Demir pasa, plastik toza, veriler sessizliğe dönüşüyor. Bunun sorumlusu ise elbette zaman. Hayal edin, bundan bin yıl sonra biri kürek salladığında neyle karşılaşacak? Gömülü birkaç kırık ekran, belki bir kulaklık kablosu… Kazan kişi bir insan da olabilir, yapay zekâya entegre edilmiş özerk bir araştırma aygıtı da. Ancak soru değişmiyor: “Burada bir zamanlar kim, nasıl yaşıyordu?”
Geçmişi anlamanın yolları genellikle tesadüflerle başlar. Bir yazıt, bir kemik, bir duvar resmi ya da toprağa gömülü bir ev eşyası… Bunlar, geçmiş uygarlıkların bize fısıldadığı kelimelerdir. Fakat bizim çağımız bu türden izler bırakmakta pek başarılı görünmüyor. Bugün kullandığımız bilgi taşıyıcıları (sabit diskler, CD’ler, flash bellekler) şaşırtıcı derecede dayanıksız. Veriyi kısa vadede depolamakta iyiyiz belki ama yüz yıl, bin yıl, hatta daha ötesi söz konusu olduğunda bu araçların hiçbir garantisi yok. Bir CD birkaç yıl içinde bozulabiliyor. Sabit disklerin manyetik yüzeyleri zamanla siliniyor. Peki ya “bulut”? Ona bağlı verilerimiz nerede ve ne kadar süreyle güvende?

Dijital çağ, kayıt tutma işini yeni bir boyuta taşıdı. Artık her şey kaydediliyor: e-postalar, sosyal medya gönderileri, alışveriş alışkanlıkları, sağlık verileri… Ancak bu kayıtların çoğu uçucu. Elektriğe bağımlı. Sunucular silindiğinde ya da çöktüğünde veriler sanki hiç var olmamış gibi ortadan kayboluyor. Bu kırılganlık da geleceğin tarihçilerini kara kara düşündürtüyor. İşte bu kaygıyla yola çıkan bazı araştırmacılar, dijital kültürümüzü kalıcı biçimde saklamanın yollarını arıyor. Bunlardan biri, Internet Archive girişimini başlatan Brewster Kahle. Kahle ve ekibi, web sayfalarından kitaplara, videolardan ses arşivlerine kadar dijital dünyanın tüm izlerini biriktirmeye çalışıyor. Şu ana dek 20 petabitten fazla veri toplanmış durumda. Fakat bu arşivler hâlâ fiziksel donanımlara bağımlı; disklere, bantlara, sunuculara… Yani zamanla çürüme ihtimali yine var.
Bu yüzden daha kalıcı bir yol arayışındayız. O yollardan biri de DNA. Evet, genetik materyal olarak bildiğimiz DNA, artık bir bilgi taşıyıcısı olarak da düşünülüyor. Bir resim, bir kitap, hatta bir kısa film DNA koduna dönüştürülebiliyor. Sonra da DNA, cam tozları (silikalar) içine hapsediliyor. Tıpkı bir böceğin amber içinde korunması gibi bilgi de bu sayede binlerce yıl dayanabiliyor.

DNA’nın bu amaçla kullanılması, teknolojik olduğu kadar simgesel de bir devrim. Çünkü DNA, hayatın kendisini taşıyan bir yapı. Gelecekte kültürümüzü de yarınlara taşıyabilir. Yani biz insanlar, canlılığın dilini kendi hafızamızın aracı hâline getirebiliriz. Bu da bilginin biyolojik bir formda ikinci kez hayat bulması demek. Elbette her şey bu kadar basit değil. DNA’yı saklamak için uygun sıcaklıklar gerekiyor (ideali -18 derece), ayrıca çözümleme için özel kimyasallara da ihtiyaç var. Dolayısıyla, gelecekte bu verilere ulaşmak isteyenler için teknik talimatların da aynı yöntemle saklanması gerek. Aksi takdirde ellerine geçen cam taneciklerinin ne anlama geldiğini kimse çözemeyebilir.
Benzer bir mantıkla geliştirilen Rosetta Disketi projesi, kaybolmaya yüz tutan dillerin bir arşivini oluşturuyor. Spiral biçiminde metal bir diske kazınan 1500 farklı dil, optik büyütmeyle okunabiliyor. Hem içerdiği bilgiyle hem de fiziksel yapısıyla binlerce yıl sonra bile anlaşılabilir olması amaçlanıyor. Çünkü bilgi, sadece var olmasıyla değil erişilebilir olmasıyla da anlam kazanıyor.

Tüm bu çabalar, insanlığın ortak bir kaygısından doğuyor: “Bizden bir iz kalsın.” Fakat bu iz ne olacak? En gelişmiş keşiflerimiz mi, en güzel şiirlerimiz mi, yoksa sadece ne yediğimizi ve nasıl yaşadığımızı gösteren sıradan bilgiler mi?
Arkeoloji bize şunu öğretti: Geçmişi en çok çöp kalıntıları anlatır. Dolayısıyla geleceğin arkeologları da belki en çok bizim bugün atık saydığımız şeylere bakacak. Ancak bizim çöpümüz plastikten ve piksellerden ibaret. Yani zamanla çözülüp yok olacak kadar kırılgan şeylerden. Hâl böyleyken, belki de sadece DNA’ya yazılmış hikâyemiz kalacak geriye. Belki bir gün biri, bir cam taneciğini sıvıya bırakıp içinden çağımızın sesini duyacak: Bir şarkı, bir kedi videosu ya da yaz ortasında yazılmış bir veda mektubu…
Belki de her şey toz olacak. Neyse ki bu kez o toz konuşabilecek.