m ihsan tatari

M. İhsan Tatari ile Röportaj

Öncelikle bizi kırmayıp röportaj teklifimizi kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz.

Asıl röportaj davetiniz için ben teşekkür ederim. Bilimkurgu Kulübü gibi ülkemizin önemli oluşumlarından biri tarafından buna layık görülmek benim için gurur verici.

İlk olarak sizi okur yönünüzle tanımak isteriz. Kitaplarla nasıl tanıştınız acaba?

Çoğu kitap kurdu gibi okurluğa çok küçük yaşta başladım. Evimizde rahmetli dedemin kitapları ve çizgi romanlarıyla dolu, kocaman bir dolabımız vardı. Orası benim için kutsal hazine sandığı gibi bir şeydi. Yaşıtlarım şeker, çikolata isterken ben kitap okumak isterdim. Sokaklarda top oynamak yerine sessiz bir köşeye çekilip sayfaların arasında kaybolmak bana hep daha cazip geliyordu. Uslu durduğum ya da derslerimden iyi notlar aldığım zaman annemle babam dolabın demir dökme anahtarını sakladıkları yerden çıkarır, aralarından bir kitap seçer ve okumam için bana verirlerdi. Gözüm gibi bakardım onlara. Sayfaları kırışmasın diye kırk takla atardım.

Arzın Merkezine Seyahat, 80 Günde Devri Âlem, Denizler Altında Yirmi Bin Fersah ve Aya Seyahat gibi Jules Verne kitaplarını ilk kez o zamanlar yalayıp yutmuştum. Keza Sherlock Holmes’ün birkaç macerasını da öyle. Asteriks, Teksas, Tommiks, Kızılmaske, Red Kit, Tenten ve Teks gibi çizgi romanlarla da unutulmaz kaçamaklarım olmuştu hani. O dolapta Mike Hammer’ın maceraları, Üç Silahşörler, Define Adası, David Copperfield, Robinson Crusoe ve Pardayanlar gibi daha nice hazine vardı. Bunları ancak yaşım ilerledikten sonra, biraz daha karta kaçtığımda okumama izin vermişlerdi tabii.

Sizi en çok etkileyen yazarlar kimlerdir?

Çok klasik bir cevap olacak belki ama kesinlikle J.R.R. Tolkien. On sekiz yaşıma geldiğimde kitap okuma sevgim hâlâ ilk günkü gibi devam ediyor ama bir şeylerin eksikliğini hissediyordum. Kral Arthur efsanesini bilhassa seviyordum çünkü Merlin gibi aksakallı, bilge bir büyücü vardı içinde. Büyülü bir kılıçtan söz ediliyordu, kadim bir kraldan… Ve ben farkında bile olmadan bu tür eserlerin eksikliğini hissediyordum. Bir şey arıyor ama ne olduğunu bilmiyordum. Sonra Metis Yayınları, Yüzüklerin Efendisi’ni bastı ve bir daha hiçbir şey eskisi gibi olmadı…

Meğer fantastik edebiyat diye bir tür varmış ve yurt dışında epey popülermiş. Ve tam aradığım gibi hikâyeler anlatılıyormuş bu türde. Büyücüler, kahramanlar, canavarlar, farklı ırklar… Ülkemizde o güne dek varlığı bilinmeyen bir yazın türüydü fantastik. J.R.R. Tolkien’in yarattığı dünyaya, yazdığı destansı hikâyeye, bitki örtülerine dek tasarladığı haritaya tek kelimeyle hayran kalmıştım. Sonrasında kendisiyle ilgili bulabildiğim her şeyi okudum, öğrendim ve araştırdım. Eskiler hatırlar, Lost Library diye güzide bir internet sitesi vardı o zamanlar. Oranın sessiz müdavimlerindendim ben de. Sonraki yıllarda pek çok fantastik roman okudum ama Tolkien hep birinci sırada, baş tacım olarak kaldı.

