Uyandı Lotus.
“Bilgi talebi… Saat,” dedi.
“Sıfırdörtoniki,” bilgisinin gelmesi yarım saniye sürdü.
Etrafına bakındı. Saydam duvarlardan gelen soluk mavi ay ışığında karanlıktı evi. Orta zeka kategorisine dahil, yalnız yaşayan, orta yaşlı bir kadının sahip olabileceği türden küçük bir mekandı burası. Uykusu vardı, biraz daha uyumayı düşündü ama yapmadı bunu, kalktı yataktan.
Mutfağa gitti, kahve makinesine bir fincan yerleştirdi.
“Kahve,” dedi. Onun söylediği “kahve” komutu, merkez işlemciye gitti, merkez işlemciden evindeki kahve makinesini başlatan komutun geri gelmesi bir yarım saniye daha sürdü. Kahve makinesi çalışmaya başladı, sıcak kahvenin kokusu doldurdu mekanı. “Soğutucu,” dedi. Buzdolabının kapağı açıldı. Dolaptan yiyecek bir şeyler aldı, geri kapandı dolap.
Çalışma masasına gitti. Kahvesinden bir yudum aldı. İçine yayılan sıcaklığı hissetti.
“Arşiv,” dedi. “Opera… Wagner… Tanrıların Günbatımı.” Kısa bir beklemeden sonra gözünün retinasında, Walkür kayalıklarında üç perinin görüntüsü oluştu, üç sopranonun giriş aryasını kulaklarında hissetmeye başladı. Saydam duvardan yıldızlara baktı aynı zamanda.
Bir yıldan uzun bir süredir her gün yaptığı gibi karanlıkta kahvesini içerken, Wagner’in “Tanrıların Günbatımı” operasını izledi.
Lotus’un algı tutanağını analiz eden işlemci 2115/07/31/04/12 kayıt numaralı raporda Lotus’un bu operayı son üç yüz altmış dokuz gün boyunca her sabah saat dörtte uyanıp izlemiş olduğu bilgisini girdi. Onun bu süre boyunca operayı toplam beş kez sonuna kadar izlemiş olduğu, bir kez izlerken fenalık geçirdiği için yarım kaldığı, üç yüz altmış üç kez de bitmeden kapattığı notunu düştü. Adı unutulmuş bir on dokuzuncu yüzyıl bestecisi olan Wagner’in eserlerini son beş yılda izleyen tek kişinin Lotus olduğu raporda yer aldı.
Bu norm dışı davranışı nedeniyle Lotus’un yakın takipte tutulması gerektiği de belirtildi.
Masanın üzerinde duran elektronik aygıta götürdü ellerini. Operanın başkarakteri bir sandalla Ren nehrinden gelip sahneye çıktı. Odanın karanlığı ve opera bütün algılarının üstüne bilincini gölgeleyen bir örtü gibi örtüldü. Kahramanın tenor sesi kulaklarını doldururken, parmak uçlarıyla tasarımına dokundu Lotus. Tüm detaylarıyla hissetti onu. Öylesine yoğunlaşmıştı ki, Wagner’in saçma mitolojik kahramanları gözlerinin önünde dolaşırken bile tasarladığı aygıtı hiç görmeden, sadece parmak uçlarıyla dokunarak, hayalinde canlandırabiliyor, onu çalıştıracak yazılımı gözünün önüne getirebiliyordu.
Parmak uçlarıyla hissederek tasarımının son kontrolünü yaparken doğu ufku siyahtan koyu laciverte dönmeye, yıldızlar sönmeye başlamıştı. Hafiften kızaran gökyüzünün altında siyaha yakın koyu yeşil ağaçlar vardı. Beşinci kattaydı Lotus’un konutu ve ağaçları birkaç metre yukarıdan görüyordu. Wagner’in operasıyla iç içe geçen bu güzel manzara başka koşullar altında çok büyük heyecan verebilirdi ona. Oysa şu anda, bütün ilgisi parmak uçlarıyla dokunduğu tasarımındaydı. Kulak zarlarında soprano Brünnhilde bağırıyordu çığlık çığlığa.
“Her şey çok iyi,” diye düşündü. “Bir deneme daha yapabilirim.” Yıldızlara baktı bir kez daha. Müziği düşündü.
