Modern astronominin önde gelen sorularından biri, insanların evrende yalnız olup olmadığıdır. İnsanlar son yüzyılda uzay ile alakalı büyük keşifler gerçekleştirse de bu soru hâlâ cevaplanmamış halde duruyor. Uzayda Dünya benzeri gezegenlerin fazlaca bulunduğu bilinen bir gerçek. Hatta yaşam için temel gereksinimlerden biri olarak kabul edilen su da evrende bolca bulunuyor. Güneş Sistemi’nde bile Dünya haricinde dev okyanuslara sahip gök cisimlerinin olduğu düşünülüyor. Peki yaşam nerede? Belki de sorun şu ki, yaşam insanların düşündüğü ya da etraflarında gördüğü gibi olmak zorunda değil. Belki de Dünya dışı yaşam insanların tahayyülüne sığmayacak kadar radikal…
Dünya dışı yaşam ile alakalı pek çok spekülasyon var. Kimisi onların insanlardan ya da Dünya’daki canlılardan pek farklı olmayacağını söylüyor. Nihayetinde canlılık devamını sağlamak için enerjiyi dönüştürecek bir bünyeye ihtiyaç duyar ve o enerjiyi bulmak için de çeşitli özellikler geliştirir. Belki de yaşam karbon bazlı olmak zorunda değildir. Örneğin Titan’da nitrojen bazlı bir yaşam ortaya çıkmış olamaz mı? Suyun yerini de sıvılaşmış metan almıştır. Peki silikon, yaşamın temel taşı olamaz mı? Yaşam illa Dünya’da olduğu gibi karbon zengini bir toprağa mı ihtiyaç duyar? Eğer ihtimalleri zorlayacak olursak Oort Bulutu dahil olmak üzere Güneş Sistemi’nin her yerinde, kimisi ekstrem türde olsa da, canlılık mevcut olabilir.
Bilimkurgu genelde bu ihtimalleri epey esnetir. Robert L. Forward gibi bazı yazarlar oldukça egzotik yaşam türleri kurgulamıştır. Howard’ın kurguladığı yaşam biçimi atom değil, atom çekirdeği bazlıdır. Dragon’s Egg isimli romanında Cheela denen bir yaşam formunu betimler. Bu yaşam formu bir nötron yıldızının yüzeyinde yaşamaktadır. Burada nükleer etkileşimler oldukça hızlı gerçekleştiği için, Cheela uygarlığı basit aletlerden üst düzey teknolojiye bir ay gibi kısa bir sürede ulaşır.
Elbette bir bilimkurgu eseri olarak oldukça yaratıcı ve heyecan verici gelse de, bu fikir gerçeklikte insanların dünya dışı yaşam arayışına pek bir katkı sağlamıyor. Dragon’s Egg isimli romanda da Cheela uygarlığı ta ki insanlar o yıldıza gidene kadar keşfedilmemiş kalıyor, çünkü uygarlıkları uzaktan gözlemlenemeyecek durumda. Üstelik romanda hikayenin düğümlenmemesi için bazı meseleler hasır altı edilmiş diyebiliriz. Mesela nükleer kimya komplike olsa da, DNA benzeri yapıların ortaya çıkmasına müsaade edip etmeyeceği belli değil.
Gerçi yakın bir zaman önce bu konuya akademik alanda değinenler de oldu. Luis A. Anchordoqui ve Eugene M. Chudnovsky ikilisi “Can Self-Replicating Species Flourish in the Interior of a Star?” (1) isimli bir makale yazdı. Makale spekülatif kabul edilebilir, ancak oldukça ilginç fikirler içeriyor. Makalede DNA’nın yerine geçecek olan şeyin saf nükleer etkileşimler değil, kozmik sicimler ve manyetik tek kutuplar olabileceği de iddia ediliyor. Kozmik sicimler, evrenin ilk dönemlerinde ortaya çıkması muhtemel hipotetik çatlaklardır. Manyetik tek kutuplar ise yalnızca tek bir manyetik kutbu olan parçacıkları ifade eder. Ne yazık ki bunların gerçekliğine dair henüz bir kanıtımız yok.
Makaleye göre tek kutuplu parçacıklar, kozmik sicimlerin etrafında kümelenecek ve yıldızların çekim kuvveti bu sicimleri yakalayacak. Yıldızların çekirdeğindeki çalkantılı devinim sayesinde bu yüklenmiş sicimler, birbirine karışacak ve nihayetinde “bilgiyi” kodlayıp çoğaltabilecek hale gelecek. Bu teorik olay eğer bir şekilde gerçekleşirse, yıldız kökenli bir yaşam da ortaya çıkabilir.
Hazırlayan: Tuğrul Sultanzade
Dipnotlar: