bozkir ray bradbury oyku

Bozkır | Ray Bradbury (Kısa Öykü)

“Keşke bi’ çocuk odasına baksan, George.”

“Niye, bir sorun mu var?”

“Bilmiyorum.”

“E, öyleyse?”

“Sadece bakmanı istiyorum, o kadar… ya da bir psikolog çağır, o baksın.”

“Bir psikolog çocuk odasıyla ne yapabilir ki?”

“Ne yapabilir sen de gayet iyi biliyorsun.” Eşi mutfağın ortasında durdu ve evdeki dört kişi için yemek hazırlamakla meşgul olan ocağın uğultusunu dinledi.

“Artık çocuk odası eskisi gibi değil, hepsi bu.”

“Peki, gel bakalım.”

Kurulumu onlara yaklaşık otuz bin dolara mâl olan ses yalıtımlı Happylife evlerinin koridorunun sonuna doğru yürüdüler. Bu ev, onları giydiriyor, yediriyor, resmen ayağında sallayarak uyutuyor, oyun oynuyor ve şarkı söylüyor, onlara iyi davranıyordu. Hadley’lerin yaklaştığını algılayan bir anahtar bir yerlerde devreye girdi ve odaya üç metre kala çocuk odasının ışığı yandı. Aynı şekilde, arkalarında kalan koridorlarda da ışıklar hafif bir otomatiklikle yanıp sönüyordu.

“Hadi bakalım,” dedi George Hadley.

***

Çocuk odasının hasırdan zeminin üzerinde durdular. Odanın on iki metre boyu ve eni, dokuz metre de tavanı vardı; maliyeti evin geri kalanının yarısı kadar tutmuştu. “Ama hiçbir şey çocuklarımız için yeterince iyi değil,” demişti George.

Çocuk odası sessizdi. Öğle vakti güneşinin sıcağında bir ormanlık alan kadar tenhaydı. Duvarlar boş ve iki boyutluydu. George ve Lydia Hadley odanın tam ortasında duruyorlarken, duvarlar harıldamaya ve kristal derecesine gelinceye kadar çekilmeye başladı gibi göründü ve birden dört bir yanları, üç boyutlu bir şekilde, çakıl taşları ve birkaç samanın da son olarak eklenmesiyle Afrika bozkırına dönmüştü. Odanın tavanı ise tepesinde sapsarı, sımsıcak bir güneşi olan, uçsuz bucaksız bir gökyüzüne bürünmüştü.

George Hadley kaşından akmaya başlayan teri hissetti.

“Şu güneşten bi’ kurtulalım,” dedi. “Biraz fazla gerçekçi. Ama onun dışında bir sıkıntı göremiyorum.”

“Biraz bekle, göreceksin,” dedi eşi.

Az sonra gizli koku salıcılar çıplak bozkırın ortasındaki iki insana doğru bir koku rüzgârı estirmeye başladı. Aslanların üzerinde dolaştığı çimin sıcak, saman kokusu, saklı küçük gölün serin, ferah kokusu, hayvanların keskin, pis kokusu, havada uçuşan tozların kırmızı paprikayı andıran kokusu sıcak havayı sarmıştı. Şimdi de sesler: uzaklardaki antilobun çimlik alanda güm güm eden ayak sesleri, akbabaların kanatlarından gelen ince hışırtlar… Daha sonrasında gökyüzünden bir gölge geçti. Bu gölge George Hadley’in yukarı bakan, terlemiş yüzünün üzerinde titreyerek gezindi.

Eşinin, “İğrenç yaratıklar,” dediğini duydu.

“Akbabalar.”

“O taraflarda, uzaklarda aslanlar var, görüyor musun? Küçük göle doğru yol alıyorlar. Az önce yemek yiyorlardı,” dedi Lydia. “Bundan haberim yoktu.”

“Bir hayvanı yiyorlardı.” George Hadley, elini, kıstığı gözlerinin üstüne koyarak kavurucu güneşe karşı bir kalkan oluşturuyordu. “Belki bir zebrayı, ya da yavru bir zürafayı.”

Eşi, sesinde yoğun bir gerginlikle, “Emin misin?” diye sordu.

“Emin olmak için biraz geç kaldık,” dedi George eğlenerek. “Sıyrılmış kemikler ve arta kalanlar için gelen akbabalar dışında pek bir şey göremiyorum o tarafta.”

“Çığlığı duydun mu?” diye sordu Lydia Hadley.

“Hayır.”

“Bir dakika önce falan?”

“Üzgünüm, duymadım.”

Aslanlar geliyordu. Ve George Hadley’in içi bir kez daha bu odayı tasarlayan mekanik dehaya karşı hayranlıkla doldu. Verimlilik harikası bu oda absürt derecede düşük fiyata satıyordu. Her evde bir tane olması lazımdı. Ah, bazı zamanlarda seni o rahatsız edici gerçekçilikleriyle ürküttüler, şaşırttılar, içine bir sızı verdiler ama çoğu zaman herkese bir mutluluk kaynağı oldular, yalnızca kendi oğluna veya kızına değil, aynı zamanda yabancı topraklara hızlı bir yolculuk yapmak istediğinde, hızlı bir mekân değişikliği istediğinde sana da mutluluk kaynağı oldular. İşte karşındaydı!

Ve aslanlar da gelmişti, beş metre ötelerinde, o kadar gerçekçi, o kadar canlı ve korkutucu bir şekilde gerçektiler ki iğne gibi batan yelelerini hissedebilirdin, ağzın o ısınmış postlarından yükselen tozlu kokusuyla dolardı, aslanların ve yazın sararan çimlerin sarı renkleri, o harikulade Fransız duvar halılarının sarısı gibi gözlerini doldurabilirdi, suspus öğle vaktinde nefes veren aslanların o boğuk sesi ve nefes nefese kalmış, salyalar akan ağızlarından gelen etin kokusu…

Aslanlar dehşet verici, yeşille sarıya çalan gözleriyle duraksayıp George ve Lydia Hadley’e bakakaldılar.

“Dikkat et!” diye bağırdı Lydia.

Aslanlar onlara doğru koşmaya başladı.

Lydia birden fırlayıp kaçmaya başladı. George da içgüdüsel olarak hemen arkasından fırladı. Dışarı koridorda, kapının arkalarından çarpmasıyla beraber George gülüyor, Lydia ağlıyordu ve ikisi de birbirlerinin tepkisine şaşakalmışlardı.

“George!”

“Lydia! Ah, benim zavallı, güzel Lydiam!”

“Bizi neredeyse yakalıyorlardı!”

“Duvarlar, Lydia, hatırla; onlar sadece kristal duvarlar. Eh, çok gerçekçiler, bunu reddedemem – odanda bir Afrika düşün – ancak hepsi cam ekranların arkasına yansıtılan boyutsal, ileri seviyede tepkisel, süper hassas renk ve zihin bandı filmleri. Koku vericiler ve ses sistemlerinden ibaret, Lydia. Al, mendilimi vereyim.”

“Korkuyorum.” George’a doğru yöneldi ve kendini ona yaslayarak ağlamaya başladı. “Gördün mü? Hissettin mi? Fazla gerçekçiydi.”

“Lydia…”

“Wendy ve Peter’a artık Afrika hakkında daha fazla okumamalarını söylemen lazım.”

“Tabii ki, tabii ki söylerim,” dedi sırtını okşayarak.

“Söz mü?”

“Söz.”

“Ve kendime gelene kadar çocuk odasını birkaç günlüğüne kilitle.”

“Peter’ın bu konuda ne kadar inatçı olduğunu biliyorsun. Bir ay önce çocuk odasını birkaç saatliğini kilitleyerek cezalandırdığımda öfke nöbeti geçirmişti! Wendy de aynı şekilde. Resmen hayatları çocuk odası olmuş.”

“Kilitlenmesi lazım, yapılması gereken bu.”

“Pekâlâ.” İsteksiz bir şekilde dev kapıyı kilitledi. “Çok sıkı çalışıyorsun. Biraz dinlenmen lazım.”

Kendisini hemen nazikçe sallayan ve rahatlatan sandalyeye oturdu, burnunu çekerek, “Bilmiyorum, gerçekten bilmiyorum,” dedi Lydia. “Belki yapacak yeterince şeyim yoktur. Belki de düşünmek için çok vaktim vardır. Birkaç günlüğüne bütün evi kapatıp tatil mi yapsak?”

“Yani benim için yumurtaları kendin mi yapmak istiyorsun?”

“Evet,” dedi, kafasını sallayarak.

“Çoraplarımı da kendin yıkayacaksın?”

“Evet.” Telaşla, dolu gözleriyle başını tekrar salladı.

“Ve evi de kendin temizleyeceksin?”

“Evet, evet, ah evet!”

“Ama biz bu evi bunun için aldık sanıyordum, böylece hiçbir şey yapmamıza gerek kalmayacaktı?”

“Öyle işte, buraya ait olmadığımı hissediyorum. Ev hem bir anne hem bir eş hem de bir bakıcı oldu. Bir Afrika bozkırıyla nasıl yarışabileyim ki? Ben çocukları nasıl otomatik lifleme banyosu kadar hızlı ve güzel yıkayabilirim ki? Yapamam. Ve sadece ben değil, seni de etkiliyor bu ev. Son zamanlarda çok gerginsin.”

“Sanırım çok sigara içiyorum.”

“Sen de sanki bu evde ne yapabileceğini bilmiyor gibisin. Her sabah biraz daha fazla sigara içiyorsun, her öğleden sonra biraz daha fazla içki içiyorsun ve her gece biraz daha fazla sakinleştirici alıyorsun. Sen de kendini artık gereksiz hissetmeye başladın, değil mi?”

“Öyle mi hissediyorum?” dedi, durdu ve nasıl hissettiğini anlamaya çalıştı.

“Ah, George!” dedi eşi, sonra arkasına, çocuk odasının kapısına doğru baktı. “Aslanlar oradan çıkamazlar, değil mi?”

George da kapıya doğru baktı ve sanki kapının üzerine bir şey atlamış gibi sallandığını gördü.

“Tabii ki çıkamazlar” dedi.

***

Akşam yemeğini yalnız yediler. Wendy ve Peter şehrin öte yakasında yapılan özel bir ‘plastik karnavala’ gitmiş ve yemeği dışarıda yiyeceklerini, geç kalabileceklerini söylemişlerdi. George Hadley, hayranlıkla, yemek masasının mekanik iç yapısıyla kendileri için sıcak yemekler hazırlamasını oturmuş izliyordu.

“Ketçabı unuttuk” dedi George.

“Özür dilerim,” dedi masa hafif bir ses ile, sonrasında ketçap ortaya çıktı.

George Hadley, çocuk odasının birazcık kilitli kalmasının çocuklar açısından herhangi bir sıkıntı çıkarmayacağını düşündü. Her şeyin fazlası zarardır. Ve çocukların Afrika’da biraz fazla vakit geçirdikleri aşikardı. George o güneşi, tıpkı sıcak bir pati gibi, ensesinde hissedebiliyordu. Bir de aslanlar. Kanın kokusu. Çocuk odasının çocukların zihinlerinin telepatik yansımasını bu denli iyi yakalayabilmesi ve arzularını yansıtabilmesi olağanüstüydü. Çocuklar aslanları, zebraları düşünüyorlardı hemen karşılarındaydılar. Güneşse güneş, zürafaysa zürafa, ölümse ölümdü.

Hele en sonuncusu. George masanın onun için kestiği eti tatsız bir şekilde çiğniyordu. Ölüm fikri. Wendy ve Peter bu ölüm fikirleri için çok gençtiler. Ya da hayır, aslında hiç kimse çok genç sayılmazdı. Ölümün ne olduğunu anlamadan önce, bir başkasına onu dileyebiliyordun. Daha iki yaşındayken elinde mantar tabancasıyla millete sıkıyordun.

Ancak bu – uçsuz bucaksız, Afrika bozkırı – bir aslanın ağzında gelen acımasız ölüm. Tekrar, tekrar ve tekrar.

“Nereye gidiyorsun?”

Lydia’ya cevap vermedi. Kafası dalgın bir şekilde çocuk odasına ilerlerken önündeki ışıklar yavaş yavaş yanıyor, ardındakiler sönüyordu. Kapının önünden dinlemeye koyuldu, uzaklardan, bir aslanın kükremesi geliyordu.

Kilidi çevirdi ve kapıyı açtı. İçeri adımını atmadan önce, uzaklardan bir çığlık duydu; hemen ardından da aslanların o çığlığı bastıran kükremesini.

Afrika’ya adımını attı. Geçen sene kaç kez bu kapıyı açıp da Alice ve Harikalar Diyarı’nı, Yalancı Kaplumbağayı, Alaaddin ve Sihirli Lambası’nı, Oz Büyücüsü’nden Jack Balkabağıkafayı, Dr. Dolittle’ı ya da gerçek gibi görünen ayın üzerinden atlayan inekleri bulmuştu – hepsi bir hayal dünyasının neşeli araçlarıydı. Pegasus’un gökyüzü-tavanda uçtuğunu, kırmızı havai fişeklerin fıskiyeler gibi patladığını görmüştü, ya da melek gibi seslerin söylediği şarkıları duymuştu. Ama şimdi, havasında ölüm olan, sarı, sıcak Afrika vardı. Belki Lydia haklıydı. Belki de 10 yaşında çocuklar için biraz fazla gerçekçi olan bu fantezi dünyasından uzaklaşmak için küçük bir tatile ihtiyaçları vardı. Çocuk zihnini jimnastiksel hayallerle çalıştırmak sorun değildi ama o çocuk zihni yalnızca bir düşünceye takılı kaldığında…? Bir aydır, uzaktan gelen aslan kükremelerini duymuş ve güçlü kokularının çalışma odasının kapısına kadar sızdığını hissetmişti. Ama meşgul olduğundan, buna hiç aldırmamıştı.

George Hadley Afrika bozkırında yalnız başına duruyordu. Aslanlar avlarından başlarını kaldırmış, ona bakıyorlardı. Bu illüzyonu bozan tek ayrıntı George Hadley’in aralığından eşini görebildiği kapıydı; eşi karanlık koridorun sonunda, tıpkı bir portre gibi, dalgın dalgın yemeğini yiyordu.

“Defolun buradan,” dedi George Hadley aslanlara.

Ancak gitmediler.

Odanın kurallarını tamamıyla biliyordu. Düşüncelerini söylüyordun. Düşündüğün her neyse birden beliriyordu. “Hadi o zaman, Alaaddin ve sihirli lambası gelsin,” dedi ve parmağını şıklattı. Ama ne bozkır ne de aslanlar kayboldu.

“Hadisene be oda! Alaaddin’i istiyorum!” dedi.

Hiçbir şey olmadı. Aslanlar, güneşte kavrulmuş postlarının içinde homurdanarak ses çıkardı.

“Alaaddin!”

Yemeğe geri döndü. “Aptal oda bozulmuş,” dedi. “Dediklerimi yapmıyor.”

“Ya da…”

“Ya da ne?”

“Ya da dediklerini yapamıyordur,” dedi Lydia. “çünkü birkaç gündür çocuklar Afrika’yı, aslanları ve öldürmeyi o kadar çok düşündüler ki oda o temada takıldı kaldı.”

“Olabilir.”

“Ya da Peter odayı öyle kalsın diye ayarladı.”

“Ayarladı derken?”

“Belki de odanın mekanizmasına girdi ve bir şeyler yaptı.”

“Peter mekanizmayı nereden bilsin.”

“10 yaşında biri için fazla zeki. IQ’su-”

“Yine de-”

“Merhaba anne. Merhaba baba.”

Hadley’ler arkalarını döndüler. Çocuklar, akide şekeri gibi yanakları, misket gibi mavi gözleriyle ön kapıdan içeri giriyorlardı. Helikopter gezilerinden kalan taze hava kokusu kazaklarına işlemişti. “Tam da akşam yemeği vaktine yetiştiniz,” dedi ikisi de.

El ele tutuşurken, “Ağzımıza kadar sosisli ve çilekli dondurma doluyuz,” dedi çocuklar, “ama oturup izleyeceğiz.”

“Evet, gelin de şu çocuk odasını bi’ anlatın bakalım,” dedi George Hadley.

Kardeşler önce babalarına, sonra birbirlerine baktılar.

 “Çocuk odası mı?”

“Afrika ve diğer her şey işte,” dedi baba yüzüne sahte bir gülümsemeyle.

“Anlamıyorum,” dedi Peter.

“Anneniz ve ben aldık olta takımımızı Afrika’da dolaşıyorduk; tıpkı Tom Swift ve Elektrikli Aslan’ı gibi,” dedi George Hadley.

“Çocuk odasında Afrika falan yok,” dedi Peter lafı dolandırmadan.

“Ah, hadi ama Peter. Bizi kandırma.”

“Ben Afrika falan hatırlamıyorum,” dedi Peter Wendy’e. “Sen hatırlıyor musun?”

“Hayır.”

“Git bi’ bak gel o zaman.”

Wendy aynen babasının dediğini yaptı.

“Wendy, geri gel buraya” dedi George Hadley, ancak Wendy çoktan gitmişti bile. Evin ışıkları onu tıpkı ateş böcekleri gibi takip etti. Artık çok geçti, en son uğradığında çocuk odasının kapısını kilitlemeyi unuttuğunu fark etti.

“Wendy bakıp bize söyleyecek,” dedi Peter.

“Söylemesine gerek yok. Kendim gördüm zaten.”

“Eminim bir yanlışın vardır, baba.”

“Hayır yok. Bırak bu işleri şimdi.”

Ama Wendy dönmüştü. “Oda Afrika değil,” dedi nefes nefese kalmışken.

“Göreceğiz bakalım öyle miymiş değil miymiş,” dedi George Hadley, sonrasında üçü birlikte koridorun sonuna yürüdüler ve çocuk odasının kapısını açtılar.

Yeşil, güzel bir orman, harika bir nehir, mor bir dağ, yüksek seslerden yankılanan şarkılar ve Rima, hem güzel hem gizemli, rengârenk kelebek sürüleriyle ağaçların arasında gölgeler gibi süzülen, uzun saçlarında adeta canlanmış bir çiçek buketi gibi dolaşıyordu. Afrika bozkırı kaybolmuştu. Aslanlar da öyle. Artık yalnızca Rima vardı. Öyle güzel şarkı söylüyordu ki insanın gözleri yaşlarla doluyordu.

George Hadley değişen manzaraya baktı. “Hadi yatağa,” dedi çocuklara.

Çocuklar tam bir şey söyleyeceklerdi ki-

“Beni duydunuz,” dedi.

Hava dolabına girdiler. Bu hava dolabı bir rüzgarla onları tıpkı sonbahar yaprakları gibi uçurup uyku odalarına götürüyordu.

George Hadley şarkı söyleyen koruların içinden geçti ve aslanların olduğu köşenin yakınlarında, yerden bir şey aldı. Ağır adımlarla eşinin yanına döndü.

“O da ne?” diye sordu eşi.

“Eski bir cüzdanım” dedi.

Sonra cüzdanı eşine gösterdi. Sıcak toprağın ve aslanların kokusu hâlâ üstündeydi. Çiğnenmişti, üzerinde hâlâ salya damlaları bulunuyordu. Ayrıca her iki tarafında da kan lekeleri vardı.

Çocuk odasının kapısını kapattı ve sıkıca kilitledi.

***

Gecenin bir yarısı hâlâ uyanıktı, eşinin de uyanık olacağını biliyordu. Lydia en sonunda, “Acaba Wendy mi değiştirdi dersin?” dedi karanlık odada.

“Tabii ki.”

“Bir bozkırdan ormana çevirdi ve aslanlar yerine Rima’yı getirdi diyorsun?”

“Aynen öyle.”

“Neden peki?”

“Bilmiyorum. Ancak ben öğrenene kadar o kapı kilitli kalacak.”

“Cüzdanın oraya nasıl düştü peki?”

“İnan hiçbir şey bilmiyorum,” dedi, “tek bildiğim bu odayı çocuklar için aldığımıza pişman olmaya başladığım. Eğer çocuklarda en ufak bir sinir hastalığı varsa-”

“Odanın onların sinir hastalıklarını sağlıklı bir şekilde çözmeleri gerekiyor.”

“Merak ediyorum,” dedi tavana bakarken.

“Çocuklara istedikleri her şeyi verdik. Bu muydu karşılığı – gizlilik, söz dinlememe?”

“Neydi o söz ‘çocuklar halı gibidir, arada bir üstüne basacaksın’ mı? Hiçbir zaman sesimizi yükseltmedik. Ama dayanılmaz oldular – bunu kabul edelim. İstedikleri gibi girip çıkıyorlar; bize kendi çocuklarıymışız gibi davranıyorlar. Şımartan da biziz, şımaran da.”

“Birkaç ay önce New York’a roketle gitmelerini yasakladığından beridir gülünç davranıyorlar.”

“Yalnız başlarına bunu yapabilmek için daha çok gençler, bunu onlara açıkladım.”

“Yine de o vakitten beridir bize karşı soğuk yaptıklarını fark ettim.”

“Galiba yarın sabah David McClean’ı şu Afrika’ya bi’ baksın diye eve çağıracağım.”

“Ama şu an Afrika değil ki, Yeşil Köşkler Ülkesi ve Rima.”

“Yakında yeniden Afrika olacakmış gibi hissediyorum.”

Hemen ardından çığlıkları duydular.

İki çığlık. Alt katta iki kişi çığlık atıyordu. Sonrasında aslan kükremeleri.

“Wendy ve Peter odalarında değil,” dedi eşi.

Güm güm atan kalbiyle yatağında yatarken, “Hayır,” dedi George. “Çocuk odasına girdiler.”

“Çığlıklar – sesleri çok tanıdık.”

“Öyleler mi?”

“Evet, hem de aşırı.”

Ve yatakları ne kadar uğraşsa da iki yetişkin bir saat daha uykuya dalamadı. Gece havasına kedilerin kokusu sinmişti artık.

***

“Baba?” dedi Peter.

“Evet?”

Peter ayakkabılarına baktı. Artık ne annesinin ne de babasının yüzüne bakıyordu. “Çocuk odasını tamamen kilitlemeyeceksiniz, değil mi?”

“Bu size bağlı.”

“Neye bağlı?” diye çıkıştı Peter.

“Sana ve kız kardeşine. Eğer bu Afrika’nın yanına biraz, ne bileyim, İsveç, Danimarka ya da Çin serpiştirebilirsiniz belki.”

“Dilediğimiz gibi oynayabiliriz diye düşünüyordum.”

“Öyle tabii, mantık sınırları çerçevesinde.”

“Afrika yapsak ne olacak ki, baba?”

“Ah, yani şimdi odayı Afrika’ya çevirdiğinizi kabul ediyorsun, değil mi?”

“Çocuk odası kitlensin istemezdim,” dedi Peter soğuk bir tavırla. “Asla.”

“Doğruyu söylemek gerekirse, bütün evi bir ay içinde kapatmayı düşünüyorduk. Hep birlikte, teknolojiden uzak, dertsiz tasasız bir hayat yaşamayı deneyeceğiz.”

“Bu berbat bir fikir! Ayakkabılarımı artık bağcıkmatik yerine kendim mi bağlayacağım? Dişlerimi kendim mi fırçalayacağım, saçlarımı kendim mi tarayacağım, kendi başıma mı yıkanacağım?”

“Biraz değişim güzel olmaz mıydı?”

“Hayır, korkunç olurdu. Geçen ay resim-çiziciyi kaldırdığına hiç sevinmemiştim.”

“Çünkü kendi başına resim çizmeyi öğrenmeni istedim, oğlum.”

“Bakmak, dinlemek ve koklamaktan başka bir şey istemiyorum; bunlardan başka ne yapabilirim ki?”

“Tamam o zaman, git oyna Afrika’da.”

“Evi yakın bir zamanda kapatacak mısın?”

“Öyle düşünüyoruz.”

“Bence üzerine fazla düşünmeyin, baba.”

“Bir de oğlumdan tehdit mi yiyeceğim!”

“Pekâlâ,” dedi Peter ve ağır adımlarla çocuk odasına doğru yürüdü.

***

“Yetiştim mi?” dedi David McClean.

“Buyur, kahvaltı et?” diye sordu George Hadley.

“Sağolasın, yedim de geldim. Sorun nedir?”

“David, sen bir psikologsun.”

“Yani umarım öyleyimdir.”

“Şey, o zaman bi’ çocuk odasına bakabilir misin? Geçen sene geldiği gün görmüştün; sana tuhaf gelen bir şey fark etmiş miydin?”

“Fark ettim diyemem; beklenen derecede şiddet sahneleri, orada burada gerçekleşen ufak paranoya eğilimleri, bunlar çocuklarda görülmesi en olağan şeyler çünkü çocuklar kendilerini anne babalarının boyunduruğu altındaymış gibi hissederler, ama onun dışında gerçekten hiçbir şey fark etmedim.”

Koridorun sonuna doğru yürüdüler. “Çocuk odasını kilitledim,” diye açıklamaya başladı baba. “Çocuklar gece vakti gidip içeriye yeniden girdiler. Kalmalarına izin verdim ki sana da bu sorunu çözmende kolaylık sağlayacak o yolu çizsinler.”

Çocuk odasından dehşet verici bir çığlık sesi geliyordu.

“İşte,” dedi George Hadley. “Ne yapabilirsin bir bak.”

Ses çıkarmadan çocuklara doğru yürüdüler.

Çığlıklar bitmiş, aslanlar ise besleniyordu.

“Bir dakikalığına dışarı çıkın çocuklar,” dedi George Hadley. “Hayır, odanın temasını sakın değiştirmeyin. Duvarlar olduğu gibi kalsın. Hadi.”

Çocuklar gittikten sonra iki adam, uzakta bulunan, yakaladıkları her neyse büyük bir iştahla yiyen aslan sürüsünü inceliyorlardı.

“Keşke ne olduğunu bilebilseydim,” dedi George Hadley. “Bazen ucu ucuna görebiliyorum. Sence yüksek-güçlü dürbünü buraya getirsem ve-”

David McClean tatsız bir gülüş attı. “Anca görebilirsin.” İncelemek üzere dört duvara da döndü. “Ne zamandan beridir çalışıyor bu?”

“Hemen hemen bir aydan fazladır.”

“Kesinlikle iyi hissettirmiyor.”

“Hislere değil gerçeklere ihtiyacım var.”

“Sevgili George, bir psikolog ömrü boyunca asla bir gerçeğe denk gelmemiştir. Yalnızca ‘hisleri’ duyar; ne olduğu belirsiz şeyleri. Bu şey güzel hissettirmiyor, sana söyleyeyim. Hislerime ve özverime güven. Burnuma iyi kokular gelmiyor. Hem de hiç. Benim sana tavsiyem bu kahrolasıca odayı tamamen kapatman ve çocukları gelecek sene tedavi için her gün bana getirmen.”

“O kadar mı kötü?”

“Korkarım öyle. Bu çocuk odalarının ilk kullanım amaçlarından birisi de şu ki, biz çocukların zihinlerinden geçen şeyleri duvarlarda gözlemleyebiliyorduk – böylece bunları boş vakitlerimizde inceleyip onlara yardım edebiliyorduk. Ama bu durumda, oda o düşünceleri dışa vurmak yerine, yıkıcı fikirlerin bir geçidine dönüşmüş.”

“Bunu daha önceden hissedemedin mi?”

“Ben yalnızca çocuklarını olması gerekenden daha fazla şımarttığını hissetmiştim. Şimdi onları yine bi’ şekilde hüsrana uğratıyorsun. Ama nasıl?”

“New York’a gitmelerine izin veremezdim.”

“Başka?”

“Geçen ay birkaç makineyi ellerinden alıp onları tehdit ettim. Ödevlerini yapmazlarsa odayı kilitleyeceğimi söyledim. Ne kadar ciddi olduğumu göstermek için birkaç günlüğüne odayı kapattım.”

“Aha!”

“Bu bir şey demek mi oluyor?”

“Her şey demek oluyor. Şu an Scrooge’un olduğu yerde önceden Noel Baba vardı. Çocuklar Noel Babaları seçerler. Bu odanın ve evin, senin ve eşinin yerine geçmesine göz yumdun. Bu oda artık onların annesi ve babası, kendi ‘gerçek’ ebeveynlerinden daha kıymetli gördükleri bir şey. Şimdi de gelmiş bu odayı kapatmak istediğini söylüyorsun. Burada öfke ve nefretin olmadığını söylemek pek mümkün değil. Odadaki nefret havadan bile hissediliyor. Şu güneşi bi’ hissetsene. George, hayatını değiştirmek zorundasın. Birçoğu gibi, sen de kendi konfor alanını yaratmışsın. Yarın bir gün mutfak makinen bozulsa açlıktan öleceksin. Yumurta nasıl kırılır onu bile bilmiyorsun. Uzun lafın kısası, her şeyi kapat. Yeni bir hayata başla. Biraz zaman alacak, ancak bir sene içerisinde kötünün içerisinden iyi çocuklar çıkaracağız. Bekle ve gör.”

“Ama bu olayın şoku çocuklar için biraz fazla olmaz mı, her şey düzelsin diye odayı aniden kapatmak?”

“Bu işin daha da derinine insinler istemiyorum, hepsi bu.”

Aslanlar ziyafetlerini bitirmişlerdi.

Aslanlar açık alanın öte ucundan, iki adamı izliyorlardı.

“İşte şimdi rahatsız hissetmeye başladım,” dedi McClean. “Çıkalım buradan. Oldum olalı bu odaları hiç sevmedim. Beni geriyorlar.”

“Aslanlar çok gerçekçi, öyle değil mi?” dedi George Hadley. “Yani zannetmiyorum ki-”

“Neyi?”

“Gerçek olabileceklerini.”

“Bildiğim kadarıyla olmuyorlar.”

“Makinede bir kusur, bir arıza falan?”

“Hayır.”

Kapıya doğru yöneldiler.

“Odanın kapatılabileceğini hâlâ hayal edemiyorum,” dedi baba.

“Hiçbir şey son bulmayı sevmez – bir oda bile olsa.”

“Odayı kapatmak istediğim için kendisi benden nefret ediyor mu merak ediyorum.”

“Havada biraz paranoya var gibi,” dedi David McClean. “Ayak iziymiş gibi takip edebiliyorsun. Bu da neymiş bakalım,” dedi, eğildi ve yerdeki kanlı atkıyı eline aldı. “Bu senin mi?”

“Hayır,” dedi. “Lydia’nın o.”

Odanın sigorta kutusuna gittiler ve onu kapatan şalteri indirdiler.

***

Çocuklar öfke nöbetindeydiler. Bağırıyor, çağırıyor ve ellerine ne geçerse fırlatıyorlardı. Hıçkıra hıçkıra ağlarken çığlıklar atıyor, küfürler edip mobilyaların üzerinde zıplıyorlardı.

“Çocuk odasına bunu yapamazsın, yapamazsın!”

“Bakın şimdi çocuklar.”

Çocuklar kendilerini kanepeye fırlatmış, ağlıyordular.

“George,” dedi Lydia Hadley, “odayı sadece birkaç dakikalığına açsan. Bu kadar sert olamazsın.”

“Hayır.”

“Bu kadar acımasız olamazsın…”

“Lydia, kapalıysa kapalı kalacak, o kadar. Şu andan itibaren bütün evin tamamı kapandı. Kendimizi içine attığımız bu belayı gördükçe daha da sinir oluyorum. Elektronik ve mekanik göbeklerimize bakmaktan kendimizi kaybettik. Tanrım, ne çok ihtiyacımız var biraz gerçek havaya!”

Sonrasında evin sesli saatlerini, ocaklarını, ısıtıcılarını, ayakkabı parlatıcılarını, bağcıkmatikleri, vücut fırçalayıcı ve lifleyicilerini, masaj aletlerini ve eline geçen bütün makineleri kapatmaya gitti.

Ev sanki ölü bedenlerle dolu gibiydi. Mekanik bir mezarlık gibi duruyordu. Çok sessizdi. Makinelerin içinde dolaşan, tuşa dokunulmasıyla çalışmayı bekleyen gizli elektrik uğultuları yoktu artık.

“Yapmasına izin vermeyin!” diye hüngür hüngür ağlıyordu Peter tavanda, sanki evle, çocuk odasıyla konuşuyormuş gibi. “Babamın sizi öldürmesine izin vermeyin.” Sonra babasına döndü. “Senden nefret ediyorum!”

“Bu hakaretler hiçbir şeyi geri getirmeyecek.”

“Keşke ölseydin!”

“Uzun bir süredir öyleydik zaten. Artık gerçekten yaşamaya başlayacağız. Hizmet görmek ve bize masaj yapılması yerine, gerçekten yaşamaya başlayacağız.”

Wendy hâlâ ağlıyordu ve Peter yeniden ona katıldı. “Bir kez, bir kez, son bir kez daha çocuk odasını aç baba,” diye yalvar yakar ağlıyorlardı.

“Ah, George” dedi eşi, “son bir kez.”

“Pekâlâ – pekâlâ, eğer susacaklarsa olur. Son bir dakika, ondan sonra sonsuza kadar kapalı kalacak.”

“Babacığım, babacığım, babacığım!” diye sevindi çocuklar, yüzleri ağlamaktan sırılsıklamdı.

“Sonra da bir tatile çıkacağız. David McClean yarım saat içinde geri gelecek, toparlanmamıza ve havalimanına gitmemize yardım edecek. Ben üstümü giyineceğim. Sen de çocuk odasını aç, sadece bir dakikalığına Lydia, bir dakikalığına.”

Daha sonrasında üçü aralarında konuşurken kendisini üst katta kıyafetlerini giymek üzere hava akımına bıraktı. Bir dakika sonra Lydia da yanına gelmişti.

“Şuradan uzaklaştığımızda daha mutlu olacağım,” diyerek içini çekti.

“Onları çocuk odasında mı bıraktın?”

“Ben de üstümü giyinmek istedim. Ah, o korkunç Afrika. Nesini seviyorlar anlamıyorum.”

“Eh, beş dakika içinde Iowa’ya doğru yola çıkacağız. Tanrım, nereden bulduk bu evi. Ne bizi itti de aldık başımıza bu belayı?”

“Gurur, para, aptallık.”

“Bence çocuklar kendilerini bir daha o kahrolası canavarlara kaptırmadan aşağı insek iyi olur.”

Der demez aşağıdan çocukların çığlıklarını duydular. “Babacığım, anneciğim, çabuk gelin – çabuk!”

Hava akımıyla aşağıya indiler ve koridorun sonuna doğru koştular. Çocuklar ortada yoktu. “Peter, Wendy?”

Arkalarındaki kapı hızla çarparak kapandı.

“Wendy, Peter!”

George Hadley ve eşi hızla dönüp kapıya doğru koştular.

“Açın kapıyı!” diye haykırdı George Hadley, kapının kolunu çevirmeye çalışıyordu. “Neden dışarıdan kilitlediler! Peter!” Kapıya sertçe vuruyordu. “Aç kapıyı!”

Dışarıdan, kapının dibinden Peter’ın sesini duydu.

“Çocuk odasını ve evi kapatmalarına izin vermeyin,” diyordu

Bay ve Bayan Hadley kapıya vuruyorlardı. “Saçmalamayın çocuklar. Gitme vaktimiz geldi. Birazdan Bay McClean burada olur ve…”

Sonrasında sesleri duydular.

Üç taraftan etraflarını sarmış, sarı bozkır otlarında, kuru samanların üzerinde yürürken, boğazlarından gümbürdeyip kükrüyorlardı.

Aslanlar gelmişti.

Bay Hadley eşine baktı, arkalarını döndüler ve kuyruklarını dikmiş, kendilerine doğru yavaş yavaş yaklaşan canavarlara baktılar.

Bay ve Bayan Hadley avazları çıkana kadar bağırdılar.

Ve diğerlerinin çığlıklarının neden bu kadar kötü olduğunu hemen anladılar.

***

“Evet, işte geldim,” dedi David McClean çocuk odasının yolunda. “Ah, merhaba.” Ormanda, açık alanın ortasında oturmuş piknik yemekleri yiyen iki çocuğa baktı. Önlerinde küçük su birikintisi ve sarı bozkır; tepelerinde sımsıcak güneş vardı. McClean terlemeye başlamıştı. “Anneniz babanız nerede?”

Çocuklar kafalarını kaldırdı ve gülümsedi. “Ah, tam olarak burada olacaklar.”

“Güzel, gitmemiz gerekiyor.” Bay McClean uzakta kavga edip birbirlerine pençelerini geçiren, sonrasında sakinleyip gölgeli ağaçların altında beslenen aslanları gördü.

Elleriyle gözlerini siper edip kısık gözlerle aslanlara baktı.

Aslanlar beslenmişti. İçmek üzere su birikintisine ilerlediler.

Bay McClean’ın sıcaktan yanmış yüzünün üzerinden bir gölge geçti. Sonra birkaç gölge daha. Akbabalar sımsıcak gökyüzünden süzülerek iniyorlardı. “Çay?” diye sordu Wendy sessizlikte.

Çeviren: Uğur Aslan Budak | Öykünün özgün hâline buradan ulaşabilirsiniz.

Yazar: Konuk Yazar

Bu içerik bir konuk yazar tarafından üretilmiştir. Siz de sitemizin konuk yazarlarından biri olabilirsiniz. Yapmanız gereken tek şey, kaleme aldığınız bilimkurgu temalı makale ve öykülerinizi bilimkurgukulubu@gmail.com adresine göndermek. Editör onayından geçen yazılarınız burada yayımlanıp binlerce okurun beğenisine sunulacaktır. Gelin bu arşivi birlikte büyütelim...

İlginizi Çekebilir

bilimkurgu yazarlarinin favori romanlari

Bilimkurgu Yazarlarının Favori Romanları

Hiçbir tür yönlendirmeyi bilimkurgudan daha fazla dikkate alamaz. Karakterler ister uzaydaki asteroit alanlarında dolaşıyor, ister …

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bilimkurgu Kulübü sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin