Karanlık susadığı, kâbus gördüğü veya tuvaleti geldiği için uyanan bir çocuğun yataktan kalkıp mutfağa, tuvalete, anne-babasının yanına gidemeyeceği türdendi. Çocuk odasında, gece lambasına elektrik akımı taşıyan kablolardan biri, lambaya bağlandığı yerden, ısınma ve oksitlenme yüzünden saat 01.38’de kopmuştu. Gökyüzü ay ışığından mahrumdu, Zeynep’in odasına pencereden sızan ışık varla yok arasıydı. Küçüklerin korkuları ise başka başkaydı. Bu karanlıkta yorganın altında susuz ve kasıkları ağrı içinde beklemek; gölgeler yüzünden hepsi birer yaratığa dönüşmüş eşyalar arasında yürümeye tercih edilirdi.
Zeynep’in gecesi yatağa girdiği andan itibaren korkuyla başlamıştı. Bir gecenin korkuyla başlaması sabaha kadar görünecek kâbusların habercisiydi. Gece vakti, o sessizlikte kâbuslarla uyanmış, karşısında duran palyaçonun gözlerinde -tıpkı yatağa girdikten hemen sonra gördüğü gibi- bir hareketlenme sezdiği için yataktan kalkamamıştı.
“Üzerine kâbus gölgesi serpmek istemiyorum, hemen gözlerini kapat!” demişti palyaço. Ağzı, burnu, kapalı gözleri kıpırdamadan, eli-kolu oynamadan konuşmuştu. “Hadi uyu,” diye fısıldamıştı kulağına. Zeynep minik kalbi hızla atarken yorganı kafasına çekip beklemiş; dudağı kuru halde, sivrisinek vızıltılarına elini savuramadan, kuklasına sarılarak uykuya dalmıştı.
Bir çift göz, Zeynep susuz kalarak uykuya daldıktan sonra, o karanlık ve gölgeler içinde aniden açılmıştı. Gözün açılmasıyla birlikte salondaki televizyonun ekranı aydınlanmış, ekranda Köle Isaura belirmiş ve dizinin jenerik müziği alçak sesle ortama yayılmıştı. Göz simsiyahtı, kocaman bir boncuğa benziyordu. Mekanik bir makinenin yeni yağlanmış parçası gibiydi. Parlaklığına rağmen cansızdı, bulunduğu surata sırıtkan bir ifade olarak yerleşmişti. Yaydığı bakışlar, soğuk kış günü karanlıkta kalmış bir sokak gibi donuk, ıssız ve ürperticiydi. Gözlerin ait olduğu karartının yuvarlak burnu kırmızı ve iri; gülme ifadesi çizilmiş dudakları şehvet doluydu.
Dudaklar önce, “Kunta Kinte,” diye fısıldadı, sonra dizinin müziğine eşlik etti. Karartının uzun kirpikleri bir sinek kanadını andıracak şekilde yukarı aşağı oynadı. Hemen yanındaki -ve Zeynep’in çok sevdiği- müzik kutusundan tatlı mı tatlı iki nota döküldü. Küçük kız, tüm bunlar olup biterken uykuya daldığı için şanslıydı.
Gözlerin sahibi olan mekanik şey Zeynep’in masasının üstündeydi, sırtını aynaya dayamış, oturur vaziyetteydi. Boyu yarım metre bile yoktu. Sağını solunu çok iyi bildiği ve çoğu köşesinde uzun saatler geçirdiği, Zeynep’in elinde oradan oraya savrulduğu evi yadırgamamıştı. Çenesini aşağı eğdi, gözleri vücut yerine geçen uzuvlarının üzerinde dolaştı. Duyma duyusunun aktif olduğunu, holden gelen ayak sesleriyle fark etti. Ayak seslerinin sahibi Zeynep’in babasıydı.
Atilla Bey, “Hay bela sivrisinekler!” deyip bir düğmeye basmış ve yüz yirmi kiloluk vücuduyla bir kapıyı açıp kapamıştı. Sivrisineklere sövse de uyanma sebebi göğsündeki ağrıydı. Midesi de çeşitli yanmalar ve kasılmalar içindeydi. O akşam iki porsiyon kebap yemiş, bir yetmişlik rakıyı devirmiş; midesi, kalbi ve damarları için riskli olduğunu bilmesine rağmen bir paket de sigara bitirmişti.
Aynı anda küçücük başka bir şey, bir çocuk, yatağında parmaklarını ısırdı, çığlık atmak istemiyordu. Çığlık atar ve masanın üzerindeki parlak gözler, eğer onu izlediğini fark ederse başına kötü şeyler gelebilirdi. Bakışları dakikalardır, masadaki karartıdaydı ve onun defalarca hareket ettiğinden emindi. “Köle Isaura’nın müziğini mi duydum?” diye düşünmüştü. Ama bu mümkün değildi, çok saçmaydı. Zeynep’in masasındaki karartı köpeği Dali olamazdı, öyle bir durumda minik köpek kuyruğunu sallamadan, silkelenmeden veya meşhur iniltisini etrafa yaymadan duramazdı. Ayrıca Dali bir insan gibi oturmayı da beceremezdi, bir makine gibi hareket etmeyi ise asla taklit edemezdi.
Çocuğun adı Can’dı. Can birkaç ay önce beş yaşına girdiğini sanıyordu -çünkü Zeynep herkese beş yaşında olduğunu söyleyip dururdu- ve ona göre beş yaşında olmak, dünyayı anlamak için yeterliydi. Yatağın içinde iki büklümdü, kendini iyice saklamak niyetindeydi. Yatağın diğer tarafında ise ikizim dediği Zeynep yatıyordu, onun böylesine rahat, deliksiz, huzur içinde uyuyabilmesine şaşkındı. İkizi her şeyden habersiz, rüyalar âlemindeyken, kendi kalbi, çocukların dakikalarca kovaladığı sapsarı bir civcivin kalbi gibi atmaya devam etti. Ayaklarını, ellerini, kafasını oynatmak şöyle dursun, gözünü bile kırpamıyor, yarı araladığı göz kapaklarını daha fazla açmaya veya kapamaya çekiniyordu, bir çıt duyulmasın, bir hareket görülmesin istiyordu. Masadaki şey onu kesinlikle fark ederdi, odada -Zeynep başka bir âlemde olduğuna göre- yalnızdı ve gecenin bir yarısıyken fark edilmek, o karanlık bakışların üzerine çevrilmesi onu öldürebilirdi. Zaten o an ortamdaki, ne var ne yoksa, her şeyin rengi siyahtı.
Can yorganın altında çişi gelen bir çocuk gibi kıvranıp duramasa da susadığından değil bu yüzden uyanmıştı. Annesi veya babasının, her gece yaptıkları gibi, onu ve Zeynep’i kontrole gelmelerini bekliyordu. Henüz yatağından kalkıp sessizlik ve karanlıkta, tek başına tuvalete gitme cesaretine sahip değildi. İkizi de öyleydi. Zeynep’in kalbinin karanlıkta nasıl hızlandığına çok defa şahit olmuştu, o anlarda Zeynep, ona sımsıkı sarılırdı. Can kızın en büyük korkusunun yetişkinlerin aksine ölmek değil karanlıkta kalmak olduğunu biliyordu. Az önce bazı sesler duymuştu. Anlaşılan, ya annesi ya da babası tuvalete kalkmıştı, oradan çıktıktan sonra kendisini kontrol etmek için odaya gireceklerinden emindi. İşte o vakit rahat bir nefes alır, kaskatı kesilmiş bedenini istediği gibi serbest bırakabilirdi. En iyisi, anne-babasının tuvaletten çıkmasını beklemekti.
Can beklemeye devam ederken kapının yanındaki küçük askılıkta duran minik, sevimli bir ceketin kolları oynadı. Küçük çocuk, yattığı yerde istemsizce sıçradı. Minik, kırmızı renkteki ceketin arka kısmı bir rüzgâra kapılmış gibi havaya kalktı, kollar yandaki ceplere girdi. Can, yorganı ağzına soktu; gözü hem cekette hem de masadaki karartıdaydı. Ceket, pelerin gibi açılarak askılığı kapladı, yukarı doğru kalkmış yakalar görünmez bir el tarafından düzeltildi. Ceketin duvardaki gölgesi, bir vampirin pelerininden farksızdı ve Can’a göre o vampir zaten uzun süredir ceketin içinde saklanıyordu. Ceket ikizine aitti. 23 Nisan’daki dans gösterisi için alınmıştı.
Küçük çocuk, daha korkuncu, ceketi üzerine geçiren kişiyi görmüştü. At gibi uzun suratlıydı, upuzun kanca bir buruna sahipti, kulaklar kepçeydi, gözler ise çizgi halinde ve kapalıydı. Elleri veya ayakları yoktu, sadece kafası belirgindi. Ayrıca böyle küçük bir cekete sığdığına göre cüceydi. Can’ın ise hayatta çok korktuğu iki şey vardı: cüceler ve bir keresinde bir gece vakti pencereden içeri girip Zeynep’i ağlama krizine sokan yarasalar.
Masadaki karartının ise bir palyaço olabileceğini o an korkuyla akıl etti. O muhtemel palyaço adayı bir doğum günü hediyesi miydi, yoksa doğduğundan beri evin içinde gezinip duruyor muydu, anımsayamadı. Sokaktan geçen bir arabanın farları düşüncesini haklı kılmıştı, motor sesiyle kısa süreliğine baştan sona ve sıra içinde aydınlanan odada, masanın üzerinde kafasını sağa sola sallayan küçük bir palyaço gördü. Arabanın, tam odanın yanından geçerken çıkardığı gürültüden cesaretle kafasını yorgana iyice gömdü. Holden yayılan tıkırtıyla sevindi. Tuvaletin kapısı açılıp kapanmıştı. Bir öksürük yankılandı, babasından çıktığı belliydi. Birkaç saniyeye kalmaz, odanın kapısının açılacağını umdu ve bekledi, ne var ki gelen giden olmadı. Babası yapabileceği en büyük kötülüğü yapmış ve onu unutmuştu.
Palyaço yavaşça ayaklarının üzerinde doğrulduğunda, minik-kırmızı ceketin kolları yana doğru kalkıp indi, ceketin içindeki surat kaybolmuştu. Masanın üzerindeki ıvır zıvır kendiliğinden bir kenara toplanıp palyaçoya yol açtı. Atlıkarıncalı müzik kutusu Can’ın çok sevdiği ama adını bilmediği bir senfoninin melodisini yaymaya koyuldu. Palyaço ellerini cebine soktu, masadaki eşyalara anlaşılmaz şeyler söyleyip bir sıçrayışta sandalyenin üzerine, oradan da ikinci bir sıçrayışla (havada ters takla atarak) yere indi. Boyu, en fazla Dali’ninki kadardı. Palyaço odanın zeminine ayak bastığı anda bir kahkaha atıp, “Benim adım Palyaço Karabasan,” dedi. Pille çalışan, mekanik bir sesti. Paytak adımlarla askılığın yanında durdu ve kollarını yukarı kaldırınca, ceket bir anda üzerine geçti.
Palyaço durduğu yerde birkaç takla attı, bir ara dönüp Can’ın yatağına doğru baktı, anlaşılmaz mırıltılarla zıpladı ve kapı kolunu aşağı çekti. Kapı sonuna kadar açılırken oradan odanın içine bir başka karanlık süzüldü. Palyaço Karabasan, giydiği ceketle birlikte odadan çıktı.
Can, gözlerini birkaç kez kırptı. Artık o ikisi, ceket ve palyaço, odanın içinde olmadıklarına göre, en azından rahat bir nefes alabilirdi. Dakikalardır kaskatı duran kollarını ve ayaklarını küçük adımlarla hareket ettirdi. Gözü odada kıpırdanan başka bir nesne var mı yok mu diye etrafı kolaçan etmeye koyulmuşken, ikizinin çok sevdiği battaniyenin, giysi dolabından bir yılan gibi kıvrılarak dışarı çıktığını gördü. Şirin köpek motifleriyle kaplı battaniye o an kocaman bir yılandan farksızdı, seri hareketlerle açık kapıdan odayı terk etti. İşte o anda ikizini artık uyandırmayı düşündüyse de, onun dudaklarını iştahla yaladığını gördüğünde yine vazgeçti.
Karanlıkta nerede gezindiği belli olmayan palyaço, ayaklarının ucuna serilen battaniyeyi boynuna bağlayıp pelerin yaptı. Simsiyah, boncuk gözleri parlıyordu ama o gözler bariz bir şekilde cansızdı. Ağır adımlarla, anlaşılmayan bir dilde şarkılar mırıldanarak evin kapılarını açmaya koyuldu. Önce mutfağa girdi ve dokunduğu her nesneye hayat verdi. Buzdolabı kapaklarının kenarlarından soğuk buharlar yaydı, bulaşık makinesi dışarı su fışkırttı, tost makinesi koca bir ağız gibi açılıp kapandı, su ısıtıcısı fokurdadı. Çekmeceler, dolaplar aynı anda açıldı ve içindeki tüm cam, porselen, plastik eşya durduğu yerde titredi. Gölgelerle kaplanmış mutfak, içinde hacim kaplayan tüm eşyayla bütünleşmişti, aynı tempoda ritim tutuyordu. Palyaço kısa bir kahkaha attı.
Can, seslerin farkındaydı. Özellikle mutfaktan çıkan tıkırtıları hayretle dinliyordu. Anne ve babasının bu seslere rağmen hâlâ uyuyabilmelerini ise anlayamıyordu. Ayrıca, dakikalardır odanın içinde hareket eden bir nesne yoktu. Belki onun yataktan kalkmasını bekliyorlardı. Yataktan kalkınca hep beraber önünde dikileceklerdi. Birden bambaşka bir heyecana kapıldı. Artık çişini tutmakta zorlanıyordu. Tek kolunu yorganın dışına çıkardı. Gözleri odada dört dönüyordu. Diğer koluyla birlikte sağ bacağını da yorganın üzerine attı. Minik bedeni yavaşça ve ürkekçe hareket ediyordu.
Tüm korkularından saklanmak için uyurgezer numarası yapmayı düşündü. Nesneler, o vakit onun yürüse de hâlâ uyduğunu anlayacaklar ve muhtemelen kendisini rahat bırakacaklardı. Tuvalete girip hemen çıkar ve yatağına döndüğünde kulaklarını tıkardı. Yalnız, palyaçoyla karşılaşmak istemiyordu. Yatakta doğruldu, milim aralanmış gözleri hâlâ kapalıydı. Yataktan indi, kollarını öne uzatarak yavaşça yürüdü. Tam ikizini uyandırmaya karar verdiği sırada, kızın uykusunda saçma sapan şeyler sayıkladığını duyup bundan yine vazgeçti, kız ayrıca dudaklarını yalamayı sürdürüyordu. Tek başına kapıdan çıkmak üzereyken, dört ayak üstünde doğrulan -ona en yakın dostları- oyuncak ayı ve pilli köpeğin, onun hemen ardından, sessizce kendisini takip ettiklerini anlayamadı.
Salon kapkaranlıktı. Küçük çocuk kafasını sağa sola çevirmeye çekiniyordu. Bir uyurgezer gibi sadece önüne bakmalıydı. Onu ancak o zaman görmezden gelebilirlerdi. Neyse ki ne odadan çıktığında ne de tuvalete yürürken palyaço veya başka bir şey görmüştü. Ortalık sessiz, sakindi. Tabii mutfak tarafından bazı sesler yayılmaya devam ediyordu, oranın kapısı kapalı olduğu için net biçimde anlayamasa da ortada bir hareketlilik vardı, Zeynep’in ceketini giyen palyaçonun ve dolaptan çıkan battaniyenin sağa sola savrulduklarından emindi.
Tuvalete birkaç adım kala salon aydınlandı, tanıdık ama hoş hatıralardan uzak bir müzik aynı anda etrafa yayıldı. Can, ellerini gözlerine götürerek uyurgezer numarasına son verdi ve durduğu yerde çakılı kaldı. Gözünü kapatan parmaklarını araladı ve o aralıktan önüne baktı. Televizyon açılmıştı. Televizyon ekranından çıkan ışık salonu titrek gölgeler içinde bırakırken, aynı şekilde o tanıdık korkutucu müzik de gölgelerin Can için büyüyüp devleşmelerine neden oldu. Köle Isaura isimli o dizinin korkutucu başlangıcı ekrandaydı tabii. O dayanılmaz müzik kulaklarına yayılırken Can’ın diz kapakları titredi. Can’ın dünyada sevmediği üçüncü şey, belki de bu televizyon dizisiydi. Zeynep de Köle Isaura’nın müziğini ne zaman duysa ağlardı.
Diğer zamanlar yaptığı gibi, her şeyden daha ürkütücü olan bu müziği duyduğunda, kendisini salondaki masanın altına da atamıyordu, çünkü Zeynep yanında değildi. Isaura’nın güzelce taranmış saçları ve özenle giydiği elbisesiyle karşısında dansa başlayacağını düşünüp inledi. Babaannesinin yaptığı gibi dua etmek istedi ama bildiği hiçbir dua yoktu. Sadece içinden, “İnşallah gelmez! İnşallah gelmez!” diye sayıklayıp durdu.
Can kollarını tekrar öne doğru uzattı, parmakları titreyerek tuvaletin kapı kolunu tuttu ama kapı bir türlü açılmadı. Neyse ki televizyon kapanmış, Isaura’nın karanlık şarkısı kesilmişti. Kısa bir an rahatladı ama yemek masasının yanındaki pikap kendiliğinden harekete geçince altına kaçırdı. En azından tuvalete gitmesine gerek kalmamıştı. Pikaptan, “Benim adım Can! Altıma kaçırırım her zaman!” şeklinde bir ses yükseliyordu. Palyaçonun sesiydi.
Kalbi o sarı civcivin kalbinden bile hızlı atan Can, anne babasının odasına doğru yürüdü. Ayaklı lamba ışıklarını etrafa yaydı. Duvardaki saatin kocaman kadranı sırıtkan kırmızı bir surata dönüştü ve ona göz kırptı. Can’ın göremediği yemek masasının çevresindeki sandalyeler dansa başladı ve pikabın tekrarladığı iki cümlenin ritmine eşlik etti. Can anne ve babasına ulaşmak için yatak odasının kapısını itti ama bir sonuç alamadı. Salona geçip masanın altına mı saklanmalıydı yoksa yatağına girip yorganın altına mı? İşte buna karar verme aşamasındayken oyuncak ayısının ve pilli köpeğinin salondan çıktıklarını gördü, elleriyle dudaklarını kapattı.
Ellerini dudağından çekmeden, başka bir görüntüyle karşılaştı. Elektrik süpürgesi, hortumunu ve sonuna kadar açılmış kablosunu havada sallayarak dolaşıyordu. Eğer süpürgeyle karşılaşırsa, kablonun boğazına dolanıp kendisini boğacağını biliyordu. Zorla yutkundu, duvara yapıştı ve odasına doğru yavaşça yürüdü. Geçen ay eve yarasa girdiğinde, kuş karanlık kanatlarıyla deli gibi uçarken de aynı böyle korkmuştu. Zeynep’le duvara yapışıp kalmışlardı. Zeynep var gücüyle ağlayıp durmuştu.
“Benim adım Palyaço Karabasan.”
Mutfağın kapısının açıldığı anda mekanik ses bu cümleyi söyleyip bir kahkaha attı. “Benim adım Palyaço Karabasan,” cümlesi, pikaptan yayılan, “Benim adım Can! Altıma kaçırırım her zaman!” sözlerine karışıyor, ortaya, Can için en az Köle Isaura’nın müziği kadar korkutucu bir yaygara çıkıyordu.
Palyaçonun ardında bir ordu yürüyordu. Mutfaktan boşalan tüm eşya, bir sıra halinde, bazısı zıplayıp bazısı sürünerek palyaçoyu takip etti. Mutfak bitince evin diğer bölümlerinden sessizlik ve durgunluklarından kurtulmuş tüm eşya, sanki yıllardır bir rutini sahneliyormuşçasına, ahenk içinde birbirini kovaladı; ev, bir cümbüş halindeydi. Palyaço onların tam ortalarındaydı. Sırtındaki kocaman pelerin -Can’ın sevimli battaniyesi- yere paralel şekilde sanki havada asılı duruyordu, onu uçuracağı söylenebilirdi.
Can, o kalabalıkta fark edilmemenin rahatlığıyla odasına girdi ve donup kaldı. Odadaki eşyanın çoğu, yorganı dahi ortadan kaybolmuştu. Artık altına saklanacağı bir yorganının bile olmaması onu karanlık bir gerçekle yüzleştirdi. Buna rağmen ikizi yatağın ortasında mışıl mışıl, üstünü örten -onu koruyan- bir şey yokken de uyumayı sürdürüyordu. Tüm bu olup bitene rağmen hem de. Can, bu duruma öfkelendi. Ayağına sürtünen bir ukulelenin yürüdüğünü gördüğündeyse yapabileceği en iyi şeyin yatağın altına girip saklanmak olduğunu akıl etti.
Yatağın altına girince kendini güvende hissetti. Köle Isaura’nın müziği yayıldığında Zeynep’le birlikte salondaki masanın altına koşmak gibiydi. Tek fark, ona ve ikizine katılarak gülen anne babasının şu an aynı kahkahalarla kendisine bakmamalarıydı. Oda sabahın ilk ışıklarıyla aydınlanmak üzereyken ellerini bacaklarının arasına soktu, pijaması ıslaktı, kıvrıldı ve uykuya daldığını düşündü. Sahnesi bitmiş, uzak bir gezegenden hatıra kalan kendi varoluşuna dönmüştü, Zeynep veya başka biri onu orada bulana kadar hareketsiz kaldı.
Palyaço Karabasan ve dostları -karanlıkta hepsi siyah görünen nesneler- ebeveyn yatak odasına girmişti. Avına süzülen bir yılan gibi sessizlerdi. Hedeflerindeki kişi Atilla Bey’di. Palyaço, adamın gün boyu ağrıyan göğsü üzerine bir karabasan gibi çöktü, bu özelliğini Can ile aynı uzak gezegenden gelmesini borçluydu. Maddesel özelliğini kaybedip mistik bir boyuta geçmişti sanki, oraya pençe atmış, pençe attığı kişinin fiziksel değil ruhsal dünyasına sıkıntıyla işlemişti. Nesneler Leyla Hanım, Atilla Bey ve Zeynep onları nasıl bıraktılarsa aynı noktalara dönerken, sadece o farklı bir yerde kalmayı tercih etti. Orası anne babanın uyduğu yatağın altıydı.
Birkaç saat geçmişti ki sabahın kuvvetli ışığı karanlık ve gölgeleri yok etti, tüm nesneler gerçek renklerine kavuştu. Evin perdeleri sonuna kadar çekilmiş, güneş, varlığını tüm doluluğuyla hissettirmişti.
Beş yaşındaki Zeynep, “Anne, Can’ı bulamıyorum!” dedi. Şaşkındı ve kahvaltı masasını hazırlayan annesi Leyla Hanım’ın dizlerinin dibindeydi.
“Her gün onunla uyuyorsun ya kızım, yatağına iyice bak.”
Zeynep, yatağına iyice bakmıştı. Zaten gece uyurken yorganı yere düşürmüştü. Küçük yatağında gözlerini açtığında kendinden başka bir şeye rastlamamıştı. Yine de kalkmış, ilk iş yerdeki yorganın altını yoklamış ama Can’ı yine de görememişti. Can onun eli kolu, her şeyiydi.
“Baktım, yok işte,” dedi sandalyesine otururken. Dali de ayaklarının dibinde uzandı.
Atilla Bey, “Tamam, bir de ben bakayım,” deyip masadan kalktı. Sivrisinek ısırıkları yüzünden kızarmış koluna krem sürüyordu. Göğsündeki ağrının şiddeti artmıştı. Gün içinde bir doktora görünmek niyetindeydi.
Leyla Hanım, radyodaki neşeli şarkıya eşlik ediyordu. Zeynep, muzlu sütünü içerken babasının Can ile mutfağa girdiğini gördü ve gözleri sevinçle sonuna kadar açıldı.
“Aa yaşasın!”
“Yatağın altına saklamış,” dedi Atilla Bey.
Zeynep, “Ben saklamadım baba,” deyip sütüne gömüldü. Nefessiz kalınca dudaklarını bardaktan çekti. “Kendi girmiş.”
“Tamam, hadi kahvaltını bitir bakalım şimdi,” dedi Leyla Hanım.
Küçük kız, yanından ayırmadığı kuklasıyla konuşmaya başladı. “Biliyor musun Can, çok garip bir rüya gördüm. Evle ilgili. Sonra anlatacağım. Önce beraber Köle Isaura’yı izleyeceğiz, tamam mı? Artık Köle Isaura’dan korkmayacağız.” Neşe içinde güldü ve kuklasının kulağına başka şeyler daha fısıldarken, “Aaa!” diye seslendi.
Atilla Bey, “Ne oldu yine?” diye sordu. Eli göğsündeydi, bedeninin soğuduğunu hissediyordu.
Küçük kız, “Palyaçom da yoktu, onu da bulur musun babacım?” diye sordu ve sandalyesinden inip babasının kucağına atladı. Dali de yerinden kalkıp havladı.
Atilla Bey, tek eliyle kızını bacağına oturttu. Kalbine bir sancı saplanmıştı, nefes almakta zorlanıyordu. Gizli hipertansiyon damarlarında hızla yola koyulmuştu. Birkaç saniye içinde kafası geriye doğru gerildi, kızı bacaklarında oturup burnunu süt dolu bardağa sokarken ne olduğunu anlamadan son nefesini verdi. Onların görmedikleri yerde Palyaço Karabasan’ın dudakları sırıtkan bir ifadeyle gerildi. Bir sayı daha yapmıştı.