Aşağı yukarı aynı dönemlerde o dönem Alfa Yayınları’ndan çıkan Punisher fasiküllerinde yerli bilimkurgu yazarlarımızdan Aşkın Güngör’ün mektup köşesine denk geldim. Her mektuba komik komik, insana kahkaha attıran cevaplar yazardı. Kendim de esprili bir insan olduğum için yazının bu şekilde kullanılması çok hoşuma gitmişti. Ondan bir sene sonra da Level Dergisi’nde incelemeler ve köşe yazıları kaleme alan Sinan Akkol’u keşfettim. O da yazılarında zekice kelime oyunları yapar, mizahî bir dil kullanır. Bu iki isim beni kendi yazılarımı yazmaya itti.  Onları taklit etmeye, onlar gibi esprili yazılar yazmaya çalıştım. Ama hepsi günlük tarzı, mektupvarî şeylerdi. Hiçbir zaman öykü yazmak aklıma gelmemişti.

Sinan Akkol’un bir köşe yazısında Douglas Adams’ın ölümsüz eseri Otostopçunun Galaksi Rehberi’ni tavsiye etmesi her şeyi değiştirdi. Onun en basit olayları bile absürt ve mizahi bir dille anlatma yeteneğine hayran kalmıştım. İlk hikâyelerimi Douglas Adams’a öykünerek ama fantastik edebiyat türünde yazmıştım.

Okur kimliğiniz size hayata dair neler kattı?

Kesinlikle çok şey. Her şeyden önce kendi hikâyelerimi yazma arzusunu aşıladı bana. Hep hayalperest biri olduğum için küçüklüğümden beri kafamda türlü türlü maceralar tasarlardım. Ama bunları kâğıda dökme fikri hiç geçmemişti aklımdan. Sonra bir gün kendime bir blog sayfası açtım. Yorgun Savaşçı’nın Günlüğü… Maksadım az önce isimlerini zikrettiğim Aşkın Güngör ve Sinan Akkol gibi mizahî yazılar yazmak, başımdan geçen ilginç olayları günlük tarzında ama komik bir biçimde arkadaşlarımla paylaşmaktı.

Sonra günün birinde bir baktım ki bir öykü yazıyorum. Hiç aklımda yokken, birdenbire başladım yazmaya. Emekli bir şövalye ile konuşan bir kılıç hakkında, tefrika tadında, esprili ve basit bir şeydi. Ama beklemediğim kadar iyi tepkiler aldı, hiç tanımadığım insanlar blog sayfama uğrayıp devamını okumak istediklerini belirttiler ve bu da beni kamçıladı. Ben de yazmaya devam ettim. Derken günün birinde hiç beklemediğim bir isimle karşılaştım: Aşkın Güngör. Yaklaşık 10 sene önce hayranlıkla takip ve de taklit ettiğim Aşkın ağabey ben görmeyeli bir sürü kitap yazmış ve kendi blog sayfasını açmıştı. Çekinerek kendisine bir yorum yazdım, o da sağ olsun büyük bir samimiyetle karşılık verdi bana. Onunla da kalmadı, hikâyelerimi okuyup tavsiyelerde bulundu, tecrübelerini paylaştı.

Sonra benim gibi kitap okumayı sevenlerin buluştuğu bir yer arar oldum. Yaşadığım çevrede kitaplardan bahsedebileceğim kimse yoktu. Böylece Kayıp Rıhtım’la tanıştım. Orada pek çok kıymetli kitap dostu edindim. Ray Bradbury ve Aldous Huxley gibi yazarları keşfettim. Fantastik ve polisiye dışındaki türleri okudum. Öykü Seçkisi sayesinde yazarlık yolunda önemli adımlar attım. Çevirmenlik ve editörlük yapmaya da ilk olarak orada başladım.

Bu esnada bir sürü kıymetli yazarla da bizzat tanıştım, hatta bazılarıyla dostluklar bile kurdum. Sadık Yemni, Yüksel Yılmaz, Funda Özlem Şeran, Doğu Yücel, Mehmet Berk Yaltırık, Şebnem Pişkin, Gülşah Elikbank, Onur Selamet, Aşkın Güngör… Ve şu anda ismini hatırlamama eşekliği gösterdiğim daha nice kıymetli insanla.

Eğer kitap okumayı sevmeseydim, eğer bu tutkumu takip etmeseydim buraya kadar anlattıklarımın hiçbirini yaşayamazdım. Bugün olduğum kişiyi kitap okuma alışkanlığıma borçluyum kesinlikle.

Çevirilerinizle yerli bilimkurgu külliyatına önemli katkılarda bulundunuz. Çevirmen olmaya nasıl karar verdiniz?

Aslında ben karar vermedim, çevirmenlik beni seçti. 🙂 Kayıp Rıhtım semalarında dolaştığım ilk yıl, artık bende ne gördülerse, sitenin içerik üreticisi kadrosuna dâhil edildim. Beni karanlık bir zindana kapatıp ayağıma bir pranga taktılar ve önüme yapılmayı bekleyen işleri yığdılar… Birkaç yarım kalmış proje vardı. En çok ilgimi çeken Tolkien’in büyücüleri üzerine bir çeviri dosyasıydı. Gandalf’tan Mavi Büyücülere dek hepsi detaylı bir şekilde anlatılıyordu fakat İngilizceydi; tercüme edilmesi gerekiyordu. Ama görünüşe göre öbür mahkûm… aman, şey… yazar arkadaşlar çok fazla ilerleme kaydedememişti.

Açtım dosyayı, okumaya başladım. Ve fark ettim ki ben bunu çevirebilirim. Hem de kolaylıkla. Böylece Gandalf’tan başladım. Zaten azılı bir Tolkien hayranı olduğum için anlatılanların yarısını önceden biliyordum. Dolayısıyla anlamam kolay oluyordu. Eh, az buçuk yazarlık da olduğundan akıcı bir dille tercüme edebiliyordum anlatılanları. Böylece yardım edeyim derken neredeyse tüm dosyayı tek başıma çevirdim. Bununla da kalmayıp benden önce çevrilen kısımlardaki hataları da düzelttim, editörlük yaptım. Sonra bu işten çok keyif aldığımı fark ettim; çevirmenliği sevmiştim.

Sonrasında sırf keyif için bir sürü öykü çevirip Rıhtım’da yayınlamaya başladım. Tolkien, Brandon Sanderson, Patrick Rothfuss, G.R.R. Martin, Isaac Asimov… diye gidiyor. Bir gün Neil Gaiman’ın Ben, Cthulhu (I, Cthulhu) adlı kısa hikâyesini tercüme ettim. Kontrolünü o yıllarda İthaki Yayınları’nda editörlük yapan ve Gaiman’a olan hayranlığıyla tanıdığımız Evrim Öncül yaptı. Sağ olsun, çevirimden övgüyle bahsedip beni yüreklendirdi ve bu işi profesyonel olarak yapmayı düşünebileceğimi söyledi. Çok mutlu olsam da o zaman bile çevirmenliği bir meslek olarak düşünmemiştim.

Derken 2012’de bir gün maaşlı işimden ayrıldım, yeni bir arayışa girdim ve o sıralarda İthaki Yayınları’ndan bir teklif aldım. Onlar için çevirmenlik yapmamı istiyorlardı, ilgilenir miydim? Dedim neden olmasın? Yeni bir iş bulana kadar yaparım, memnun kalırsam ikinci iş olarak sürdürürüm. Deyiş o deyiş. 10 sene oldu, hâlâ çevirmenim.

Sizce bir eseri farklı bir dile aktarmanın başlıca sorunları nelerdir? Çeviri yeniden yazımdır, teziyle ilgili ne düşünüyorsunuz?

Patrick Rothfuss’un bir sözü vardır. İlk kitabı çıktığında verdiği bir röportajda şöyle demişti: Bu soruyu sormak istediğinize emin misiniz? Çünkü yeni doğum yapmış bir anne gibi bu konu hakkında sabaha kadar konuşabilirim… Aynı şey benim için de geçerli. Hatta arkadaşlarımla sohbet ederken bunu sık sık yapıp onları canlarından bezdirmişliğim bile vardır. Ama madem siz kaşın… eee, şey sordunuz, anlatayım (Parmaklarını çıtlatır).

Öncelikle çeviri yapabilmek için sadece yabancı dil bilmek yeterli değildir. Kendi dilinize de çok iyi hâkim olmanız gerekir. Sular seller gibi İngilizce konuşuyor olabilirsiniz, peki ama derdinizi Türkçe yazarak, akıcı bir şekilde anlatabiliyor musunuz? İmla kurallarına hâkim misiniz? Eş ve zıt anlamlı kelimelerle, atasözleri ve deyimlerle, günlük konuşma jargonu ve edebi anlatımla aranız nasıl? Genel kültür bilginiz iyi mi? Kelime oyunlarını, başka eserlere yapılan göndermeleri fark edebilir misiniz? Aynı türde yazılmış başat kitapları okudunuz mu? Onların yarattığı terminolojiye hâkim misiniz?

İngilizce okuyup anladığınız bir cümleyi Türkçeye anlamından hiçbir şey kaybetmeden ama farklı kelimelerle tercüme edebilir misiniz? Çoğu kişi çevirmenliği sadece bir cümleyi okuyup, orada yazan kelimeleri Türkçeleriyle değiştirmek olarak düşünür. Ama kazın ayağı hiç öyle değildir işte. Kelimesi kelimesine yapılan bir çeviri hiçbir zaman güzel, akıcı ve anlaşılır olmaz.

Çeviri sadece “gördüğünü yazmak” da değildir. Çoğu zaman araştırma yapmak zorunda kalırsınız. Yazar hiç bilmediğiniz bu konudan bahsedebilir, özel terimler kullanabilir. O noktada onu anlamanız imkânsızlaşabilir; bilhassa da konuyla hiç ilginiz yoksa. O takdirde çeviriyi bir kenara bırakıp konuyu araştırmanız, az çok fikir sahibi olmanız icap eder ki anlatılmak istenen şeyi doğru idrak edebildiğinizden emin olun. Mesela iki kişi satranç oynarken “Hebroughtout his King’s Knight toBishop 3,” şeklinde bir cümleyle karşılaştığınızda kelimeleri bire bir değiştirerek “Kral’ının Şövalyesi’ni Vezir 3’e sürdü,” yazamazsınız. Çünkü okur bundan hiçbir şey anlamaz. Türkçedeki satranç jargonunu bilmeniz, bilmiyorsanız araştırıp öğrenmeniz ve çeviriyi ona göre yapmanız şart oğlu şarttır: “Adam sağ taraftaki atını f3’e sürdü.” F özellikle küçük olmak zorundadır mesela burada. Neden? Çünkü kural öyle…

Ve çevirdiğiniz bütün kelimeleri akıcı ve anlaşılır bir şekilde tekrar dizmeniz, cümleleri baştan kurmanız, bir yandan yazarın anlatmak istediğini aynen verirken diğer yandan da üslubunu korumanız icap eder. Noktalama işaretlerini de aynen kullanamazsınız. Onları da bizim dil bilgisi kurallarımıza uygun bir şekilde yeniden düzenlemelisiniz.

İşte bu noktada, çok başarılı bir çevirmen olsanız bile başka bir etmen girer işin içine. Bir yerden sonra beyniniz o kadar bulanır, o kadar bulanır ki en basit deyimleri ve cümle kalıplarını bile hatırlayamaz hâle gelirsiniz. Dilinizin ucundadırlar ama çıkmamak için feci şekilde ayak diretirler. Amuda da kalksanız, takla da atsanız bir türlü anımsayamazsınız. Ben buna çeviri tutulması diyorum. Çok belalı bir durumdur.

Çeviri başlı başına bir yeniden yazımdır diyebilir miyiz peki? Hem evet hem hayır. Evet, çünkü başka birinin yazdıklarını kendi dilinizde anlaşılacak şekilde baştan kaleme alıyorsunuz. Yeri geliyor araya pekiştirici kelimeler katıyor, yeri geliyor aynı manaya gelen başka bir cümle kuruyorsunuz. Hatta bazen olumsuz anlamlı bir cümleyi olumluya bile çevirdiğiniz oluyor.

Hayır, çünkü araya kendi cümle ve düşüncelerinizi katamazsınız. Yorum yapamazsınız. Ana metnin dışına çıkamazsınız. O yüzden tam manasıyla bir yeniden yazım da sayılmaz. İkisinin ortası diyebiliriz sanırım.

Çeviride “olmazsa olmazım” diyebileceğiniz kurallarınız var mı? Varsa söz etmek ister misiniz?

Akıcılık, akıcılık, akıcılık… Benim olmazsa olmazım kesinlikle bu. Çevirdiğim bir metnin sular seller gibi okunmasını isterim. İnsanlar cümlenin sonuna geldiğinde ben ne okuyordum deyip başa dönmemeli. Hangi karakterin konuştuğunu mutlaka anlamalı. Gereksiz virgüller okunuşu sekteye uğratmamalı. Gerçi sadece çeviri yaparken değil, kendi öykülerimi yazarken de böyle bu.

Şayet varsa favori çeviriniz/çevirileriniz nelerdir?

“2312” (Kim Stanley Robinson) beni en çok yoran, en çok ağlatan ama en nihayetinde de en çok gurur duyduğum çeviri olabilir. Bitirmem sekiz ay sürmüştü. Hem çok kalın bir kitaptı hem de inanılmaz zorlayıcı, aşırı bilimsel bir dili vardı. O çeviriyi yaparken bazı kısımları anlamak için nice doktorun, bilim insanının ve bilgisayar mühendisinin başının etini itinayla yemiştim.

Ted Chiang’ın “Geliş” (Arrival) adlı kısa hikâye derlemesi için yaptığım çeviriyi de severim. Çok uğraştırmıştı ama değmişti. Bolca kan ve ter döktürse de ardından gelen gözyaşları mutluluktan olmuştu en azından. Güzel yorumlar yollamıştı okurlar bana.

Isaac Asimov’un Galaktik İmparatorluk üçlemesi de böyle büyük bir ustanın dilimize kazandırılmasına katkım olmasından mütevellit benim için çok büyük bir gurur kaynağıdır.

Neil Gaiman’ın “Zümrüt Soruşturma” öyküsü için yaptığım çeviriye de değinmeden geçmeyeyim. Sherlock Holmes ile Cthulhu evrenlerini birleştiren bir hikâyeydi. O metinde güzel kelime oyunları vardı.You’ve Tried The Rest – Now Try The Best” için yaptığım “Cahilleri Denediniz – Şimdi de Mahiri Deneyin” çevirisinin tadı hâlâ damağımda. 🙂

Dresden Dosyaları evreninde geçen “Süsleme” adlı kısa hikâye ve Witcher evreninde geçen, Geralt ile Yennefer’ın düğününü konu alan “Bazı Şeyler Biter, Bazı Şeyler Başlar” adlı öykü için yaptığım çevirileri de anlattıkları öykülerin komikliğinden ötürü ayrı bir severim.

Henüz çıkmamış olsa da “Şehir ve Şehir” (China Mieville) için yaptığım çeviri düzeltisi de şimdiden favori çevirilerim arasında. Mieville’in kullandığı bir sürü tuhaf terimi işin içine daha akıcı bir anlatım katarak baştan çevirmek gayet güzel bir deneyimdi. Ortaya çıkan sonuç da epey tatmin edici oldu. Eski baskısını okuyanların yenisiyle karşılaştırma fırsatları olursa onların da çok seveceğine eminim.

Çevirilerinizin yanında kendi yazdığınız eserler de mevcut. Genel hatlarıyla anlatırsanız neler söyleyebilirsiniz?

Kendi adımı taşıyan, toplam 4 basılı kitabım var. Bunlardan ilki Yemin ve Öç. Kendisi aslında Kayıp Rıhtım şenlikleri için yazılmış bir e-kitaptı. Ücretsiz olarak indirip okuyabiliyordunuz. Unutulmuş Diyarlar evreninde geçiyor, bir barbar ile bir cücenin maceralarını konu alıyordu. Sonrasında birkaç kıymetli dostun desteğiyle basılı hâline de kavuştu. Ama hiçbir zaman satışa çıkmadı; sadece Rıhtım takipçilerine özel olarak sunuldu.

Sonrasında sevgili Aşkın Güngör’ün desteği ve editörlüğüyle BU Yayınevi’nden üç basılı kitabım daha çıktı. Yitik Öyküler Kitabı,” Yitik Öyküler Kitabı 2: Bilekbüken ve Geçmişin Gölgesi, Geleceğin Laneti.” Yazılarıyla beni yazmaya özendiren Aşkın Güngör bu sayede fahrî editörlüğümden resmî editörlüğüme geçmiş oldu anlayacağınız. 🙂

Yitik Öyküler 1 ve 2, fantastik ve bilimkurgu türlerinde yazdığım kısa öykülerden oluşuyor. Genç-yetişkin türüne daha yakın, kısmen basit ve esprili hikâyeler bunlar. Aralarında birkaç tane ciddi olan da var tabii. Özellikle ikinci kitapta. “Geçmişin Gölgesi, Geleceğin Laneti” ise Titanik felaketi ile Cthulhu mitosunu birleştiren bir kısa roman. Özellikle sonuncusu sevdiğim bir kitaptır.

Yazmakla ilgili herhangi bir metodunuz var mı? (Belirli saatlerde yazma ya da gündelik kelime hedefleri v.b.)

Hayır, yok. Genellikle bütün hikâyeyi kafamda kurgular, sonra da bir oturuşta baştan sona yazarım. Bazen arada aklıma daha iyi fikirler geldiği olur, o zaman yoldan biraz saparım ama çoğunlukla maceranın gidişatı ana hatlarıyla kafamda bellidir.

Yeni dosya çalışmaları var mı? Varsa bahsetmek ister misiniz?

Uzun süredir yazmak istediğim birkaç roman ve hikâye fikri var kafamda. Bazıları bilimkurgu türünde. Ama fırsat bulup da yazabilir miyim hiç bilmiyorum. Çeviri genellikle bütün vaktimi alıyor ve işimi yazı yazarak, çeviri yaparak kazandığımdan boş vakitlerimde yine ekranın karşısında oturup bir şeyler yazmak hiç içimden gelmiyor. Geçim sıkıntısı da ayrı bir dert tabii. Hikâye yazabilmek için kafanızın rahat olması lazım. Ama oralara çok girmeyeyim.

Çeviri olarak en sonra Jason Schreirer’den “Reset’e Bas” (Press Reset), China Mieville’den “Şehir ve Şehir” ve Orson Scott Card’tan “Ender’in Oyunu” kitaplarını çevirdim. Bir aksilik olmazsa bu yıl içerisinde çıkmalarını bekliyorum. Bugünlerdeyse yine Orson Scott Card’ın “Ölülerin Sözcüsü” adlı kitabını çeviriyorum. Ufukta birkaç proje daha var fakat kesinleşmeden bir şey söylemem doğru olmaz.

Son olarak okurlarımıza söylemek yahut eklemek istediğiniz şey var mı?

Buraya kadar okuma zahmetine katlanan herkese teşekkürler. Biraz (!) çenem düştü, uzun oldu ama kusura bakmayın lütfen. Sosyal medya yoluyla desteklerini, yorumlarını ve eleştirilerini esirgemeyen tüm kitap dostlarına da ayrıca şükranlarımı sunuyorum. Bana bu röportaj imkânını sunduğunuz için Bilimkurgu Kulübü’ne de çok çok teşekkür ederim.

Yazar: Emre Bozkuş

ben bir şarkıyım/atlas denizlerinden geldim/önümde dalgalar vardı/arkamda dalgalar/dalgalar bitince/ben de biterim

İlginizi Çekebilir

frank-herbert-roportaj-3

Kayıp Röportaj #3: Frank Herbert’tan Fütüristik Düşünceler

Daha önce hiç gün yüzüne çıkmayan bu sohbet, ilk olarak 1984 yılı ortalarında, tam da Dune filminin …

Bir Cevap Yazın

Bilimkurgu Kulübü sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin