Bizler ‘’Ütopya’’ diye tabir ettiğiniz düzenin gerçeğini yaşıyorduk. Artık yeryüzünde hiçbir canlı hastalanmıyor, öksürmüyordu bile. Hapşırdığımız zaman ‘’Çok yaşa’’ sözünü bile kimse etmiyordu çünkü yeterince uzun yaşıyorduk. Ortalama yaşam süresi iki yüz kırklı yaşlara kadar çıkmıştı. Açlık ise ortadan tamamen kalkmış, yerini sentetik besinler almıştı. Midelerimiz çöp kutusunu bile öğütebilecek kadar dayanıklı olduğu için; sentetik ya da organik besin ayrımı asla yapmazdık. Gezegenimizde ekilecek toprak neredeyse yok olmaya yüz tuttuğundan dolayı, bir avuç toprağın değerine paha biçilemez, gramlarca toprak koleksiyonculara kilolarca altın karşılığında satılırdı… Hayvanlar ise insanlarla eşit sayıldığı için kesinlikle hayvan öldürülmez, çalıştırılmaz ve yenmezdi. Hangi ilkel canlı et yiyebilirdi ki zaten? Liderimiz haricinde tüm yurttaşlar eşitti ve sadece tek bir sınıfa mensuptuk; oda işçi sınıfı. Irkçılık zaten datalarda kaybolmaya yüz tutmuş bir kelimeydi ve yüzyıllardır o kelimeye bir yerde rastlamamıştık. Benim hayatım ise bu mükemmel düzende olması gereken kadar iyiydi. Ortalamanın üstünde bir işim, haftanın dört günü ise tatilim vardı. Ölmeden cennet hayatını yaşıyordum ve bu güzel hayatın ne kadarda değerli olduğunun farkındaydım. Henüz yetmişli yaşlarımın başındaydım ve önümde kaygılanmam gerekmeyen uzun bir hayat vardı.
Eski zamanlardan beri gezegenin kuzey bölümünde ‘’Başlangıç’’ adında içinde ‘’Hayat Ağacı’’nı barındıran bir kaynaktan bahsedilirdi. Ölümsüzlüğün sırrını içerdiği söylenen bu ağacın minicik bir parçası bile tüm insanlığın ölümsüzlük hayalini gerçeğe çevirebilirdi. Her ay düzenli aralıklarla gezegenimizden bir kişi seçilir ve bu kaynağı aramaya gönderilirdi. Fakat kimisi geri dönmez, kimisi ise akıl sağlığını kaybeder, ömrü hayatınca da bir kelime dahi etmezdi. Tüm gezegenimizi yöneten Liderimiz ise her halk konuşmasında bir şeyi sıklıkla vurguluyordu. O da; ölümsüzlüğün hepimizi özgürleştireceğiydi.
O gün de diğer günler gibi ile aynıydı. Güneş yine standart sıcaklığına ayarlanmıştı ve her yer aydınlıktı. Gezegenimizde iki yıl gündüz, iki yıl boyunca da sadece gece uygulaması geçerliydi. Her neyse, yavaş yavaş her şeyin başlayacağı noktaya geliyoruz. Rahat ve her türlü tasa ve korkunun içeri girmesine izin vermediğim ufak sığınağıma; üstünde bir çeşit sembol olan bir zarf gelmişti. Sadece devlet mektup aracılığıyla iletişim sağlardı ve zarfın evime gelmesinde olağan dışı bir durum sezmiştim. Sembole dikkatle baktığımda Liderimizin sembolünü gördüm. Ellerimin şiddetle titremesine engel olamadım. Liderimiz gibi üstün bir insanın benim gibi basit bir işçi sınıfına mensup kişiyle ne ilgisi olabilirdi? Midem bulanmaya başlamıştı ve başım başıboş bir tekerlek parçası gibi döndü. Yoksa ben yüce Liderime karşı bir kusur mu işlemiştim? Ellerimin titremesine engel olamadan zarfı tuttum, fakat korku ve gerginlikten zarfın varlığını bile hissedemiyordum. Ve uğursuzluk alametinin tüm işaretlerini yüzüme tokat gibi çarpan bu mektubu açtım. Tek bir cümle yazıyordu, hayatımın gidişatın belirleyecek cümle işte bu kadarcıktı;
‘’Kazandınız, başlangıç talihlisi.’’
Bu olmamalıydı, bir yanlışlık vardı ve acilen düzeltilmesi gerekiyordu. Onu yok etmeliydim evet, hem de hemen. Fakat yok etsem ben ne tür bir yurttaş olurdum? Liderimize ve yurttaşlarıma ihanet etmiş olmaz mıydım? Karşı koymak benim haddime miydi? Ne yapacağımı ve ne bildiğimi bilmiyordum, beynim adeta uyuşmuş gibiydi. Karnımın kasılmasının verdiği acıdan başka bir şey hissedemez olmuş, delilikle akıllılık arasında gidip geliyordum. Şu an ne yapmalıydım? Bizzat Merkez’e mi gitmem gerekiyordu? Ya da gitmem gerekecekse hangi Merkez’e gidecektim? Kuzey, Güney, Doğu, Batı merkezleri mi? Korku ve belirsizlikle geçen üçüncü günün sonunda, er ya da geç tereddütlerimden kurtulacağımın farkındaydım. En sonunda Liderimizin benim için görevlendirdiği kişi ya da kişiler sığınağımın kapısını sertçe çalmıştı. İşte, beklenen gün gelmişti. Daha doğrusu beklemediğim gün gelmişti. Kapıyı açtığımda yüzüne şaşkınlıkla bakakalmama sebep olan kişinin silüetinde garip bir hava hakimdi. Yüzünde ve fiziğinde kadın ya da erkek olduğunu belli eden cinsiyet belirtisi de yoktu. Normalden daha uzun boylu çok açık tenli ve gri saçlı bir insandı karşımdaki. Bir sokak lambası gibi uzundu hem de. İlk defa böyle bir insan görüyordum. Şaşırmıştım ve korkmuştum. Yüzünde beliren kusursuz bir gülümsemeyle kırmızı dudaklarını oynatarak; ‘’Merhaba, bana Renksiz diyebilirsin, korkmanı gerektirecek hiç bir şey yok, lütfen sakin ol’’ dedi. Aniden ensemde hissettiğim şiddetli acıyla beraber mutlak bir karanlığın içine doğru düşmeye başladığımı hatırlıyorum.
Bir saat, beş saat ya da günler sonra gözlerimi açtım. Etrafta zamanın akıp ya da akmadığını gösterecek işaret yoktu. Daha da kötüsü nerede olduğumu bildiğime dair bir belirte bile yoktu. Hareket halindeki bu metalik gri aracın pencereleri yoktu, Bu halde dışarıyı görmem imkansızdı. Ansızın sussuzluktan dolayı başımın çatlayacakmış gibi ağrıdığını fark ettim ve yerimden doğrularak başımı çevirdim. Sol tarafımda Renksiz oturuyordu. Onu en son sığınağıma geldiğinde görmüştüm ve hala yüzünde son derece kusursuz gülümsemesiyle bana doğru bakıyordu. Gülümsemesinde bir otomatiklik var gibiydi. Usta bir heykeltraşın yüzüne bu gülümsemeyi kazıması oldukça zor olur diye düşünmeden edemedim. Sağ tarafımda ise yine Renksiz’ in fiziksel özelliklerine benzer hatta ikizi kadar benzeyen birisi daha vardı. Bu kişinin diğer Renksiz’ den daha ciddi ve ürpertici bir tavrı vardı ve benim endişeli hissetmeme sebep olmaya başlamıştı . İçinde bulunduğum durum o kadar belirsizdi ki; sakin kalıp aptalca bir şey yapmamak için düşünmemeye çalışıyordum. En sonunda ‘’Nereye gidiyoruz?’’ kelimeleri ağzımdan çıkmayı başardı , sonuna da ‘’ Kaç gündür yoldayız ?’’cümlesini eklediğime bir hayli şaşırmıştım. ‘’Olmayan yere.’’ diye yanıtladı Renksiz ya da arkadaşı ‘’ Başlangıç’’a varmamıza çok az kaldı’’. Bu hiçbir şey ifade etmeyen cevaba karşı, bağırıp çağırmak hatta onlara saldırmanın hayalini kurdum. Fakat bu şartlar altında tek yapmam gerekenin mantıklı ve sakin kalmaya çalışmak olduğuna kanaat getirmiştim. Daha arkadaş canlısı gözüken Renksiz, bana su ve yemem için daha önce hiç görmediğim sentetik ve benzersiz bir tada sahip olan yiyecekten verdi. Verilenlere itiraz edecek gücüm yoktu ve sessizce karnımı doyurmaya çalıştım. Sanırım yol boyunca şaşkınlığım sağlıklı bir şekilde düşünememe yol açmıştı. Ve yol hala devam ediyordu. Hiç bitmeyecek gibiydi. Karnım doyunca zihnim de hareketlenmeye başlamıştı. ‘’İtaat’’ diye düşündüm, tam olarak anlamı neydi? Sorgusuz bir şekilde itaat etmek bizim daha fazla mutlu olmamızı mı sağlardı, yoksa itaat etmez, baş kaldırırsak daha mı özgür ve mutlu olurduk? Bunlar hayatım boyunca ilk defa düşündüğüm şeylerdi ve Liderimize karşı bunu düşünmeyi asla ve asla istemezdim. Neticesinde ben basit bir işçiydim. Bu düşüncemden rahatsızlık duydum ve yüce devletimize ve ona şükrettim. Çünkü Liderimize göre şükretmeyen bir toplum var olamazdı, yok olmaya mahkumdu.
Bir süre sonra araç nihayet durmuştu. ‘’İn, hızlı ol.’’ dedi ciddi görünen Renksiz. Güneşe en uzak gezegen kadar soğuktu ses tonu. Ayak bastığımız alan boylu boyunca kızıl kum tepelerle doluydu. Göz alıcı belki de biraz kutsal gözüken kızıl tepeler…O kadar çekici bir kızıl tonuydu ki; hayranlık duymamak elde değildi. Biraz ilerisinde ise simsiyah tepeler boylu boyunca uzanıyordu ve kızıl tepelerin verdiği hissi vermiyordu, zaman durmuş gibi herşey durağan ve kıpırtısızdı. Üçümüz yürümeye başladık. Ve beklenmedik bir duygu hissetmeye başlamıştım, derinlerden gelen yeni bir duyguydu bu. Hayatımda ilk defa tattığım bu duygudan daha çok istedim, daha çok içimi doldurmasını arzuladım. Karanlık tepeye her yaklaştığımızı anladığımda içimde beliren, kitaplarda ‘’cesaret’’ olarak geçen bu çılgın duygu giderek büyümeye başlıyordu. Durduğumuzda gülümseyen Renksiz fısıldayan bir ses tonuyla artık yola yalnız devam etmem gerektiğini söyledi. Ben ne olduğunu anlayana kadar ikisi çoktan uzaklaşmaya başlamışlardı bile. Ben ve içime yeni ekilen cesaret tohumum en sonunda başbaşa kalmıştık. Ama gelin görün ki; ortada tohumumu yeşertecek, onu besleyecek en ufak bir ışık bile yoktu. Biraz daha yürüdükten sonra mutlak karanlık başlamıştı. Ne önümü ne arkamı hiç bir yeri göremiyordum…Gördüğüm tek şey karanlığın daha koyu tonu ve çok daha koyu tonuydu. Siyahın bu tonuna bir isim bulmuşlar mıdır diye düşündüm. Olsa olsa bu siyahın adı ‘’hiçlik’’ siyahı olabilirdi. Yeniden odaklanmaya çalıştım, nereye gittiğim hakkında en ufak bir fikrim dahi yoktu, korkudan ve içimdeki belirsizlik hissi dışında içimde sadece tek bir şey vardı artık; sebepsiz yere beliren umut.
Bir müddet sonra varmam gereken noktaya vardığımı hissetmiştim. Doğruyu gösteren herhangi bir işaret ya da çevremde ne olduğunu gösteren ufak bir iz parçası bile olmadığı halde. Ben ve dallanıp budaklanmaya başlayan yeni yetme cesaretim doğru yola geldiğimize son derece emindik. En sonunda durdum. Derin bir nefes aldım. El yordamı ile bir şeyler aramam gerektiğini düşündüm, elimi attığım her yerden sadece yokluk çıkıyordu, kocaman kapkaranlık bir yokluk. Saatler sonra burada nasıl öleceğimi hayal etmeye başlayıp, histeri krizine geçirmeme ramak kalmışken; sırtıma bir şey çarptı, çok sert bir şeydi bu. Dokusu kesinlikle metali çağrıştırmıyordu, daha önce hiç dokunmadığım eşsiz bir yapıya sahipti. Ellerimle ne olduğunu anlamaya çalışırken, o umut ışığı bir anda parlayıverdi. Bu bir ağaçtı! Bu adeta bir mucizeydi, evet bu başlangıcın ta kendisi olmalıydı! Yeryüzündeki en son ağaç yok olalı iki asır geçmişti ve ben böylesine kadim bir organik canlının yanındaydım. Mutluluktan ne yapacağımı bilemedim, gövdeye sarıldım, onun doğal kokusunu içime çektim. Hayatımda ilk defa ağaca dokunuyor, bu mucizeye ve Liderimize ağlayarak şükrediyordum. Merakla yaprakları var mı diye düşündüm, derslerde izlediğimiz vizyonlarda ağacın yapraklarını görüp öğrendiğimi hatırladım. Küçük yeşil şeyler yukarıda bir yerde olmalıydı, uzandım, o ince dallarını ve narin yapraklarına dokundum. Nasıl yumuşak, nasılda gerçeklerdi. Merakıma yenik düşerek ağacın tek bir tane yaprak koparmayı başarmıştım.
Eve dönüşüm ise efsane kahramanlık hikayeleriyle kıyaslanacak kadar fazla gösterişle doluydu. Yurttaşlarım sokaklara beni karşılamaya çıkmış, çılgınca el sallıyor ve ağlıyordu. Bana ” Kahramanımız” diye seslenenler dahi olmuştu, ben ise bunları önemsememiş, Liderimizin bizzat benim adıma yolladığı elimden hiç bırakmadığım ‘’Minnet’’ mektubuna durmadan bakıyordum. Artık gezegen üzerinde benden daha gururlu ve mutlu birisi daha olamazdı. Yaşayan tüm canlılar en sonunda bulduğum ‘’Hayat Ağacı’’ sayesinde çok istedikleri sonsuz yaşama kavuşmuşlardı. Bende dahil olmak üzere tüm gezegen bu yeni zaferimizin verdiği sarhoşluk hissi içerisindeydik. Atalarımızı sarhoş eden garip kimyasal antik maddeden litrelerce içsek bile bu kadar mutlu olamazdık. Sahi, eski insanlar onu içerek mutluluğu nasıl da umutsuzca aramışlardı, şaşılacak şeydi doğrusu.
Bu mutlu günlerin sonunda, hep hissettiğim ama imkansız gözüyle baktığım kötü şeyler olmaya başlamıştı. Önce bilim insanları dahi ne olup bittiğini anlamadığı bir şekilde başladı her şey. Günlerce yapılan hiç bir araştırma sonuç vermiyordu. Gezegenimizdeki oksijen seviyesi giderek düşmeye başlamıştı. Yaşayan herkes ve her şey, yaşlanma evrelerine giriyor bir kaç gün geçmeden de türlü acılarla dolu ölüm evreleri başlıyordu. Sonunda insanların elde ettiği bu tanrı rolü çok geçmeden gerçek ‘’hayat’’ tarafından geri alınmaya başlamıştı. Dalga dalga yayılan bu lanet sonunda, benim de yakınıma gelmeye başlamıştı. Ellerim buruştuğunu tanık oldum. Korkuyordum, aynaya bakmak bile bana ızdaraptan başka bir şer vermiyordu. Ruhsal bir çöküntüye girmiştim. Artık bütün gün yatağında yatan ve günlük tutan yaşlı bir insan olup çıkmıştım. Kocaman ve gitmeye niyeti olmayan bu umutsuzluk bulutu başımın üzerinde dolaşmaktaydı. Kabullemiyordum, her şeyin nasıl bu hale geleceğini düşünmeye çalışıyordum, ama artık zihnim bile düşünemez, karar veremez bir hale gelmeye başlamıştı.
Dayanılmaz acılar içerisindeydim. En sonunda kadim toplumun neden o yere ‘’Başlangıç’’ dendiğini anlamaya da başlamıştım. Her başlangıcın mutlaka bir bitişi, sonu olurdu, olmalıydı da. Ölümsüzlük tutkusuyla yanan Liderimiz, yurttaşlar ve ben el birliğiyle kendi sonumuzu işte böyle hazırlamıştık. Ütopya bir anda Distopya’ya dönüşmüştü. Artık yazmakta zorlanıyorum. Ölüm kapımın eşiğine geldi ve nefes alamamaya başladım.