İtalo Calvino, okurun hayranı olduğu yazarın fiziksel varlığını görmesinin edebiyatın mutlak yenilgisi olacağına inanıyordu. Kendisiyle tanışmak isteyen bir öğrenciye şöyle cevap vermişti mektubunda: “Sayın Hanımefendi, size bir nasihat, yazarları asla şahsen tanımayı istemeyiniz. Bir yazarın değeri varsa, o değer eserlerinde yatar. Onu şahsen tanımanın hiçbir katkısı yoktur.”
Yıllar içinde benim gözlemim de okurun yazar hakkında ne kadar az bilgisi varsa o kadar iyi olduğunu göstermiştir. Sadece yazarlar değil, hayranlık durumunda kişisel tanışmalarının büyük yüzdesi hayal kırıklığıyla sonuçlanır. Yıllar önce hasta olduğum bir gün tanıştığım okurumun, “Yüzüme gülmedi,” diye kızdığını hatırlıyorum. İnsanın günü gününe uymayabilir, o sırada hasta, moralsiz, depresyonda olabilirsiniz ama karşınızdaki insan bunu bilmez.
Ayrıca yazarlar, sosyal ilişkilerinde yazdığı kadar başarılı olacak diye bir kural yok. Mesela J.D. Salinger münzevi bir yazardı, Neil Gaiman ise çok sosyal ve bu işleri mükemmel idare ediyor.
Yazar elbette eser ortaya koymak kadar onun okura ulaşması için de çabalamalıdır, ama esas işi üretmektir; gelecek nesiller eserleriyle tanıyacak, kitapları onu temsil edecektir.
Peki, günümüzde bir yazarı üretimden uzaklaştıran tuzaklar nelerdir?
Yazarlık diyarı, şekerden yapılmış cadı evleri ile doludur. Fazla dalarsanız, sonunda fırını boylarsınız.
- İmza günleri, Panel ve Söyleşiler, Okul Organizasyonları
- Dergilere Yazılar
- Röportajlar, Radyo ve Tv programları
- Ortak Kitap Projeleri
- Sosyal Medya
(İçinizden bunlar nasıl tuzaklar, her yazar bunları ister ve yapmalıdır diye düşünebilirsiniz. Belli oranda içlerine dalınırsa yararlıdır ve zevklidir ama çok olursa yazarın sonunu getirir.)
Elbette mesaili iş, sorunlu aşk, fazla sosyallik yazarın üretiminde engel oluşturabilir, ama bu yazının konusu ticari bir sektör olarak edebiyatın sistemi içindeki tuzaklar. Yani yazmak, yayınevine ulaşan dosya, dosyanın basılıp kitap haline dönüşmesi, dağıtılması, tanıtım ve reklam, son aşamada okur tarafından satın alınması süreci ve etkileri…
İmza Günleri, Panel ve Söyleşi, Okul Organizasyonları
Yazar adaylarının hayali, imza günleri hayranlarının önünde sıra olup kitaptaki dehayı fark ettiklerini gösteren sohbetlerle egosunu okşamasıdır. Bazı yazar adaylarının hayatının aşkını bulma ümidi de olabilir. Ama genelde olan şudur:
Çok uzun bir sıra vardır ve çoğu zaman sadece el yoran bir otomatik imza süreci yaşanır. Yani okurla sohbet filan edilmez. Sıradakilerin çoğu da akıllı cep telefonu kamerasıyla bir fotoğraf karesi ister.
Yazar henüz yenidir, tanınmamış veya çok okunan olmamıştır. Kâbus gibi bir gün yaşar. Önünden geçen kalabalığın acıyan bakışları altında ezilir. Tam bir eziyettir. Önünüzdeki kitaplar sıra sıra durur ve siz bir okur gelsin, kitaplardan birini alsın, imzalatsın diye beklersiniz.
Bazen yazarı imza günlerine götüren özel organizasyonlar olur. Bunların çoğu (medyatik ve popüler olan bir yazar değilseniz) yazarların boş boş oturduğu kötü organizasyonlardır. Bir yandan boş boş oturup çay içerken, bu durumdan sıkıntı duyan organizatörlerle sohbet edersiniz. Siz de mahcupsunuzdur, zira sizin oraya gelip-gitmeniz için masraf yapmışlardır. O masrafa karşılık koca bir sıfır vardır ortada.
Çok iyi geçen imza günleri kadar kötülerini de yaşadım. İki örnek vereyim:
İzmir’de bir AVM’deki kitapçıda imza günüm vardı. Ben oraya gitmeden bir gün önce orta ölçekli bir deprem olmuş. Sabaha kadar da artçı sarsıntılar sürmüş. Sabah uçağa bindim, havaalanından alındım ve mekâna gittik. Ama o da ne; bırakın imza organizasyonumun olduğu kitapçının içi, koca AVM bomboş. Hava da güzel, millet deprem korkusundan kapalı ortamlarda olmak yerine açık alanları tercih etmiş. Sonuç: Kitapçı ve AVM çalışanı birkaç kişiye kitap imzalayıp akşam uçağıyla döndüm.
Başka bir olay; bir süpermarkette imza günü vardı. Ama çok kötü bir organizasyondu. Duyuru filan olmamış. Ben oraya gittiğimde imza standını kurmaya başladılar. Stand dediğim de sallanan bir masa üzerine kitaplarımın konulması. Üstelik masayı da süpermarketteki kitap bölümüne değil, beyaz eşya reyonu önüne koydular. Buzdolapları filan önünde oturuyorum, alışverişe gelenler garip garip bakıyor, ama kitap reyonunda dolaşanlar var. “Taşıyın şu masayı,” dedim bir yerden sonra… Kalan sürede birkaç kitap imzalandı.
Bu kötü örnekler dışında güzelleri de oldu tabii. Özellikle uzak yerlerden, yanlarında bütün kitaplarım ile gelen okurları görmek her zaman beni duygulandırmıştır.
Kötü bir organizasyon sonucu hiçbir şey yapmadan gidip geldiğiniz bir imza etkinliği olursa sadece yapılan masrafa değil kayıp zamanınıza da acırsınız. İmza veya söyleşi her seyahat öncesi ve sonrası en az dört çalışma gününüzü yer. Belki her ortamda yazabilen yazarlar vardır ama genellikle bunun verimli olacağını sanmam.
Bu konuda bir örnek vereyim: Bodrum’da oturuyorum, Samsun’da bir üniversite ödül törenine davet edilmiştim. Organizasyon Bodrum-İstanbul, İstanbul-Samsun, Samsun-İstanbul, İstanbul-Bodrum uçak biletlerini aldı, Samsun’da da güzel misafir edildim. Bu arada uçak aktarma saatleri uyuşmadığı için giderken ve dönerken İstanbul’da iki gece otelde konakladım. Yoldaki masraflar dahil, otel ücreti de cebimden çıktı. Bu ödül törenine gitmek gelmek beş günüme mal oldu, üstüne dönüşte yorgunluk atma dönemini de eklersek en az bir hafta.
Aynı şekilde Adana’da olan fuarlara da aktarmalı uçakla gidiyorum. Bursa gibi havaalanı olmayan yerlere ise otobüsle… Otobüs yolculukları inanılmaz yorucu oluyor.
Bodrum’dan Bursa’ya bir fuara otobüsle ile gitmiştim. Ağlayan çocuklar, hiç susmayan komşu koltuklar, üzerine normalde 7-8 saat olması gereken yolculuk 12 saat sürmüştü.
Tabii İstanbul’da otururken daha kolaydı. Mesela Trabzon’da bir söyleşi organizasyonu için sabah uçağıyla gidip, biraz şehirde gezip, söyleşi programına katıldıktan sonra akşam uçağıyla dönmüştüm. Ama bunun için de genellikle geceleri çalıştığım ve uyku düzenim uymadığı gece uyumamıştım ve bütün bir günü uykulu halde geçirdim.
Özel bir araçla Bartın’a gittiğimde ise geze geze, yolda güzel yemekler yediğimiz hoş bir yolculuk olmuştu.
Aksaklıkları unutmayalım. Ankara’ya bir TV programı ve imza günü için gitmiştim. Uçak biletleri alındı, havalanında karşılandım. Bir otele yerleştim, organizasyonlara katıldım. Gece uyuduktan sonra sabah otelde beni havaalanına götürecek aracı bekliyorum. Ama gelen giden yok. Organizasyondan kimi arasam telefon açılmıyor. Hemen karar aldım ve taksiyle havaalanına gittim. Sonradan öğrendim ki araç gerçekten de gelmemiş. Yani beklesem uçağı kaçıracaktım.
Bu tür organizasyonlarda türlü aksaklıklar olur; uçağı kaçırırsınız, kimse sizi karşılamaya gelmez, organizasyon iyi duyurulmamıştır, bomboş bir mekânla karşılaşırsınız, hastalanırsınız, otel berbattır…
Ama enteresan şeyler de olur. Bir keresinde uçağı kaçırdım. Hemen bir sonraki uçağa bilet aldım ve biraz gecikmeyle de olsa imza saatine yetiştim. Bu arada biri erkek, biri kadın iki arkadaş beni beklerken çıkmaya başlamışlar ve sonra evlendiler. Bana da haber verdiler. Yani bir uçağı kaçırmam mutlu bir yuva kurulmasına neden oldu.
Daha çok anı var ama esas anlatmak istediğim her organizasyonların zaman aldığı ve yorucu olduğu. Ben artık çoğu daveti, organizasyonu kabul etmiyorum, zira hem seyahat etmeyi sevmiyorum, hem yaşlandıkça daha yorucu oluyor. Ama henüz yolun başında, tanınmaya ve belli bir okur kitlesine ulaşmaya çabalayan yazarları düşünürsek elbette bu tür fırsatları değerlendirmelidir.
Özellikle çocuk edebiyatında rekabet büyük ve yazarlar sürekli okullardaki söyleşilere, kitap günlerine katılmaya çalışıyor.
Panel ve söyleşiler, nedenini anlamadığım bir şekilde yazarlara çok çekici gelir. Örneğin tanıdığım bir yazar sürekli panel ve söyleşilere katılır. Oysa bunların bir yazarın önemli yerlere gelmesiyle ilgisi yoktur. Hayran olduğunuz yazarları düşünün kaçının panel ve söyleşilerini biliyorsunuz?
Üstelik bu organizasyonlarda ortalama 20-50 kişiye konuşursunuz. Günümüzde panel ve söyleşiler kaydedilip internete yüklenebilir ama bu eskiden yoktu. O kadar emek ile düzenlenen etkinlikte, konuşmacı sayısı kadar olan dinleyiciye konuşup gidiyordunuz.
İnternete yüklenmesi bir avantaj görülebilir ama ya ağzınızdan çok kötü bir cümle çıkar, gaf yaparsanız; biriyle kavgaya tutuşursanız ne olacak? Artık ömrünüz o panelin olumsuz etkileriyle uğraşmakla geçer.
Sizin ortamdaki birkaç kişiyi muhatap alarak söylediğiniz bir söz, internetten genele açıldığında büyük tepkiye, sosyal linçe, yasal sonuçlara yol açabilir.
Panel konusuna gelmişken bir anımı anlatayım: Bir organizatör bana e-posta attı. “Orkun Bey düzenlediğimiz panelde sizi konuşmacı olarak görmek istiyorduk ama sizin katılmanızı istemiyorlar, o olursa olmayız,” dediler. Bir dernek ismi verdiler. (İsimlerini vermeyeyim; fantazya ve bilimkurgu ile alakalı.) O dernek sadece kendi üyesi olan yazarların panellere çağrılmasını istiyormuş.
