Fransızca’da “karanlık film” anlamına gelen film noir, yeni bir tür gibi ortaya çıkmasına rağmen zamanla daha çok bir anlatım dili ve atmosferi ifade etmeye başladı. 1940’ların başında, 2. Dünya Savaşı’nın yarattığı toplumsal çöküş ve ekonomik belirsizlik içinde yükselen anlayış, Amerikan şehirlerinin arka sokaklarında geçen yozlaşmış karakterler ve çözümsüz sorunlarla dolu hikâyeler sundu. Suç, ihanet ve kader üçgeninde sıkışmış kahramanların çoğu kendi hatalarının kurbanıydı. Alman dışavurumculuğunun gölge oyunları, Fransız yeni gerçekçiliğinin dili ve Amerikan bulvar romanlarının sert üslubu tarafından şekillendirildi. The Maltese Falcon (1941), Double Indemnity (1944) ve The Big Sleep (1946) gibi yapımlar, sert diyalogları, caz melodileri, siyah-beyaz kontrastı ve gölgelerle dolu dar kadrajlarıyla film noir estetiğini sinemaya kazandırdı.
1940’lardan 1950’lerin sonuna uzanan klasik dönem, suç öykülerinin yanı sıra politik paranoya, toplumsal yabancılaşma ve kimlik bunalımı gibi derin temaları işledi. Renkli sinemanın yükselişi ve Hollywood’daki değişimle beraber klasik noir dönemi sona erdi, ancak bu karanlık ruh hiçbir zaman kaybolmadı. 1960’lardan itibaren Chinatown (1974) ve Se7en (1995) gibi yapımlarla “neo-noir” adı verilen modern yorumlar sahneye çıktı. Günümüzde Edward Norton’ın yazıp yönettiği Motherless Brooklyn (2019) gibi filmler, klasik noir’in atmosferini koruyup çağdaş dokunuşlarla yeniden yorumluyor. Üstelik noir’in etkisi yalnızca suç filmleriyle sınırlı kalmadı; bilimkurguyla da buluşarak farklı türlere esin verdi. Şimdi gelin, klasik dönemden günümüze film noir estetiğini taşıyan 10 bilimkurgu filmine yakından bakalım.
Decoy (1946)

Decoy, bilimkurgu türündeki ilk film noir kabul ediliyor. Aynı zamanda bu tarzın klasik dönemdeki ilk işlerinden biri. İdam edilen bir gangster, çetenin son vurgununda ele geçirilen 400 bin doların nerede saklandığı bilgisini de yanında götürüyor. Çete üyesi olan sevgilisi de erkek arkadaşının cesedini alarak tanıdığı bir bilim adamından yardım istiyor. Amacı cesedi yeniden canlandırmak. En azından paranın nerede olduğunu söyleyecek kadar hayata döndürülse yeterli. Ancak çetenin diğer üyeleri de paranın peşinde ve beklenmedik olaylar üst üste geliyor.
Film, çıkarı uğruna her şeyi göze alabilecek tehlikeli kadın karakteri, gri alanlarda dolaşan anti-kahramanları ve kontrolden çıkan olay örgüsüyle sonunda herkesin kaybettiği bir hikâye sunuyor. Tabii hikâyemiz karanlık ışıklandırma ve klostrofobik mekânlarla birleşince ortaya tam anlamıyla bir film noir bilimkurgusu çıkıyor.
The Manchurian Candidate (1962)

Dönemin soğuk savaş paranoyasını ve sosyo politik atmosferini güçlü şekilde yansıtan bir filmle devam ediyoruz.
Kore Savaşı’ndan dönen bir grup Amerikan subayı aynı kâbusları gördüğünü fark ediyor ve bu esrarengiz durumu kendi yöntemleriyle araştırmaya koyuluyor. Ancak kâbuslarında karşılarına çıkan kişilerle gerçek hayatta da yüz yüze geldiklerinde işler hızla çığırından çıkıyor. O andan itibaren hikâye, ölüm kalım mücadelesine dönüşürken arka planda büyük bir politik ve askeri komplonun izleri beliriyor.
Zihin kontrolü ve beyin yıkama söylentilerini merkezine alan film, soğuk ve klostrofobik mekânlarıyla izleyiciyi sıkıştırıyor; kasvetli atmosferiyle gerilimi sürekli diri tutuyor. Belirgin bir iyi ya da kötü karakterin olmayışı, hikâyeyi gri bölgelerde gezdirerek film noir tonunu da güçlendiriyor. 2004 yılında çekilen yeniden çevrim ise bu karanlık öyküyü modern bir dille günümüze taşıyor.
Alphaville (1965)

Jean-Luc Godard imzalı Fransız kara filmiyle devam ediyoruz. ABD’den sonra bu tarzın en yoğun işlendiği sinema kuşkusuz Fransa.
Amerikalı özel dedektif Lemmy Caution, kaybolan bir gizli servis ajanını bulmak için gazeteci kılığına girerek uzak bir gezegendeki fütüristik şehir Alphaville’e adım atıyor. Kaba, dobra ve tipik Amerikan tavırlarıyla öne çıkan Caution, mekanikleşmiş, duygusuz ve kusursuz işleyen bu şehir düzenine bütünüyle ters düşüyor. Yürüttüğü soruşturma kısa sürede bir kimlik bunalımı ve varoluş sorgulamasına dönüşüyor. Sert ve alaycı başkahramanı, soğuk atmosferi, loş ışıklandırması ve klostrofobik mekânlarıyla film, tam anlamıyla dört başı mamur bir kara film bilimkurgusu.
Soylent Green (1973)

Bu kez karşımızda neo noir türünde bir distopik kara film var. Işıklandırması çok loş değil, mekânlar da genellikle klostrofobiden uzak; hatta geniş açılı şehir manzaraları sık sık kadraja giriyor. Yine de filmde çizilen gelecek tasviri insanın içini daraltıyor. Başroldeki dedektif Thorn da dâhil ortada “iyi” sayılabilecek bir karakter yok. Thorn, daha filmin başında cinayet soruşturması için girdiği evdeki yiyecekleri ve bazı eşyaları çekinmeden cebine indiriyor. Dünya düzeni öylesine çürümüş ki, herkes kendince en doğru sandığı şeyi yapmaya çalışıyor.
Geleceğin boğucu, kalabalık ve kirli New York’u, noir sinemasının karanlık şehir estetiğini bilimkurguya taşıyor. Yozlaşma, iktidarın ahlaksızlığı ve sıradan insanların çaresizliği, klasik noir’deki toplumsal eleştiriyi burada distopik bir çerçevede yeniden kuruyor. Thorn gerçeği öğrense ve duyursa bile düzeni değiştirme şansı kalmıyor. Finalde izleyiciye kalan ise noir’in en temel unsurlarından biri diyebileceğimiz belirsizlik duygusu oluyor.
Looker (1981)

Looker, film noir estetiğini 80’lerin pastel renkli dünyası ve popüler kültür öğeleriyle birleştiren siberpunk bir eser. Plastik cerrahı Dr. Larry Roberts, kusursuz güzelliğin peşinde koşan üç ünlü mankene estetik operasyonlar yapıyor. Operasyonlar öylesine başarılı oluyor ki kadınların kariyerleri hızla yükseliyor. Ancak kısa süre sonra Roberts’ın ameliyat ettiği modeller tek tek cinayete kurban gidiyor. Şüphelenen Roberts, gerçeği araştırmaya başladığında yolu ileri teknolojiye sahip Digital Matrix adlı şirkete çıkıyor. Şirket, güzellik ile teknolojiyi birbirine harmanlayarak insanları birer dijital nesneye dönüştüren ürkütücü bir plan yürütüyor.
Rengarenk 80’ler atmosferi içinde geçen film, neo noir tadında kasvetli bir karanlık barındırıyor. Dr. Roberts, sistemin dişlileri arasında doğruları arayan ama her adımda biraz daha köşeye sıkışan bir figüre dönüşüyor. Birey ile sistem arasındaki çatışma, bu kez teknoloji ve yapay güzellik üzerinden işleniyor. Film, noir’in karamsar ruhunu siberpunk geleceğin parlak yüzeyi altına başarıyla gizliyor.
Blade Runner (1982)

Sırada, birçok otoriteye göre “sci-fi noir” kavramını tanımlayan bir örnek var karşımızda. Dünya dışı kolonilerde köle olarak kullanılan yapay insanlar, isyan çıkarıp Dünya’ya dönünce haklarında idam kararı veriliyor. Bu görevi yerine getirmek üzere, Blade Runner denilen infazcı birliğin üyesi Rick Deckard sahneye çıkıyor. Deckard tam bir klasik noir dedektifini andırıyor: hayattan tat alamayan, yorgun, moralsiz, yalnız ve alkol sorunlarıyla boğuşan biri. İstemeden de olsa yozlaşmış bir dünyada işini yapmak zorunda kalan gri bir karakter.
2019 Los Angeles’ı ise sürekli yağan yağmuruyla, neon ışıklarıyla, dar sokakları ve gölgelerle dolu kadrajlarıyla betimleniyor. Ortaya çıkan atmosfer, noir’in 40’lar estetiğinin 21. yüzyıla taşınmış hâli gibi görünüyor. Film, karanlık ve yabancılaşmış bir gelecek resmederken, noir ruhunu da bilimkurguya en etkileyici biçimde uyarlıyor.
Strange Days (1995)

Blade Runner’ın açtığı yoldan ilerleyen, tam bir neo noir ve siberpunk örneğiyle karşılaşıyoruz. Hikâye, milenyumun son günlerinde, 1999’dan 2000’e girilirken geçiyor. Eski bir polis olan Lenny Nero, artık yasa dışı bir işe bulaşmış durumda: İnsanların anılarını ve duygularını kaydedip diskler hâlinde satan bir anı tüccarı. Bu diskler sayesinde kullanıcılar başkalarının yaşadıklarını birebir deneyimliyor, onların hislerini kendi bedenlerinde duyumsuyor. Ancak Lenny’nin eline bir gün gizemli bir disk ulaşıyor. Diskte, bir hayat kadınının vahşice öldürülüşü yer alıyor. Lenny, olayı araştırmaya başladıkça şantaj, cinayet ve tecavüzle örülü karanlık bir komplonun içine çekiliyor. Hayatı tehlikeye giren kahramanımız, hem katili bulmak hem de yozlaşmış düzenin derinliklerindeki gerçeği açığa çıkarmak zorunda kalıyor.
Lenny Nero, klasik noir dedektifinin 90’lar versiyonu gibi görünüyor: yozlaşmış, parasız, umutsuz ve geçmişe saplanıp kalmış bir adam. Şehir ise sürekli karanlık, kaotik, kalabalık ve suçla dolu; sokaklarda şiddet ve yozlaşma kol geziyor. Finalde olaylar çözülüyor, kötü adamlar yeniliyor gibi görünse de izleyici bunun geçici olduğunu biliyor. Çünkü bu düzenin kısa sürede yeni kötüler yaratacağı ve aynı kısır döngünün devam edeceği, noir ruhuna uygun şekilde film boyunca hissediliyor.
Minority Report (2002)

Steven Spielberg’in, uzun süre sonra yapımcı koltuğuna oturmadığı ve sipariş üzerine çektiği bu projeyle 2000’lere adım atıyoruz. Philip K. Dick’in aynı adlı öyküsünden uyarlanan film, bizi 2054 yılının suçtan arındırılmış Washington’ına götürüyor. Dedektif John Anderton, “Suç Öncesi” adlı özel birimde çalışıyor. Geleceği görebilen üç kardeş, yani kahinler sayesinde işlenecek suçlar önceden öngörülüyor ve polis bu suçları gerçekleşmeden bastırıyor. Ancak bir gün sistem, 36 saat içinde Anderton’ın bir cinayet işleyeceğini gösteriyor. Bir anda av durumuna düşen Anderton, hem peşindeki polisten kaçmak hem de kendisine kurulan komplonun izini sürmek zorunda kalıyor.
John Anderton tam anlamıyla bir noir dedektifi. Travmalarla yüklü, yalnız, uyuşturucu bağımlılığıyla boğuşan, geçmişiyle kavgalı ve içinde bulunduğu sisteme yabancı bir karakter olarak öne çıkıyor. Onu işinde başarılı kılan şey disiplin değil, suç ve suçlulara duyduğu derin nefret. Film, grimsi mavi tonları, düşük kontrastı, yağmurlu atmosferi ve noir’in vazgeçilmez öğesi olan klostrofobik mekânlarıyla türün 2000’lerdeki en güçlü ve kült yorumlarından birini sunuyor.
Watchmen (2009)

Bu kez neo noir çizgisinde ilerleyen bir süper kahraman distopyası var karşımızda. Alternatif bir 1985 dünyasındayız; süper kahramanlar gerçekten var ve gündelik hayatın olağan bir parçası hâline gelmiş. Soğuk Savaş’ın gerilimi zirveye tırmanırken, eski bir kahramanın öldürülmesi olayların fitilini ateşliyor. Emekliye ayrılmış ya da köşesine çekilmiş diğer kahramanlardan farklı olarak hâlâ sahada olan tek kişi, gözü kara anti kahraman Rorschach. Cinayeti araştırmaya başlayan Rorschach, yalnızca eski dostlarını değil, tüm dünyayı etkileyebilecek dev bir komplonun izini sürüyor. Hikâye ilerledikçe güç, ahlak, adalet ve insan doğasının en karanlık yanları bir felakete doğru açılıyor.
Rorschach başta olmak üzere neredeyse tüm karakterler gri bölgelerde dolaşıyor. Filmde saf, klasik anlamda bir kahraman yok; herkes kendi zaafları, yozlaşmaları ve hatalarıyla mücadele ediyor. Hatta öldürülmesiyle hikâyeyi başlatan Komedyen, gerçekte bir tecavüzcü olarak çiziliyor. Dar sokakları, puslu mekânları, kısık kontrastı ve loş ışıklarıyla film, tipik bir noir görselliği taşıyor; dedektif öyküsünün damarını süper kahraman mitosuyla birleştirerek benzersiz bir karanlık atmosfer yaratıyor.
Upgrade (2018)

Listemizi, Avustralya’dan güçlü bir neo noir ve siberpunk noir örneği ile kapatalım dedik. Hayatın tamamen teknolojik hâle geldiği bir gelecekte, tamirci Grey’in otomatik pilotta giden arabası kontrolden çıkarak suç oranı yüksek bir mahallede kaza yapıyor. Yaralı olarak kurtulsalar da eşi bir çete saldırısı sonucu ölüyor, kendisi de felçli kalıyor. Hayata küsen karakterimize deneysel bir çip implantı ile yeniden yürüyebileceği söyleniyor. Grey teklifi kabul ediyor ve çip beyinciğine yerleştiriliyor. Asıl olaylar da işte bundan sonra başlıyor, çünkü çipin yapay zekâsı beklenenden çok daha gelişmiş ve öngörülemez düzeyde.
Film, karanlık şehir manzaraları, dar sokaklı mahalleleri, neon ışıkları ve kasvetli mekânlarıyla siberpunk noir estetiğini ustaca yansıtıyor. Ezilmiş, çaresiz ve intikam arzusu ile yanıp tutuşan Grey’in kendi yöntemleriyle yürüttüğü dedektiflik, çok geçmeden onu beklenmedik bir sona sürüklüyor.
Yararlanılan Kaynak: Reactor Mag