Olmuyordu işte. Ne yapıp etse de gitmiyordu çamurlaşmış zihnine saplanan o imge! Anes, son zamanlarda neredeyse her gece göz kapaklarının yorgunluğuyla uyku evresine geçmeden önce bu imge öylesine canlı bir şekilde zihnine hücum ediyordu ki, artık delirdiğine karar vermişti. Ama yine de içinde bununla ilgili oluşan merak duygusu da onu bırakmıyordu. Neden bunu görüyorum, diye soruyordu kendine. En başta bunu Büyük Data Sisteminin (BDS) bir oyunu şeklinde değerlendirirken, şimdilerde söz konusu yargısından sıyrılmış, sadece kendisine ait bir orijinalite olduğu fikrine kapılmıştı. Malum olduğu üzere en muhalif seslerin oluşumundan bile bu sistemin sorumlu olduğunu kırk iki yıllık hayatında mütemadiyen gören Anes, ister istemez en sıra dışı tanıklıklardan bile yine bu sistemin sorumlu olduğunu düşünüyordu. Belki de bu görüntü de mahkûmiyetinin yedinci yılına ait bir göndermeydi, kim bilir.
Gözlerini kapattığında daha da netleşen bu görüntü ufak ayrıntılar dışında neredeyse hiç değişmiyordu; sislerin arasında ona doğru gizemli bir gülümsemeyle bakan bir kadın. Zihnine ilk defa zerk olduğunda, hafif çekik ve küçük siyah gözlerine baktıkça devasa bir ormanın içinde kayboluyormuş hissine kapıldığı için gözlerine bakamaz olmuştu en başlarda. Sonrasında gözlerinin içine bakmak bir tür saplantıya dönüşmüştü. Yanaklarının çöküklüğü onu zayıf göstermesinden çok yüzüne bütünlük sağlıyordu. Biraz daha dikkatli bakınca gözlerinden yanaklarına doğru nehir gibi inen bir göz yaşı olduğunu fark etmişti. Ama üzgün değildi bu kadın. Ten renginin beyazlığı, onu bir melekten ziyade bir fani gibi gösteriyordu.
Daha önce ismini dahi duymadığı K.M. örgütüyle bağlantı iddialarından dolayı Anes, Maslak Doğu 325.bloğun 451. katında kaldığı sekiz metre karelik evde tüm yayın ve etkileşimlerden mahrum edilmişti. Haftada bir kere bile olsa çarşı izniyle dışarı çıkıyor, nereye giderse onu takip eden denetim gözlerinin olduğunu bazen unutarak özellikle gri sahile bakarken içinde özgürlük duygusuyla doluyordu. Gelen sinyallerin tehlikeli olduğunu anlayan BDS ise hemen müdahale ederek zihnini sahte özgürlük görüntüleriyle dolduruyordu. Ne yapmıştı? Neden suçsuz olduğu hâlde mahkûm edilmişti? Kader mahkûmluğu da yazılımın bir parçasıysa neden her insan mahkûm edilmiyordu? Bazen evinin duvarlarının çatlak, soğuk ve griye çalan karanlığına baktığında bir zamanlar neler yaptığını düşünüyordu. İdeallerinin peşinde koşan bir etik yazılımcısıydı. İnsanların ahlaki yaşayışlarına dair öneriler sunarak Birleşik Milletler Konsensüsünün Avrasya temsilciliğinden beş BDS ödülüyle kariyeri de karizması da oldukça yukardaydı. Bu nedenle her türlü arzusunu bu duvarların renkli dünyasında gerçekleştiriyordu.
Bazıları reddetse de zihin algoritmasının özelliklerine göre en ideal versiyonu oluşturulan bir YZ kadınla birlikte olabiliyordu. Uzak bir hayalden ibaret olmasına rağmen arada sırada evlilik mesleğini düşünüyordu Anes. Evlilik mesleğini kabul etseydi böyle şeylere bu kadar zaman harcamayabileceğini düşünüyordu. Sadece bir kadınla bir ömür. Bunu yapabilenler çok az olmasına karşın Anes’e nedense oldukça çekici görünüyordu. Ne var ki kendi işinin meşguliyetinden dolayı artık bunları çok fazla düşünemez olmuştu. Ta ki mahkûm olana kadar. Hayatının her zerresinin muhasebesini, karşısındaki renksiz ve soğuk duvarlara bakarak yapıyordu şimdi. Suçlu kimdi? Gerçekten mahkûm olanlar onun gibiler miydi, yoksa hayatı boyunca güya hiç suç işlememiş şu muazzam kalabalık mıydı? Onlar sokaklara dahi çıkmıyor ve gerek de görmüyordu. Anes ise devasa binaların arasında sıkışıp kalmış gölgelerle dolu dar sokaklarda gözlendiğini bile bile dolanmanın dahi evde kalmaktan daha huzur verici olduğunu keşfetmişti. O insanlara sorsaydı, zaten evlerindeki duvarlarda her yere ve her şeye ulaştıklarını söylerlerdi. Ormanlarda, sahillerde, uzayın bilinmeyen derinliklerinde, okyanusun karanlık sularında bilinmeyen nice canlı, cansız şeyler keşfederek mest oluyorlardı. İstedikleri kişiyle sevişiyor, hızla kitap okuyor, resim boyuyor ve müzik besteliyorlardı. Hayatı böyle seviyorlardı.
Anes bir gün buharların arasında, sokakta yürürken aklına yine o imge düşmüştü. Hiç yeri ve zamanı değildi hâlbuki. Zihnindeki hareketlenmeleri algılayan denetim topları, gözleri kapalı olan Anes’in yanına gelerek durdu. İmgedeki kadının dalgalı siyah saçları çok yavaşça hareket ederken parlaklığıyla ince bir gökkuşağı oluşturuyordu. Anes gözünü açmadı. Denetim topları onu kontrol ettikten sonra mütecaviz görüngü patlamaları bekleyen Anes, durmayı sürdürdü. Seslerden anlaşıldığı üzere toplar kendisinden uzaklaşınca gözlerini açtı ve hiçbir şey olmadı. Bu da ne böyle? Neden hiçbir şey olmamıştı? Bir daha gözünü kapadı. Yine karşısındaydı o imge. Uyumuyordu. Peki neden şimdi karşısına çıkmıştı ki? Nefesi nefesine karışıyordu. Hızlandı. Dar sokakların çamurlu yollarında bata çıka ilerlerken stres düzeyi artınca imge kayboluverdi. Başında lacivert kapüşonu, uzun burnu ve gözlerinin tedirgin çukurlarıyla bir mahkûm yanına yaklaşıp elindeki bıçağı göstererek, “Ne yaptığını sanıyorsun sen? Sokakları tedirgin etme!” deyince, Anes kendisinin dahi beklemeyeceği bir hareketle karşılık verdi.
”Sokak mı? Zaten hep tedirgin değil mi?”
Kapüşonunu indiren mahkûm, Anes’in yakasına yapışarak, “Sen ne suç işledin?” diye sordu.
“Neden?”
“Çünkü belli bir suçlu kişiliğin yok görünüyor.”
“Yok mu? Siyasi suçluyum…”
Mahkûm kısa bir kahkaha atıp zorla içinde bastırdı.
“Tabii. Eğer yersem…”
O sırada koyu kahverengi ve gürültülü bir yağmur başlamıştı. Ancak damlalar öylesine can yakıyordu ki, bu durumda bir sıra dışılık olduğu belliydi. Sokağın ucunda duran yaşlı bir siluet, “Metal Yağmuru!” diye bağırdı. Yanındaki mahkûm gözlerini açıp panikle, “Aman tanrım. Bu… bu… bu anca yüzyılda bir gerçekleşen bir olay! Eğer bu gerçekleşiyorsa, bilin ki hiç iyi şeyler olmayacak!” diye haykırdı. Anes evinin yolunu tutana kadar vücudunun neredeyse her tarafı darbe almıştı. Soluk soluğa zor bela evine girip kendini olduğu gibi yatağa atarak bitap düştü ve uykuya daldı. Uykusunda hatırladığı tek rüya karesi yine o malum imgeydi. Kadının saçlarının yukarı doğru bağlanmış uzantısının ucu sanki rengarenk hâle gelmiş bir tavus kuşu misali duruyordu. Uzun süre izledikten sonra saçlarının renk cümbüşüne bürünmüş ucu hafif bir titremeyle derinden gelen huşu verici bir ıslık çalınca Anes uyandı. Ama kalkamıyordu yatağından. Bedeni beton gibi yatağa gömülmüştü, kımıldayamıyordu. Bunun BDS’nin bir oyunu olduğunu düşündü. Ancak ne bir görüntü vardı, ne de bir ses. Kısa bir süre sonra biri konuşmaya başladı.
“Herkes burada. Aramıza katılan yeni bir arkadaş var. İsmi Anes. Kendisi farkında olmasa da bizimle dolaylı yoldan çalışıyor. Merhaba Anes!”
“Merhaba, siz kimsiniz?”
“K.M. örgütünden Kamil ”
“Ne! K.M. mi? Sizin yüzünüzden beni mahkûm ettiler. Ben ne zaman sizinle işbirliği yapmışım?”
“Düşünüyorsunuz Bay Anes. Hiçbir duyguya ve hisse kapılmadan salt düşünebiliyorsunuz. Bu nedenle İdealardasınız. Herkesin kendi ideası olduğu gibi, ortak idealar da mevcut. Burası da onlardan biri. Ancak burada dikkat çekmemiz olası. Senin, benim gibi bazı insanlar bunca sanal uyarıcının baskısından sıyrılmak istedikleri için uzun yıllar boyunca farkına varılamayan bir şey oldu, evrim. Düşünce evrimi. Bizler evrim geçirdiğimizi ancak mahkûm olunca anladık. Evrim geçirenler birbirini tanır. Sanırım artık sorunuzun cevabını aldınız.”
“Bir dakika. İdea dediniz. Sistem burayı görmüyor mu?”
“Sistemin tek göremediği yer idealardır. Ama gördüğünü sanıyor. Düşünce okumalarının hepsi tahmin üzerine kurulu. Duygularını yönetebildiği ve salt düşünme melekesini derinleştirdiği müddetçe bir kişinin ne düşündüğünü kimse göremez. Ancak ortak İdeaları görmeleri olası. Burası riskli bir yer.”
“Çoğu kimse düşünüyor sanıyordum. Çünkü gün içerisinde evlerinde kendilerini geliştirecek onlarca faaliyet de yapıyorlar.”
“Hayır. Herkes bütün gün düşündüğünü sanır. Zevklere ve duygulara bağlı olan hayvani yönümüzle düşünmek, düşünmek değildir. Şahsen ben de öyle sanırdım. Ta ki yine dediğim gibi mahkûm olana kadar. Bütün yayınlardan, sanal aktivitelerden sıyrılınca gerçek manada bana kalan büyük bir boşluk oldu. O boşluğu dolduracak olan tek şeyse salt düşünceydi. ”
Başka sesler boşlukta yankılanınca Anes sessizleşti.
“Çilek Kokusu!”
“Çilek kokusu!”
“Çilek Kokusu!”
“Endişelenme Anes, bunlar bizim arkadaşlar. Çilek Kokusu da parolamız. Beş kişi olduk. Sanırım yeterli. Acele etmemiz lazım. Denetim topları, ortak ideamıza dalış yapabilir. Arkadaşların isimleri? Evet. Sırasıyla; Sophie, Zheng ve Kazım. Dillerimiz farklı. Ama burada dillerimiz çevrilir. Bir tür yazılım gibi. Bunun nasıl oluştuğuyla ilgili…”
Anes dayanamayarak söze girdi.
“Bir dakika. Tüm bunların BDS’nin kurgusu olmadığını nasıl anlayabilirim?”
“Biliyorsun, BDS kendi çemberinin dışından gelen veya içinden doğan tüm şeyleri manipüle edip etkisiz hâle getirerek kendine göre dönüştürüyor ve hikâyesini yaratıyor. Yani bir anlamda herkesin hikâyesini yazan bir sistem. Ama çoğu kimse işleyişinin içeriğini unuttu bile. BDS’nin kurgusu olmadığı, bizim bunu açıklama rahatlığımızdan belli. Aksi durumda şu anda yakalanmamız gerekirdi.”
“Ya bu da kurguysa? Yani BDS bunu da biliyor olamaz mı?”
“Bunu en iyi şekilde kendi ideanın farkına vardığında anlayacaksın Anes. Biz sana ne kadar done versek de, senin bunu ortak ideada bir kavrama oturtman zor olacaktır.”
“Kendi ideamın nasıl farkına varabilirim?” diye sordu kendini alamadan.
“Varlığının içinde boşluk hissini far kedince… Peki sen şu imgeni anlatır mısın?”
“Nereden biliyorsunuz?”
“Herkes aynı imgeyi görüyor da ondan. Seninki farklı mı bakalım?”
Anes, onlara kadını bütün detaylarıyla nerede gördüğünü anlattıktan sonra Zheng sözünü sakınmadan sonuca bağladı.
“Doğa Ana bu! Yani hepimizin ortak verdiği karar doğrultusunda doğa kavramına oturtabildik bunu. Belki başka bir şey de olabilir.”
“Kadın olarak gözükmesi de doğanın doğurganlığını zihnimizin derinliklerine oturttuğumuz için olsa gerek,” dedi Sophie.
Kazım da derin bir nefes alıp sohbete katılmak istediğini belirten bir nidayla başladı. “En önemlisi, ortak ideaya geçiş anahtarı bu imge. Yani imgeler dünyasından kavramlar dünyasına geçişteki bileti Doğa Ana veriyor diyebiliriz.”
“İşte burasının kurgu olmadığının göstergesi bu olabilir Anes,” dedi Kamil, kendinden emin şekilde ve sonra devam etti. “Evet, şimdi Kuvvacılar, hazır mısınız?”
“Kuvva mı?”
“Aa..pardon! K.M.’nin açılımını söylemedim. Kuvvayı Milliye!”
“Ama bu, çok eski bir milli mücadele grubu değil mi?”
“Değil. Çok eski, evet. Sadece milli değil. Yani Sadece milli demek, hakaret olur. Çünkü tarihte olan olayların kavramı ancak üzerinden çok uzun zaman geçtiğinde belirginleşir. Kuvvayı Milliye sadece bir isim. Ama içindeki anlamı şu; Emperyalistleri mağlup eden ilk organize grup. Esaret altındaki bütün sömürülmüş ülkelere umut olmuştur bu iki kelime.”
“ Bilmiyordum. Etkilendim. Peki BDS bu açılımı biliyor mu?”
“Sanırım bilmiyor. Bilseydi haberimiz olurdu.”
“ Peki ya Çilek Kokusu?”
“Çilek Kokusu…Aa…Evet. O mücadele zamanlarında ilk defa çilek ekilmişti Anadolu topraklarına. Büyük Taarruz’un sonlarına denk geliyordu. O zamanlarda hasat edilen o ilk çileklerin kokusu, zaferi hatırlatıyor.”
Anes anlam veremediği bir gurur duygusuyla doldu. Bunun felaket getireceğini düşünen Kamil, acele davranarak ortak ideayı son cümleyle sonlandırdı.
“Herkes kendi ideasında kendini korumaya alsın! Konuşma bitmiştir.”
Anes ne yapacağını bilemez hâlde yatakta yatarken bir anda ayağa fırladı ve nefes nefese, “Ne yapmalıyım? Tamam sakin ol, Anes! Sadece düşünmelisin! Sadece düşün, evet düşün!” diye haykırdı. Kendi kendini telkin ederken kapı açıldı ve denetim topları havada süzülerek odaya doluştu. Denetim toplarının içinden çıkan güçlü bas ve ışık helezonunun etkisiyle Anes gözlerini ve elleriyle de kulaklarını kapattı.
“%70 gurur, %29 korku, % 1 sevgi tespiti.”
Tüm bu tespit oranlarından sonra, gurur salgısının nereden oluştuğunu anlayabilecek zihinsel faaliyetlerle BDS’ye has bir hikâye filmi Anes’in zihnine enjekte edildi.
Kuvvayı Milliye’nin ilkel bir virüs olduğunu, milliyetçilik kavramıyla insanların zihinlerini şiddete meylederek ırksal bir düşünce yaydığını izleyince, Anes hayal kırıklığı yaşadı. Ancak ardından kapitalizmin yıkılışını, yine ondan daha iyi bir sistem olduğunu gösteren kreditalizmi izledi. Ardından önündeki masanın üstüne, üst seçkinlerin yiyeceği olan çilek bırakıldı. Anes şaşkınlık içerisinde o meyveye baktı, kokladı ve sonra yedi. Kalan diğer arkadaşları da aynı muameleyle mahkûmiyetten çıkıp evlerinin şenlenmesini izledi.
Anes uyumayı bekliyordu. Sanki uykudan yeni uyanıp gördüğü önemli bir rüyayı hatırlamak ister gibi sürekli bir düşünme çabası içindeydi. Ne yapmıştı? Gün boyunca ne izlediyse, aklının ucunda toplanan bilgiler tam bir bütünlük oluşturmaya yaklaşacakken bir anda izlediği program değişip dikkatini dağıtıyordu. Bu yüzden geceyi bekledi.
“Evet, mahkûmdum ben. Ama nasıl olur? Mahkûmiyetim bitmeden beni neden yine sisteme dâhil ettiler?”
Kendi kendine söylenince sistem anında cevabını verdi.
“Size ödül vermek istedik Bay Anes. Mahkûmiyetiniz boyunca iyi hâlden indirim aldınız.”
Karşısına kadınların kendini pazarladığı reklamlar çıkınca Anes biraz duraladı. Çünkü içlerinden beyaz tenli bir kadın zihninde bir şeyleri çağrıştırıyordu. Gece olunca gözünü kapatıp uyur gibi yaparak o reklamı düşünmeye başladı. Fakat olmuyordu. Hatırlayamadı. Derin bir nefes alıp hiçbir şey düşünmemeyi seçti. Sadece durdu. Tavandaki boşluğa baktı. Göz kapakları ağırlaşıp uykuya doğru geçince yavaşça o imge belirmeye başladı. Tabii ya! Daha önce dikkat etmediği o görüntüdeki ellere baktı. Ellerinin avuçları, biri aşağıda biri yukarıda olmak üzere birbirine dönüktü. Bu bir tür düşüş ve yükseliş döngüsünü anlatıyordu sanki. Doğa gibi. İnsan gibi. Kuvvacılar gibi. Arkadaşlarını hatırladı. Olanlar tam anlamıyla her şeyi anlatıyordu. Zihninde hızlıca geçti yaşadıkları. Ortak idea, Kuvvayı Milliye ve Çilek kokusu; eğer BDS’nin kurgusu olsaydı, mahkûmiyetimi bu kadar erken sonlandırıp başka bir mahkûmiyete aktarmazlardı beni, diye düşündü. Evet, o imge. O imge de bir geçiş anahtarıydı ortak ideaya. Artık rahatlamıştı. Uyandı. Gözlerini yavaşça açıp tekrar kapattı ve kendi ideasının ilk defa farkına vardı.
“Ben. Ben kimim? Yanlı soru bu. Varlık akıyor, hissediyorum. Düşüyor boşluğa. Boşluk bütünlüyor varlığı. Yanılıyorum. Düşünüyorum varlığı. Düşünüyorum beni. Ben, düşünüyorum. Yanılıyorum yine. Düşünüyorum düşünmeyi. Ben yanılgıyım. Öyleyse varım…”