Güldüm. “Hiç sorun değil, ben zaten çoğu daveti reddediyorum. Siz sadece onları davet edin, istedikleri kadar konuşsunlar,” dedim.
Dergilere Yazılar
İnternet öncesi dönemde basılı dergi ve gazeteler önemliydi. Ama bilgisayar ve cep telefonları çoğaldıkça basılı dergilerin tirajları düştü, gazete röportajlarının edebiyatta satış gücüne etkisi azaldı.
Yazarlar bazı edebiyat dergilerine yazmayı prestij görüyor ama otuz-kırk yıldan daha eski, artık ölmüş bazı yazarları düşünürseniz, hangisinin dergilerde çıkan yazılarından, öykülerinden haberdarsınız?
Yazarlar eğer dergilerde çıkan yazılarını bir kitap haline getirmişse belki okumuşsunuzdur, ama eğer bir yazı dergide kalmışsa okumuş olma şansınız çok düşüktür.
Bilimkurgunun altın dönemini hazırlamış ve damgasını vurmuş pulp bilimkurgu dergilerini de düşünürseniz, birçok yazarın yetişmesini sağlamışlardır ama o yazarlar sadece dergide kalmışsa adını bile duymamış olabilirsiniz.
Şimdi de sürekli olarak dergilerde yazılarının çıkması için çabalayan ve başarırsa bunu sevinçle duyuran yazarları görüyorum ama mucize olmazsa bu yazıların 20-25 sene sonraya etkisi yoktur.
Edebiyat dergileri internet öncesi yazar için kariyer inşasında önemli olabilirdi ama günümüzde bu çok aza inmiştir.
Şöyle düşünelim: Edgar Allan Poe ve H.P. Lovecraft’ın biyografilerini okursanız eserleri dergilerde çıkmıştır. İkisi de yaşarken sadece çok az basılmış birer kitaplarını ellerinde tutmuşlardır. Dergiler bugüne gelmelerini, bugün onları bilmemizi sağlamıştır ama ya sadece dergilerde kalsalardı? Kitap olmasalardı belki onların çağdaşı, aynı dönemde dergilere yazmış yazarlar gibi bilemeyecektik.
Kitap ekleri başka bir derttir. Bütçeleri kısıtlı ve elemanları az olduğundan daha çok eleştiri değil, yazarın aracı olduğu tanıtım yazıları çıkar. Siz bir arkadaşınıza rica edersiniz, o sizin kitabınız için bir yazı yazar, o yayımlanır.
Röportaj, Radyo ve TV Programları
Çoğu yazar bayılır röportaj vermeye. Hele yolun başında olanlar için; röportaj vermek ünlü ve büyük bir yazar olmanın en önemli araçlarından biridir.
Oysa o eski büyük röportajların devri büyük oranda bitti. Şimdi genellikle olan şudur, soruları e-posta atarlar, siz de yanıtlarsınız. Yanlış anlaşılmasın çok temiz ve güzel bir yöntemdir. Ben şunu söylemek istemiştim, şunu yazmışlar da demezsiniz. (Geçmişte karşılıklı yapılan röportajlarımda çok rezil satırlar ortaya çıkabilmiştir. Bazen söylediğiniz cümlenin tam tersi çıkar, bazen söylediğiniz bir yazarın ismi yanlış yazılır, bazı cümlelerin yarısı bir yerden, yarısı başka bir yerden alınmış olabilir.)
Şahsen ben röportaj vermeyi çok sevmem, güzel röportaj vereni de kınamam ama günümüzde etkisi azdır.
Radyo programlarının etkisi de neredeyse sıfıra yakındır. Zaten radyoları dinleyen sayısı az. Katılanlar da şunu yapıyor: Kaydedip internetten dinlemek isteyen okurlarına sunuyor.
Tv programlarına gelirsek… Yazarların katılabileceği kültür-sanat programı kaldı mı? Talk-show programı bile kalmadı. Zaten o programlara da anca astrolog, kişisel gelişimci, aşk doktorları filan katılıyordu.
Haber programlarına ise şu dönemde katılmalarını hiç tavsiye etmem. Ya suya sabuna dokunmadan konuşursunuz etkisi olmaz, ya riski göze alırsınız ve katıldığınız program ve sözleriniz ses getirir ama büyük ihtimalle bedelini ödersiniz.
Yine de unutamadığım bir TV programı vardı…
90’larda kitapçıya girdiğinizde yeni Türk yazar göremediğiniz, yayınevlerinin yazarlara sıkça Türk yazar basmıyoruz diye cevap verdiği bir dönem vardı.
Bir sabah kahvaltı ederken TRT açıktı. Programda ilk defa adını duyduğum bir yazar yeni kitabıyla ilgili soruları yanıtlıyordu. Orhan Pamuk’du yazarın adı, romanı da Kara Kitap.
O programla bir Türk yazar okuma isteği, merakı oluştu, hemen gidip aldım. İlk defa o kitapla Türkiye’de bir Türk yazar olarak yazarak geçinebileceğimi hissetmiştim.
Günümüzde Instagram ve YouTube röportajlarının ana medyadan daha güçlü bir tanıtım mecrası olduğunu söyleyebiliriz.
Ortak Kitap Pojeleri
Öykü antolojileri, toplu öykü kitaplarına eser vermek eğlencelidir ama uzun vadeli etkisi azdır. Öncelikle bu tür kitaplar internetten kitap satan sitelerde anonim gözükür. Yani diyelim ki internetten kitap almak isteyen biri siteye girdi, isminizle sizi aradı, kitaplarınızın olduğu sayfaya tıkladı. Oradaki bütün kitapları alabilir ama içinde öykünüz olan ortak projeler o aramalarda çıkmaz.
Arada bir böyle projelerden öykü isteği gelmiştir, kıramayacağım kişiler olunca vermişimdir de ama ondan sonra o kitabı unutursunuz. Bazen numune olarak elinize bile geçmez. Bu ortak projelerde telif süreleri sonunda tekrardan yazarlardan telif izni istemek de zahmetli olduğundan genellikle bir kere basılır ve kaybolur gider. Belki sahaflarda bulursunuz.
Yine de ortak projeler eğlencelidir ve yazarların okurlarının ortak projede olan başka yazarları da tanımasını sağlar.
Sosyal Medya
Sosyal medya yazar için gerçekten cehennemdir. Türkiye’de bazı yazarların sosyal medya hesabına ihtiyacı olmaz. Mesela Orhan Pamuk.
Dünya’da ise Neil Gaiman, J.K. Rowling, Stephen King gibi çok satan yazarların sosyal medya hesapları var, bazılarının hesaplarını da PR elemanları yönetir.
Sosyal medyanın yararları şudur: kitaplarınızın hedef kitlesine rahatça ulaşabilirsiniz. Yeni kitabınızı, röportajınızı, imza ve söyleşi organizasyonlarınızı haber verebilirsiniz.
Zararları ise yazar-okur arasındaki mesafeyi kaldırmasıdır. Yazarın kişisel paylaşımları okurun hoşuna gitmeyebilir. Örneğin J.K. Rowling’in paylaşımları nedeniyle ondan soğuyan okurlarla ilgili haber vardı.
Benim de başıma geldi: Okurunuz attığınız yüz tweet’te sizinle aynı fikirdedir ama bir tweet ile görüşleriniz uyuşmaz; “Bütün kitaplarınızı evimden atacağım, sizi asla okumayacağım,” yazabilir. (Ne kadar az iletişim, o kadar az sorun.)
Aradaki mesafenin kalkması okurun yazarı, kitabı alınacak biri olarak görmemesine neden olabilir. Örneğin Facebook’ta aktif paylaşım yapan bir yazar var, çok arkadaşı sahibi. Her paylaşımının altına onlarca yorum oluyor. Yeni kitap paylaşımına da beğeni yağıyor ama şundan şikayet ediyor: “Kitabım beğeni sayısı kadar satmıyor, daha da garibi kitabımı alanlar daha çok Facebook arkadaşım olmayanlar.”
Bu etkiyi yakinen gördüm. Facebook’ta yazar sayfam var, orada beni takip eden bir okurum, Facebook hesabıma “arkadaşlık isteği” gönderdi. Kabul ettim. Bir süre sonra yazar sayfamda hayranım olan kişi, Facebook arkadaşım olunca “sen” diye hitap edip, yazar sayfamdaki takipten çıktı. Gönderilerime laubali yorumlar yazar oldu. Yani aramızdaki mesafe yok olunca, o kişi için yazar olmaktan çıkıp öylesine bir insan olmuştum. Bu nedenle Facebook hesabımdaki gerçek isim ve soy ismimi kaldırdım.
Sosyal medyayı belli oranda kullanmak iyidir ama tencere-tava pazarlamacısı gibi davranmak kötüdür. Bir örnek: Bir yazar beni takip başlamış, ayıp olmasın diye ben de takibe aldım. Ama sayfam adamın kitap reklamı ile doldu. Twitter kullananlar bilir, mention atarken başa koyarsanız sadece ona gider, sona koyarsanız herkes görür. Bu yazar da aynı tanıtım metnini bütün gün başka hesaplara mention atıyordu. Ama sona koyduğu için aynı reklam veya tanıtım metni ile takipçilerin sayfasını doldurmuş oluyordu.
Sosyal medya ayrıca şu sıkıntıları getirir; sizinle temas kuranların çoğunlukla istekleri vardır:
YAZAR YAYINEVİDİR: “Kitap yollar mısınız?”
Bazıları yazarları yayınevi zanneder. Sürekli okulların kütüphanelerine kitap istekleri veya okurlardan imzalı kitap gönderir misiniz istekleri gelir. Oysa yazarlar sözleşme gereği kendi kitaplarından birkaç adet alır, yani ellerinde o kadar çok hediye edecek kitap yoktur.
YAZAR EDİTÖRDÜR: “Kitap yazdım okur musunuz?”
Bazıları yazarları editör zanneder. Okumak, düzeltmek, hatta basmak zorundasınızdır. “Hayır,” derseniz bozulurlar, küserler. Oysa gönderilen bir dosyayı okumak yasal açıdan çok sıkıntılıdır: Fikir hırsızlığı ile suçlanmanıza yol açabilir. Bir dosya gönderirler, okursunuz, beğenmezsiniz. Yazar adayı kitabını bastıramaz ama sizin belki beş, belki on yıl sonra yazdığınız bir kitabın, kendi kitabına benzediği evhamına kapılır. İşte o zaman alırsınız başınıza belayı.
YAZAR AJANS VEYA MENAJERDİR: “Kitap yazdım yayınevi bulur musunuz, basar mısınız?”
Bazıları yazarları, yazar ajansı, yayınevi sahibi gibi görür. Siz onun kitabına yayınevi bulmak zorundasınızdır.
Bütün bu janjanlı ambalajlı, insanı cezbeden tuzaklar belli bir dozaj elbette yararlıdır. Ama ana yemeğin yani eser üretmenin kendisi değildir. Mesela yıllar önce roman çıkarmış bir yazar arkadaş tanımıştım. Ekşi Sözlük hesabı vardı. Roman yazmayı bıraktı. Nedenine gelince, ”Sözlükte yazdıklarıma hemen tepki alıyorum,” diye açıklamıştı. Daha sonra, binlerce entry yazmışken bir gün hesabı kapatıldı. Yıllarca süren emeği de buhar olup uçtu. Sözlükte yazdıklarıyla çok popüler olduğunu düşünüyordu ama zamanla unutuldu gitti, üstelik roman yazma yetisi de kaybolmuştu.
Esas hedefin kitap çıkarmak olduğu unutulmazsa imza günlerinin, panel ve söyleşilerin, okul ziyaretlerinin, röportajların, dergilere yazmanın, sosyal medyanın yararı vardır ama abartmamak lazım. Bazı yazarlar yukarıda örneğini verdiğim gibi bu tuzaklardan bazılarına kapılabiliyor. Mesela imza günlerinde çok kitap satılıyorsa sürekli seyahat ediyor, konuşmayı seviyorsa panel panel geziyor, sosyal medyada çok beğeniliyorsa sürekli orada takılıyor, dergilerde yazısı çıkınca gündeme geliyorsa, hayranları çoğalıyorsa sırf dergilerde yazım çıksın diye zamanını harcıyor.
Sonuçta yirmi-otuz yıl sonra da kitaplarınızdan para kazanabilirsiniz ama bu saydıklarım size gelir getirmez.
İmza, söyleşi, radyo-TV-YouTube programları, röportajlar, dergi yazıları ile çok satmayı başarabilirsiniz. Bir yazar örneği vermek isterim: “Valley of the Dolls” (Bebekler Vadisi) Jacqueline Susann’ın ilk kitabı. Çıktığı dönemde çok satan olmuştu. Bette Midler’ın oynadığı “Isn’t She Great” filminde Jacqueline Susann’ın nasıl yazar olmaya karar verdiği ve kitabını nasıl çok satan yaptığı anlatılır.
Jacqueline Susann ve kocası arabalarına atlar, ABD’de gidebildikleri her yerde kitapçılara uğrarlar. Üstelik yanlarında kitapçılar hakkında bilgi kartları vardır. Mesela doğum günü olan bir kitapçıya pasta ile giderler.
Nitekim bu çabayla kitap büyük satış rakamlarına ulaşır.
Ama çok yakın temas zararlı da olabilir. Mesela yazar bir dağıtımcıyla tanıştı ve tartıştı, ukalalık yaptı diyelim. Sonra da kitabı geldiğinde, dağıtılmadan depoya kaldırılıp bir süre sonra da iade edilebilir.
İmza organizasyonu için bir kitapçının sahibi ile kötü bir olay yaşarsanız, artık sizin kitapları rafa koymayabilir.
Son olarak, yazarların egoları güçlüdür ve tanıştığım çoğu yayınevlerinden şikayet ederler. Kitaplarının iyi dağıtılmadığından, iyi tanıtılmadığından, imza organizasyonlarına çağrılmadıklarından v.b… Bunun nedeni genellikle işin yayınevi tarafını bilmemeleridir. Yazarlık kariyerine başladığımda küçük bir yayınevi tecrübem olmuştu. Bir dağıtımcıdan küçük bir tahsilat için on kere gittiğimi hatırlıyorum. Yayıncılık zordur, o nedenle büyük bir yayınevine geçtiğim zaman yayıncı tarafından da bakabilme deneyimim oldu.
Her yazarın yayıncılık, dağıtım sistemi konusunda bilgisi olması lazım. Mesela yıllar önce genç bir yazar arkadaş, “Kitabımı bastırıp, kitapçılarda 1 liraya sattıracağım,” demişti. Bu mantıklı değildir. Zira kitapçı etiket fiyatı üzerinden para kazanır. 20 liralık kitaptan kazanacağı parayı kazanmak için 1 liralık kitaptan 20 tane satması lazım. Üstelik rafında deposunda o kitaba 20 liralık kitap ile aynı yeri ayıracak.
Demem o ki yazar, yayınevi, dağıtımcı, kitapçı, okur bir sistemin parçasıdır.
Hazırlayan: Orkun Uçar