“Geliyor geliyor, hazır ol!” diye bağırdı Mehmet, iki gün önce bir gece vakti gizlice dökülmüş hafriyat yığının üstünden. İzmir’in beş benzemez gökdelenlerine komşu bir gecekondu mahallesinin girişindeki üç katlı, metruk binanın çatısından Ali’nin cırtlak, ergen sesi geldi: “Hazırım, gelsin bakalım.”
Yaşına göre epeyce uzun olan Ali, özenle seçtiği sağlam taşı Filistin sapanına yerleştirdi ve sallamaya başladı. Havada çemberler çizen sapan her turunda hızlanıyor, ıslık çalıyordu. Elinde demir sopayla aşağıda bekleyen Mehmet heyecandan yerinde duramıyordu. Tepenin üstünde zıplarken göbeği de onunla beraber bir yukarı bir aşağı gidiyordu:
“Vurabileceğinden emin misin, Arap? Bu iş kuş vurmaya benzemez. Taklaya gelmeyelim sonra. ”
“Ayıpsın, Türk. İki kaşının ortasından bile vururum onu. O iş bende, kafanı yorma ve beni lafa tutma!”
Yüzleri maskeli, Filistinli Ali ve Afyonlu Mehmet yürekleri ağzında bekliyorlardı. Özel elektrik şirketinin gönderdiği fatura okuyucu, dört kanatlı dron onlara doğru yaklaşıyordu. Olacaklardan habersiz makine, kanatlarını mutlu mutlu vızıldatarak mahalleye giriyordu ki Ali’nin sapanından bir mermi gibi fırlayan taş, kamerasını kırıp gövdesini çatlattı. Sersemleyen dron, bir kayık gibi sağa sola sallanarak dengesini tekrar kurmaya çalıştı.
“Düşmedi oğlum düşmedi, ikinci taşı yolla,” diye akıl verdi Mehmet; oysa Ali çoktan yeni taşı yerleştirdiği sapanını sallamaya başlamıştı. Saldırıya uğradığını dahi anlamayan düşük zekâlı dron, biraz alçalarak ilk faturayı okumaya niyetlendi. Ancak ikinci taş hedefi tam on ikiden vurdu ve makinenin gövdesini parçalayarak beynini dağıttı. Avcının havada vurduğu bir kuş gibi yere düştü makine.
Sevinç çığlıkları atan Mehmet vakit kaybetmeden dronun düştüğü yere koştu ve demir sopayla makinenin kanatlarını kırarak kullanılmaz hâle getirdi. Çatıdan aşağı inen Ali, arkadaşına:
“Sana demedim mi oğlum, ben adamı iki kaşının ortasından vururum diye. Boşu boşuna o kadar heyecan yaptın. Nasıl vurdum ama!” dedi.
“Helal olsun, sen bu işin harbiden ustasıymışsın. Elini ver öpeyim kardeşim. Hakkını yedim…”
“Lan cıvıtma, Mehmet! Aynasızlar damlamadan, malı Emmi’ye götürüp okutalım. Cebimiz para görsün biraz.”
Eski bir un çuvalına koydukları artık beş para etmez dronla mahalle arasına girip izlerini kaybettirdiler.
***
Emmi’nin hurda dükkânında iki sıkı dost, demli kaçak çaylarını höpürdeterek içiyorlardı. Avladıkları dronun itinayla parçalara bölünmesini izliyorlardı keyifle. Kurbanı parçalarına ayıran bir kasap gibi hızlıydı Emmi. Altmışlı yaşlarında olmasına rağmen elleri azıcık olsun titremezdi.
O kadar gürültünün içerisinde Emmi bağıra çağıra konuşuyordu: “Ellerinize sağlık gençler, iyi yapmışsınız. Yetti gari, her hafta zam mı gelir be ya. Elli yıldır zam zam zam, bi’ gün yüzü göstermediler, anasını sattığımın ömründe…”
Gençler kahkahayı patlattı. Drondan ayırdığı parçaları dikkatle tarttı ve paralarını verdi Emmi. Ne bir kuruş eksik ne bir kuruş fazla. Becerikli elleri kadar adaletiyle de meşhurdu. “Bu aralar faturacı dronları vurmak da moda oldu… Kendinize dikkat edin ama, bu anasını sattığımın şirketlerinden her bok beklenir. Uzun lafın kısası, arkanızı kollayın yani!”
Bileklerinin hakkıyla kazandıkları parayı kardeş payı bölüştü Ali ve Mehmet. Biri Arap biri Türk’tü, ama ikisi de fakirdi. Açlığın dini olmaz yoksulluğun vatanı, derler. Öyleydi. Mehmet, parayı yırtık olmayan sol cebine koydu:
“Böyle her ay bir faturacı avlarsak, işimiz iş. Deme keyfimize!”
Ali ise her zamanki gibi paraları çorabının içine sıkıştırdı.
“Meta paramız çıkar en azından. Çok uzak kaldık alemlerden.”
Ne yazık ki iki dosta bir daha dron avlamak nasip olmadı. Neden derseniz, elektrik şirketi, bir sonraki ay fatura okuyucusunu polis dronu eşliğinde gecekondu mahallesine gönderdi. Birkaç plastik mermiye hedef olup bolca gaz bombası yemekle yetindi gençler. Şirket, polis dronunun masrafını da faturalara yansıtmayı unutmadı tabii.