Geçmişteki testler geldi aklına. Tamamında bir takım sorunlar çıkmıştı.
Hatta bir keresinde test sırasında sistem kısa devre yapmış, simülatör bir anda Lotus’un kalbinin üretemeyeceği kadar yüksek enerji çekmeye başlamıştı. Nabzı hızlanmaya başlamış ancak üretilen enerjinin tamamı işlemciye gittiği için kendinden geçmiş, gövdesinden sağlık birimine alarm sinyalleri gitmeye başlamıştı. Bayılıp yere yığıldığında simülatör vericisi elinden düşmeseydi yakalanması işten bile değildi. Verici gövdesinden uzaklaşınca aradaki bağlantı kesilmiş, kalp basıncı normale dönmüş, sağlık birimleri harekete geçmeden ayılmıştı.
Bir test daha yapmak konusunda kararsızdı. Parmaklarını simülatörün farklı parçaları üzerinde gezdirdi. Operanın yarısına gelmişti bile. Doğu ufkuna baktı tekrar. Dokunduğu her parçanın doğru yere bağlanmış olduğunu bir kez daha tespit etti. Az sonra ufukta bir tepsi gibi ortaya çıkacaktı güneş.
Mutlu bir ifade belirdi yüzünde. Tasarımından gurur duydu. Kısa süren bir sevinç yayıldı yüzüne, sonra silinip gitti, mutluluk kayboldu. Tehlikeli bir işle uğraşıyor olmanın gerilimi geldi yüzüne.
Elini sol göğsünün biraz üzerinde bir noktaya götürdü. Orada, derisinin hemen altına yerleştirilmiş olan mikro işlemciyi hissetti. Kendisinin gördüğü, duyduğu ve konuştuğu her şeyi beyninden alıp merkez arşive aktarmaktaydı. Yerleşkenin bütün bireylerine doğduktan hemen sonra yerleştirilen küçük bir çipti bu. Başlangıçta tek işlevi bireyin kan değerlerini tarayıp sonuçları sağlık kontrol bürosuna aktarmaktı. Sonra yeni işlevler eklenmiş, daha gelişkin modeller ve yeni yazılımlar geliştirilmişti. Bu mikro işlemcinin sayesinde tarihte ilk defa insan beynine sadece bilgi göndermek değil, dışardan yazılım yüklemek mümkün olmuştu.
Bireyin izleyeceği film ya da opera, alacağı haber, gazete ya da kitap, veriler halinde doğrudan beynine gönderiliyor, dışarıdan gelen bu veriler duyu organlarının algılayabileceği şekilde formatlanıp beyinden geriye doğru, kulak zarı ve göz retinasına aktarılıyordu. İzlemek için bir zamanlar karmaşık donanımlar gerektiren görsel ve işitsel verileri başka hiç bir aygıta gereksinim olmaksızın izlemek mümkündü. Merkezde kayıtlı her veri bireylerin sadece duyu organlarıyla her an algılayabilecekleri dev bir arşivdi artık.
Bireyin algılarının sürekli olarak merkez arşive aktarılması da bir yan ürün olarak kalıcılaşmıştı bu arada. Bireyin yaşadıkları arşive kesintisiz bir şekilde kaydediliyordu. Hastalıkların yanı sıra işlenecek suçların ya da intihar girişimlerinin de çok önceden engellenebilir olmasını sağlamıştı bu. Suç diye bir kavram kalmamış, intihar oranı sıfır noktasına kadar gerilemişti.
Kural dışına çıkmak olanaksızdı artık.
İşte Lotus’un tasarladığı simülatörle yapmak istediği de buydu. Kendi gövdesindeki mikro işlemciyi bir süre için devre dışı bırakıp, merkez arşive kendisinden algı kaydı gitmemesini sağlamaktı amacı. Bu süre boyunca veri kesintisi olmaması için de önceden kaydedilen görüntüler ve Wagner’in eseri o andaki gerçek algıları gibi merkez arşive aktarılacaktı. Bir anlamda tasarladığı aygıtla kendisini simüle etmiş olacaktı Lotus.
Bir suçtu bu. Yerleşke yasaları bireyin bilincini merkez arşivden ayıracak bir donanımı üretmek bir tarafa, soyut bir fikir olarak düşünmeyi bile yasaklıyordu. Tasarımı hakkında kendi kendine bir şeyler mırıldanması ya da tasarladığı simülatöre bir an için bakması bu bilginin veri olarak merkez arşive gitmesini sağlardı ki bu, Lotus’un yakalanması için yeterliydi.
Bir an kararsızlık içinde durdu. Ufkun ateş kırmızısına baktı. Test sırasında bir kez daha kısa devre olur, kalp atışları yavaşlar ya da hızlanırsa, güvenlik biriminin olayı bu sefer bir sağlık sorunu olarak değil, bir suç unsuru olarak soruşturacağını çok iyi biliyordu.
“Güneşin doğmasına çok az kaldı,” diye düşündü. “Ya başlamalıyım ya da ertelemeli.”
Simülatör biteli aylar olduğu halde her sabah test etmeyi düşünüp sonra korkup vazgeçmekten bıkmıştı artık. Çok eski çağlardan kalma antik bir bilgisayara benzeyen bu aygıt çalışırsa bir mucize olacaktı. Yine de vazgeçmek istemiyordu. Ne olacaksa olmalıydı. Mucizeyi denemeye karar verdi.
Kontrol birimini bir eline aldı. Göğsüne bastırdı. Tam da mikro işlemcinin bulunduğu noktaydı bu. Diğer elini şaltere götürdü. Şalteri indirdiği anda gövdesindeki işlemci kapanacak, buna paralel olarak simülatör merkez arşive bağlanacak, aygıtın belleğindeki Tanrıların Günbatımı operasını kaldığı noktadan merkeze aktarmaya devam edecekti. Veri akışında bir kopma olmayacak, yaşam normal sürüyor gibi görünecekti.
Cesaretini topladı. Tüm algıları Wagner’in operasıyla doluydu o anda.
Ufukta belirdi güneş. Lotus indirdi şalteri.
Sisteme enerji geldi. Ana platinin üzerindeki minik lambalar yandı teker teker. Lotus görmedi bu lambaları. Saydam duvarın ötesinde yavaş yavaş yükselen güneşte bile değildi bakışları. O anda olabilecek bir tersliği görmemek için gözlerini korkuyla kapatmıştı. Ortaya çıkacak sonucu bekliyordu.
Tanrılar sustu. Operanın görüntüleri silindi göz retinasından. Çığlık atan sopranonun sesi yok oldu. Bütün bunların o andaki algıları olarak merkez arşive gitmeye devam etmesi anlamına geliyordu bu.
Hiç bir sorun olmaması anlamına geliyordu.
Bir süre gözleri sımsıkı kapalı, korkuyla bekledi.
“Birey Lotus, yaşam sinyalinizde zayıflama var. Lütfen tepki verin,” sinyalini bekledi.
Sinyal gelmedi. Herhangi bir alarm da gelmedi. Yavaş yavaş açtı gözlerini.
Belirgin bir şekilde ferahladı. Saydam duvarın ötesindeki manzaraya baktı. Turuncu bir tepsi gibi yavaştan yükseliyordu güneş. Yarısı ortaya çıkmıştı bile. Tasarımını artık parmak uçları ile değil de gözleri ile görmek için sabırsızlandı.
Vericiyi sol göğsünün üzerinde tutarak bekledi bir süre.
Gerçek beyniyle merkez işlemci arasındaki tüm veri transferi durmuş olmalıydı.
“Bilgi talebi… Saat” dedi. Hiç bir yanıt gelmedi. Sadece bir boşluk vardı karşısında. Yaşamında ilk defa kendisine yanıt veren bir “merkez” olmaması tuhaf geldi. Emin olmak için tekrar denedi. Yine yanıt gelmedi. Denemek için kendi beyninden farklı bireylere mesajlar göndermeyi denedi. Tamamı sonuçsuz kaldı.
Korku sevinç ve heyecandan oluşan bir duygular yığınının tüm hücrelerinde dolaştığını duyumsadı. Tasarımı kusursuz çalışıyordu. Kendisiyle işlem merkezi arasındaki bağlantı tümüyle kopmuştu.
“Özgürüm,” diye mırıldandı.
Masanın üzerine çevirdi bakışlarını.
İlk kez tasarımına baktı. Onu, bir annenin çocuğunu yetişkin haliyle ilk defa görmesine benzer bir duyguyla seyretti bir süre. Bütün bu sistem onun tasarımıydı ve şimdi, üstelik de artık kusursuz çalışmaya başladıktan sonra, ilk defa görüyordu onu.
Tasarımı yabancı bir obje gibi göründü Lotus’a.
Yapıtını sevinçle seyretti bir süre. El işçiliğindeki küçük kusurlar bir tarafa, işlem merkezinin yüksek teknolojik aygıtlarından aşağı kalır yanı yoktu.
“Orta düzey zeka kategorisi!” diye mırıldandı. Sanki içinde gizlenen başka bir Lotus vardı ve ne zaman olağandışı bir iş başarsa bu cümleyi fısıldıyordu ona. “Orta düzey zeka kategorisi!”
Doğum öncesinde bir dizi hücre testi yapılır ve daha anne karnındayken bebeğin büyüdüğünde beyin hacminin ne kadar olacağı tespit edilirdi. Lotus’a yapılan testler onun orta zeka düzeyine kadar gelişeceği sonucunu vermişti. Alt düzey işleri yapacak kadar zeki, tasarım yapamayacak kadar da aptal olmak anlamına geliyordu bu.
“Orta düzey zeka kategorisi!” Tasarımına baktığı o anda bu cümleyi mırıldanırken içine dolan tek duygu intikamdı.
Eğreti monte edilmiş parçalara baktı. Sevecen bir gülümseme yayıldı yüzüne. Bedensel engelli, zayıf, hatta belki hastalıklı; ama zehir gibi akıllı çocuğunu seven bir annenin sevecenliğiyle baktı, dokundu tasarımına.
“Hiç bakmadan ancak bu kadar oluyor,” diye mırıldandı. Mırıldanmaktan korkmadığını fark edip neşelendi sonra. “Üstün zeka kategorisindeki şımarıklar tasarlasınlar da görelim.”
Bir süre odada dolaştı. Evinin saydam duvarlarından dışarıyı seyretti. Güneş yükseldikçe ağaçların yeşil renginin daha bir canlı hale gelmesini izledi ve bütün bunları yaşamında ilk defa görmüş gibi heyecan duydu.
Odanın tabanına sabitlediği bir çubuk ve yere çizdiği zaman skalasından oluşan güneş saatinde, çubuğun gölge büyüklüğünü ölçtü. Operanın finaline daha altmış dakika vardı. Veri boşluğu olmaması için opera bitmeden merkeze geri dönmesi gerekiyordu.
Odanın içinde dolaştı bir zaman. Mutfağa gitti, hiç bir şey yapamadan seyretti mutfağını. Teste başlamadan önce bir kahve daha yapmadığına üzüldü. Su ısıtamazdı şimdi. Kahve ya da çay yapamaz, buzdolabından yiyecek bir şeyler alamaz, mutfaktaki su musluğunu açamazdı. Bütün bunları yapabilmek için yapılacak işlemi bir emir olarak mırıldanması gerekiyordu. Mırıldandığı bu komut, vücut işlemcisinden merkeze gidip, mutfaktaki ısıtıcının çalışmasını, soğutucunun açılmasını ya da musluktan su akmasını sağlayan bir sinyal olarak geri gelmeliydi. Bütün bunları merkezden özgürleşmiş bir beyinle yapması olanaksızdı.
Simülatörün kontrol ünitesini sol göğsü üzerinde tutmayı sürdürerek odanın içinde durdu.
“Bu aleti de göğsüme sabitlemenin bir yolunu bulmalı” diye düşündü önce. Sonra saçma geldi bu fikir ona. “Zaten uzun bir süre kullanacak değilim” dedi görece yüksek bir sesle. “İşi tamamlayana kadar.”
Bir şey anımsamış gibi yatağının yanına gitti. Yatağın altından eski kağıtlara sarılmış küçük bir paket çıkarttı. Paketle birlikte odanın ortasına geldi, yere bağdaş kurup oturdu.
Kağıdı yavaşça açtı, bir ustura çıktı içinden. Bir kaç yüz yıllık bir parçaydı bu. Zamanında bir antikacıdan almıştı. Lotus’un aklından geçenleri antikacı da anlamış olmalıydı. Hiç bir şey dememiş, usturanın keskin yanını fazlaca göstermeden bir kağıda sarıp vermişti. Paketi hiç açmamıştı Lotus. Görüş alanına girmemesi için yatağın altına saklamış, bir daha da almamıştı oradan.
Usturanın keskin kenarına baktı bir süre. Bir ustura için hiç de keskin değildi aslında. Geçen zaman içerisinde iyice paslanmış, körelmiş, dişleri kırık eski bir testereye dönmüştü.
“İşimi görmeye yeter ama,” diye düşündü. Usturanın keskin tarafını sol bilek damarına sürttüğünü hayal etti. Normal zamanda olsa, cildinde kesik oluşup da kan sızmaya başladığı anda merkeze uyarı giderdi. Gövdesindeki kan kaybının devam etmesi durumunda sağlık ekiplerinin oraya gelmesi sadece bir kaç dakika alırdı.
“Oysa şimdi,” diye düşündü, “cildimi değil, kolumu kessem haberleri olmaz.”
Merkez işlemci Lotus’un algı tutanağını o gün ikinci kez analiz etti. Operanın son perdesine girerken Lotus’un gövdesinden gelen verilerde herhangi bir anormalite bulunmadığını, kalp atışlarının ve tansiyonunun normal olduğunu, yine de kendisine uygulanan yakın takibin devam etmesi gerektiğini rapora ekledi.
Lotus usturayı bileğine dokundurdu. Bir yıl önce simülatörü tasarlamaya başladığında amacı merkeze duyurmadan intihar etmekti. Şimdi bileğini kesiverse bir daha istese bile kurtulması olanaksızdı. Gerçekleştirmek birden mümkün olunca bu işin düşündüğü kadar kolay olmadığını anladı. Bir yıldır hayalini kuruyordu. Şimdi mümkündü ve usturayı bileğine sürtmek, o usturayla bir kayayı kesmek kadar zordu.
Ölmekten korktuğunu fark etti. Gördükleri arşive aktarılmadığı halde, bakışlarını kaçırdı usturadan. Kafasındaki ölüm kavramını düşünmemeye çalıştı. Güneş yükselmeye başlamıştı. Güneş saatinin zaman skalasında çubuğun gölgesi giderek küçülüyordu.
“Son perde başladı” diye düşündü. “Konuştuğum ya da gördüğüm hiç bir şey kaydedilmiyor” dedi yüksek sesle.
Konuştuklarının kaydedilmiyor olduğunu bilmenin tuhaf keyfini hissetti içinde. Başka hiç bir şey yapmadan oturmak yeterliydi o anda. Musluktan akacak suya gereksinimi yoktu, kahve ya da yiyecek bir şey de istemiyordu. Usturayı antikacının verdiği kağıda geri sardı.
“Sana da ihtiyacım yok” dedi, yerinden kalkmaksızın yatağın altına doğru fırlattı. Yatağın altında bir yere düştü, görünmez oldu ustura.
Yerdeki çubuğun giderek küçülen gölgesine tekrar baktı.
“Çok zaman kalmadı” dedi kendi kendine. “Tanrıların günü batmak üzere. Merkez işlemciye dönmenin zamanıdır.”
BİLİMKURGU KULÜBÜ KISA ÖYKÜ YARIŞMASI İKİNCİLİK ÖDÜLÜ
SERDAR KAZAK
1962 yılında Çorum’da doğdu. 1986’da, ODTÜ Endüstri Ürünleri Tasarımı bölümündeki öğrenimine son verip Almanya’ya yerleşti. O tarihinden günümüze Almanya’da ikamet ediyor. Kassel Görsel Sanatlar Akademisi Sinema TV bölümünden mezun olan Kazak, 1995 tarihinde yazdığı “Sevmiş Olduğum Her şey” adlı senaryosuyla “Yunus Nadi uzun metrajlı senaryo ödülü”nü kazandı. 1995-1999 yılları arasında Mine Film’de yapım yönetmeni olarak çalıştı. 1999’dan bu yana Almanya’da metin yazarı olarak yaşamını sürdürüyor. Serdar Kazak’ın Bilimkurgu Kulübü Kısa Öykü Yarışması’nda ikinci seçilen “Tanrıların Günbatımı” adlı öyküsünün yanı sıra “GlobalHope” adlı henüz yayımlanmamış bir romanı da bulunuyor. Ayrıca “Space Lift” (Uzay Asansörü) adlı bir bilimkurgu romanı üzerinde de çalışmalarına devam ediyor.