal DNA kayıtlarına erişimimiz olmasa da (belki ileride geçmişe doğru zaman yolculuğu gerçekleştirse bu DNA’lara erişebiliriz), genetik mühendisliği bilimkurgu anlamında bunu bir gün başarabilir.
Bunu yapabilmek için en kuvvetli olasılık olarak, dinozorların evrimsel torunları kabul edilen kuşların genomu düşünülebilir. Elbette mevcut kuş genomlarının üzerinde tersine mühendislik ile çalışılarak eksik genler yapay olarak inşa edilebilirse, ileride Jurassic Park belki gerçek olabilir. An itibariyle, neanderthal insanı ve mamutlar gibi soyları tükenmiş canlılara ait DNA kalıntılarına sahip olduğumuz bilinmekte. Ayrıca soyları henüz birkaç yüz yıl içinde tükenmiş dodo kuşu gibi canlı türleri de mevcut. Dinozorları yeniden yaratma fantezisine gelinceye dek, önceliğin bunlar olması gerektiği de savunulmakta. (4) 1995’te Jurassic Park’ın beş yıl sonrasında geçen “Lost World” (Kayıp Dünya) adlı romanı kaleme alan Crichton’ın bu eseri de seri filmlere uyarlanarak, Jurassic Park kadar olmasa da büyük ekonomik kazanç getirmeye devam etmekte.
Andromeda Strain: Uzay Mikrobu
Michael Crichton, Jurassic Park’ı yazmadan önce de günümüzde artık klasikleşmiş bilimkurgu eserlere imza atmıştı. Bunlardan ilki, 1969’da henüz 20’li yaşlarında bir tıp öğrencisiyken yayımladığı “Andromeda Strain”. Kitap, “Uzay Mikrobu” adıyla 1974’te Mehmet Harmancı tarafından Türkçe’ye aktarılıyor ve Uycan Yayınevi tarafından basılıyor. Kitapta, dünya dışı uzaylılarla ilk temasın “mikrobiyolojik” seviyede olacağı, yani ilk keşfedilecek uzaylı türün Dünya dışında evrimleşmiş bir virüs veya bakteri vb. mikroorganizma olabileceği konusu işlenmekte. İnsanlığın Ay’a ayak basmasının haftalar öncesinde çıkan kitap, ABD’de büyük bir ilgiyle karşılanıyor ve astronotların Ay’dan Dünya’ya bir mikrop taşıyıp taşımayacağı o dönemde endişe konusu oluyor. (5) Gerçekte de NASA’nın bu olası durum için karantina prosedürleri mevcut ama romanda betimlenen biyoteknoloji ve karantina teknolojileri bilimkurgu olarak elbette çok ileri düzey kalmakta.
Kitapta, Arizona’nın kuzeyindeki ufak bir kasabaya düşen askeri bir uydudan yayılan, dünya dışı bir mikroorganizmanın –Bu mikro organizmaya Andromeda Strain adı verilmekte- yol açtığı ve temas ettiği herkesi öldüren esrarengiz bir hastalık etkeni olarak yer almakta. Kasabadan sadece yaşlı bir adam ile bir çocuk kurtulabilmiştir. Kurtulan bu iki kişi, uydu ile beraber hükümete ait son derece gizli bir biyolojik araştırma laboratuarına araştırma yapılmak üzere götürülür ama gene Crichton eserlerinin alamet-i farikası olacak şekilde bilim ve teknoloji eliyle insan kontrolü altında tutulmak istenen bir durumda yine başarısız olunur ve mikroorganizma laboratuvardan kazara dış ortama geçerek dünyadaki insanlığın neredeyse tamamını yok edecek şekilde yayılmaya başlar.
Bilhassa günümüzde koronavirüs salgını nedeniyle küresel ölçekte karantina koşullarında yaşamaktayken, romanın konusu daha bir ilgi çekici olmakta, değil mi? Gerçi Crichton’a ait resmi sitede, pandemik düzeyde korku uyandıran her virüs salgınının (ebola, kuş gribi, HIV-AIDS vb.) insanlarda Andromeda Strain çağrışımı yaptığından bahsedilse de (5) Crichton’ın kendisi bu çağrışımlardan rahatsızlığını ifade ediyor. Crichton’a göre, her yeni salgına yol açan virüsün laboratuvar üretimi olup olmadığına dair bilgi yanlışlıkları yayıldıkça (kendisi bu örneği, AIDS’e yol açan HIV virüsü yeni keşfedildiğinde çağrıldığı konuşmaları reddetme gerekçesi olarak vermekte) insanlar gereğinden fazla korkuyor ve bu da alınabilecek gerçekçi tedbirleri engelleyerek, söz konusu virüsün gerçek mağdurlarına gerekli yardımların ulaşamamasına yol açabilmekte. Andromeda Strain romanı, 1971’de Robert Wise tarafından yönetilerek aynı adla beyaz perdeye uyarlanıyor. (Wise’ı bilimkurgu severler 1951 tarihli klasik “The Day The Earth Stood Still” ve 1979 tarihli Star Trek filmlerinden hatırlayacaktır) Kendisi de bir başyapıt olarak kabul edilen film ile roman arasında bazı önemli farklılıklar mevcut.
Romanda bütün bilim insanları erkekken, filmde kadın bir bilim insanına yer verilmiş. Filmde, yer altındaki gizli araştırma tesisinin aslında uzaydan gelebilecek mikroorganizmaları biyolojik silah olarak kullanmak üzere kurulduğu daha açık belirtilirken ve bilim insanları bunu öğrendiklerinde şok olurken, romanda bu durumun üzerinde fazla durulmamış. (Yine Crichton’un resmi internet sitesinde, bu kurgu nedeniyle roman ilk yayımlandığında Crichton’ın ABD kamuoyunda ordu karşıtı ve radikal sol olarak nitelendiği belirtilmiş.) Roman ve filmin sonları da farklı bitmekte, şöyle ki romanda Andromeda Strain adlı mikroorganizma ölümcüllüğü kaybolacak derecede mutasyon geçirdikten sonra atmosferin üst tabakasına yayılmışken, filmde aynı şekilde Pasifik Okyanusuna yayıldığını ve tuzlu ortam nedeniyle yok olduğunu görmekteydik. Hem romanın ve dolayısıyla hem de filmin, dünyanın ana politik gündemi ve esas korkusu Soğuk Savaş nedeniyle nükleer savaş ve getirebileceği yıkımlar olmasına rağmen biyolojik bir tehdide odaklanması, günümüzdeki risk algılarını düşündüğümüzde Crichton’un vizyoner hayal gücünü ispatlamakta. Virüs tehdidine karşı astronot gibi giyinmiş karakterler, o yıllar için bilimkurgu iken, günümüzde artık son derece normal kabul edilmekte. (7) Ayrıca, ilk yayımlanmasının 50. yılına denk gelecek şekilde, Andromeda Strain’in devam romanı “The Andromeda Evolution” (Andromeda Evrimi’nin) 2019’da çıktığını buradan duyuralım. Daniel H. Wilson’un kaleme aldığı ve günümüzde geçen roman, orijinal romandaki mikroorganizmanın evrim geçirerek Dünya gezegenindeki bütün hayat için bir tehdit olmasını anlatıyor. (8)
Westworld: Seks Robotlarıyla Dolu Tematik Eğlence Parkları
Michael Crichton’ın hem senaryosunu yazıp hem yönettiği ilk sinema filmi, 1973 tarihli Westworld. 2016 yılından itibaren 3 sezondur yayımlanan Westworld’ün dizi uyarlamasının kadrosunda Anthony Hopkins gibi meşhur bir isim de yer almaktaydı. 1973 tarihli film ise, yıllar sonra Jurassic Park’ta da bir örneğini göreceğimiz üzere tematik bir eğlence parkı hakkında. Bu eğlence parkında, filmin isminin de Türkçe’deki karşılığı olan “Batı Dünyası”nın üç tarihsel dönemi (zevkü sefa içinde Roma İmparatorluğu, kral ve kraliçeleriyle Orta Çağ Avrupası ve kovboylarıyla Vahşi Batı) fiziksel olarak simüle edilmiş. Bu fiziksel simülasyon ortamında tıpatıp insana benzeyen ama programlanmış robotlar, eğlence parkının ziyaretçilerine cinsellik dahil olmak üzere her türlü hizmeti sunmakta. Ziyaretçiler, içlerinden gelen herşeyi robotlara yapmakta –yaralamak, öldürmek vb.- serbestler.
Bu yönüyle, Westworld filmi için, ileride gerçekten de robotlar gelişip de insanlarla bir arada yaşamaya başladıklarında ortaya çıkabilecek toplumsal durumlara dair de vizyoner bir işaret fişeği diyebiliriz. (Bu konuda daha evvel sitemizde yayımlanmış “Seks Robotları Geliyor” başlıklı yazıyı okuyabilirsiniz) Ve elbette ki, her şey teknolojik olarak kontrol altında olsa da –daha doğrusu parkın mühendisleri öyle zannetse de- robotlar bilinmedik sebeplerle bozulmaya başlayarak, yapmamaları yönünde programlanmış olmalarına rağmen ziyaretçileri öldürmeye başlarlar. Eğlence parkından bir anda adeta korku tüneline dönüşen mekanda, gelecekte Terminator filminde göreceğimiz “katil robot” tipolojisinin ilk yetkin örneklerinden “Silahşör” lakaplı karakteri Yul Brynner canlandırmaktadır. Westworld filmini sinema tarihinde önemli kılan başka bir husus ise, Silahşör robotun dış dünyayı nasıl gördüğünü göstermek için filmde Crichton’ın fikriyle bilgisayarda üretilmiş grafiklerin (CGI) ilk defa kullanılmış olmasıdır. (9)
The Terminal Man: İki Beyinli Adam
Michael Crichton, Westworld’den önce 1969 yılında yayımladığı “The Terminal Man” (Türkçe’de yine Uycan Yayınları tarafından 1973’te Mehmet Harmancı tarafından çevrilerek “İki Beyinli Adam” ismiyle yayımlandı.) romanında da bilgisayar-insan ilişkilerine ve elektronik olarak zihin kontrolüne dair başarılı bir tekno-gerilim sunmuştu. 1974’te George Segal’in başrolünde oynadığı aynı adla filme de uyarlanan roman, geçirdiği şiddet dolu nöbetlerde etrafına fiziksel zarar veren bir adamın beynine elektrotlar yerleştirerek, bilgisayar kontrolü ile sinyaller yollayarak onu sakinleştirme deneylerinin “beklenmedik” sonuçlarını konu alıyordu. Romanda, günümüz transhumanizm ve tekillik tartışmalarını hatırlatacak şekilde, elektronik bir çiple birleşen insan beyninin evrimdeki yeri ve etik sorunsalları Crichton vizyonerliğine yakışacak şekilde tartışılmış.
Crichton, romanın konusunu gerçekten de hastanede çalıştığı esnada bir hastaya rızası alınmadan uygulanırken gördüğü deneysel bir elektrot tedavisinden aldığını belirterek, kamuoyunun o yıllarda böyle prosedürlerden haberi olmasını istediğini söylüyor. (10) Gerçekten de 70’lerde uyguladıkları elektriksel yöntemlerle, beynin zevk merkezlerini manipüle ederek tedavi ettiğini iddia eden nöropsikologların yaptığı bazı deneyler mevcuttu. Örneğin Tulane Üniversitesi’nden Robert Heath, eşcinsel bir erkeğin beynine yerleştirdiği elektrotlarla onu “tedavi etmeye” (!) uğraşmaktaydı. (11) Günümüzde ise, hamamböceklerinin ilkel sinir sistemlerine yerleştirilen çipler ile uzaktan kontrol edilebildiği bilinmekte. (12)
Coma ve Taciz
Crichton’ın Robin Cook’un kitabından uyarlayarak yönettiği 1978 tarihli Coma adlı, bir hastanede geçen korku-gizem filmi ise, başrolünde Michael Douglas’ın oynamasıyla dikkat çekiyor. Çünkü Michael Crichton’ın, bilimkurgu dışındaki bir türde 1994’te kaleme aldığı “Disclosure” (İfşa anlamına gelse de Türkiye’de Taciz adıyla bilinmekte) romanı, aynı yıl yine Michael Douglas ve ek olarak Demi Moore’un başrollerinde oynadığı ve Crichton’ın yapımcısı olduğu aynı adlı filme de uyarlanmıştı.
Kadın patronu tarafından cinsel tacize uğrayan bir adamın başına gelenleri anlatan bu ilginç roman, o dönemde feministlerin büyük hışmını üzerine çekmişti. (13)
Looker ve Runaway
Crichton’un yönettiği diğer önemli bilimkurgu filmleri olarak Looker (1981) ve Runaway (1984)’i söyleyebiliriz. (Senaryosunu yazdığı, yönettiği, yapımcılığını üstlendiği ve kitaplarından uyarlanan bütün filmlerin bilgisine kendisinin resmi internet sitesinden erişebilirsiniz.) 1981 tarihli Looker filmi de Westworld gibi Crichton’ın hem senaryosunu yazıp hem yönettiği bir bilimkurgu filmi. Filmde, güzel mankenlerin öldürülüp yerlerine bilgisayarda üretilmiş kopya görüntülerinin koyulmaya çalışıldığı gizemli bir komplo, gerilim dolu bir üslupla anlatılıyor. Filmi sinema tarihinde önemli kılan özelliği, ilk defa tamamen CGI (Bilgisayarda üretilmiş görüntü) bir karaktere (Cindy adlı manken) ve 3 boyutlu CGI efekte yer vermesi. (14)
Michael Crichton’un yine hem senaryosunu yazıp hem yönettiği, 1984 tarihli Runaway filmi ise, tam bir tekno-kehanet örneği olarak karşımıza çıkıyor. Bir polisin, sivil kullanıma yönelik olarak üretilmiş robotları ölüm makinelerine çeviren bir katilin peşine düştüğü aksiyon dozu yüksek bu filmde yer alan robotlar, 1984 için bilimkurgu olabilir ama günümüzde artık çoğu gündelik kullanımda: Tarım robotları, dron kameralar, ev temizlik robotları, güvenlik koruması robotlar, akıllı mermiler ve sürücüsüz araba. (15)
Sphere (Küre)
Michael Crichton’ın 1987’de yayımlanan Sphere (Küre) adlı bilimkurgu romanı, yine Andromeda Strain’de olduğu gibi dünya dışı teması konu edinmekte. Fakat bu sefer söz konusu olan şey bir mikroorganizma değil, yaklaşan kişilerde sanrılara yol açan bir uzay aracı. Güney Pasifik’in tabanında 300 yıldır durmakta olan aracı araştırmakla görevlendirilen ve aralarında psikolog da bulunan bir grup bilim insanının gemiyle temasları sonrasında yaşadıklarını anlatan roman, 1998’de başrollerinde Dustin Hoffman, Sharon Stone ve Samuel L. Jackson’ın oynadığı aynı adlı filme de uyarlanmıştı.
Crichton, Küre romanının öyküsünün Andromeda Strain’e ek olarak 1967’den itibaren kafasında olduğunu belirtiyor. (16) Konuyu yazmakta bu kadar gecikmesine sebep olarak ise, uzaylıyı nasıl tahayyül edeceğine bir türlü karar verememesini gösteriyor. Kendi ifadesiyle şöyle diyor: “Üstün bir uzaylı zekayla temas, aslında enine boyuna düşünüldüğünde anlatması çok zor bir konu. Pek çok yazar bu zorluğun üstesinden, yaratığı tıpkı insan gibi tasarlayarak gelmeye çalışıyor. Mesela 3 metre boya, sivri dişlere sahip ve sizi yemek istiyor. Ya da 1 metre boyunda ve size sarılmak istiyor. Her iki durumda da, görüntü itibariyle bu yaratıklar insanı andırıyorlar. Pek muhtemel ki, bir gün gerçekten de böyle bir şey gerçekleşirse, onları ne tespit edebileceğiz ne de görebileceğiz. Hatta davranışlarına anlam bile veremeyebiliriz. İşte (Küre’deki) öyküyü bunları düşünerek tamamladım.”
Crichton meseleyi böyle formülleştirince, zaten Stanislaw Lem’in meşhur Solaris romanının ve usta Sovyet yönetmen Tarkovski’nin romandan uyarladığı Solaris filminin gelmemesi imkansız. Zaten Küre de bu anlamda sanki Solaris’in su altı versiyonu gibi olmuş. Küre’nin çağrışım yaptığı başka bir eser ise, James Cameron’ın 1989’da sonradan hem senaryosunu yazıp hem yönettiği Abyss filmi. Orada da su altında uzaylı bir üstün zeka ile karşılaşılmaktaydı.
Diğer Önemli Bilimkurgu Eserleri: Timeline ve Next
Michael Crichton’ın 1999’da kaleme aldığı Timeline adlı eseri, zamanda geçmişe yolculuk konusunu işlemekte. Bir kazı alanında yaptıkları keşif ile, Orta Çağ Fransa’sını tam da “yerinde ve zamanında” inceleme fırsatı bulan bir grup arkeoloğun öyküsü heyecan dolu bir olay örgüsü içinde anlatılmış. 2003’te filme de uyarlanan roman, 2000’de bir video oyunu olarak da çıkıyor. Video oyununun tasarımcıları arasında Crichton da yer almakta. (17)
Crichton’ın vefat etmeden evvel yayımladığı son romanı, 2006’da çıkan “Next” adlı eseri. Genetik mühendisliğinin kapitalizmle birleşiminin korkunç sonuçları üzerine olan romanda, patentleri alınan genler, transgenik türler arası hibrit canlılar konuları işlenmekte. Roman yayımlandığında, biyoetik alanında ilginç tartışmalara sebep olmuştu. Hatta belki de romanın yarattığı etki sayesinde, Crichton’ın ölümünden birkaç yıl sonra 2013’te Amerikan Anayasa Mahkemesi genlerin patentlenemeyeceğine dair yeni hüküm vermek zorunda kaldı. (18)
Sonuç olarak, kaliteyi yitirmeksizin popüler olmayı başarabilen ender yeteneklerden biri olan Michael Crichton’ın eserlerinde genetik ve bilgisayar bilimlerinden yola çıkarak sunduğu “kontrolsüz bilimin yol açabileceği felaketler” teması, güncelliğini modern bilimkurgunun ilk öyküsü Frankenstein’dan beri yitirmiş değil. Fakat Crichton’ın eserlerinde kötülüğün kaynağı bilim değil, bilimin sunduğu bilgiyi kendi hırsları, maddi ve askeri çıkarları doğrultusunda kullanmaya yeltenen devletler ve özel şirketler, ve elbette bu yapıların gerçek amaçlarını sorgulamayan bilim insanları…
Dipnotlar: