isik - serkan koybasi

Işık | Serkan Köybaşı (Kısa Öykü)

Uyandı. Annesine seslenip uyandığını, uyandırmasına gerek olmadığını söyledi. Artık tıpkı büyükler gibi daha az uyumaya başlamıştı. Sevindi. Ellerini, yüzünü ve kulaklarını yıkadı. Kahvaltıdan sonra Muta’yla biraz sohbet etmek istiyordu. O yüzden okul kutusunu hemen toplamaya karar verdi. Ama ses kaydedici her zamanki yerinde yoktu. Dün gece uykuya dalarken dinleyip dinlemediğini düşündü. Güçlü şekilde damağını şaklattı. Evet, yatağının yanındaydı.

Anlaşılan Muta dün pazarda paraya kıymıştı. Yer’e yakın taze köklerden oluşmuş mükellef bir kahvaltı hazırlamıştı. Neredeyse her gün yemek zorunda kaldığı mineral lapasından kat be kat daha iyiydi. Keyfini çıkara çıkara yemeye başladı önündekileri. Köklerin yoğun aromalı kokusu aklını başından alırken, Zoon o günkü dersi düşünmeye başladı. Mezuniyet öncesi son konu ışıktı ve anlamakta zorlanmıştı. Halbuki fizikte iyiydi. Ama işin içine tarih girince afallamıştı. Son hafta bu yüzden puanının düşmesini istemiyordu. Öğretmeni Leera elinden geldiğince anlatmaya çalışmış, çeşitli kayıtlar dinletmiş ve örnekler vermişti ama ışığın ne olduğunu bir türlü kafası almıyordu. Nasıl bir şeydi ve ne işe yarıyordu…? Düşünmeye ve anlamaya çalışıyordu ama olmuyordu. Kafasının içi sanki koca bir boşluktu. O kelimeyi tekrarlamaktan başka bir şey yapamıyordu.

“Işık. Işık.” Durdu. Sonra tekrar. “Işık. I-şık. Işşş-şıeeeakk.”

Tekrarladıkça kelimeye yabancılaştı. Yabancılaştıkça anlamaktan uzaklaştı. Yeniden konsantre olmaya çalıştı. Dokunulamayan ve kokusuz bir şey olduğunu söylemişti Leera. Eski zamanlarda yeşil yapraklı bitkilerin fotosentez yapmasına ve böylece oksijen üretmesine yarıyordu. Duraksadı. Aslında bu “yeşil” konusu da biraz kafa karıştırıcıydı. Neden renk diye bir kavram var olmuştu ve eskiden ne işe yaramıştı, çok iyi oturmamıştı kafasında. Ama, Leera “nasıl bugün farklı şekiller varsa, eskiden de farklı renkler vardı. Işığın üstüne vurduğu nesneler farklı renkler yansıtırdı” dediğinde bir fikri olur gibi olmuştu. Çünkü yansımalar konusunda iyiydi. Hem Maden Türleri dersinde nesnelerin içerdikleri madenleri hatasız algılayabiliyor, hem de kaybolan en küçük nesneleri bile arkadaşlarından çok daha rahat ve hızlıca bulabiliyordu. Öğretmeni bu yeteneğini bir keşfetse, belki müdüre onun mezuniyetten sonra Yer’e en yakın noktalara gönderilmesini bile tavsiye edebilirdi. O zaman kimsenin gitmediği yerlere gidebilir, değerli madenler bulabilir ve yeni mağaralar keşfedebilirdi. Yeni mağaralar keşfettiğindeyse çok ünlü olur, hiç açlık çekmez, adı kuşaktan kuşağa söylenirdi.

Kendini aptal bir gülümsemeyle yakaladı. Yine konuyu dağıtmıştı. Bütün bu hayallerini gerçekleştirebilmesi için önce ışığı anlamalıydı.

Muta, mutfak girişinin yanında, ellerini önünde birleştirmiş, gurur ve sükûnetle Zoon’un kahvaltısını yapmasını izliyordu. Biricik oğlunun büyüdüğünü hissetmek hem gönlünü ferahlatıyor hem de onu endişelendiriyordu. Gönlü ferahtı çünkü sonunda başarmıştı. Zoon güçlü, gürbüz ve çok da akıllı bir delikanlıydı işte. Bu sefalet içinde hiç de fena iş çıkarmamıştı. Ama ya bundan sonrası? İşte endişelenmesine neden olan kısım da buydu. Mezun olunca nerede görevlendirilecekti? Ya Yer’e çok yakın bir noktaya gönderilirse? Ya bir göçük olursa? Ya bilinmeyen bir mağaraya varırlarsa ve o mağara da meğer Yer’e çıkıyorsa? Kötü düşünceleri kovmak için kafasını istemsizce iki yana salladı. Böyle düşünmemeliydi. Zoon başarılı bir öğrenciydi ve büyük olasılıkla dilediği görevi seçme şansı olacaktı. Birazcık mantıklı düşünürse Hava Dağıtım Tesisi’ni seçeceğinden şüphesi yoktu. Hem prestijli bir işti hem de eve yakındı. Üstelik mağara değiştirmesine de gerek yoktu. Zoon’u Tesis’in başarılı ve sevilen koordinatörü olarak hayal etti. Göğsü kabardı.

“Anne ışık nedir?”

Zoon’un sorusuyla gerçekliğe geri döndü Muta. Ama bu öyle bir soruydu ki, hiç sormamış olmasını dilerdi. Sevimsiz bir konuydu herkes için. Yine de elinden geldiğince, kırıp dökmeden cevaplamaya çalıştı.

“Ben de tam olarak bilmiyorum canım. Homo Luxus dönemine ait bir terim. Benim büyük babamın büyük babası, zamanında, az da olsa hissetmiş. Ama elektrikle üretilenini, yani yapay olanını.” Cümlenin sonunda sesi aniden düştü. Sanki bir şeyi ağzından kaçırmıştı. Yutkundu ve yine güçlü bir ses tonuyla devam etti. “Işığı hissetmeye ‘görmek’ denirmiş. Hani kafa yuvarlarımız var ya, işte onlar o işe yararmış. Neden bilmiyorum ama dediklerine göre, büyük evrimden önce onsuz hayat düşünülemezmiş. Canlıların ışıksız yaşayamayacağına inanılırmış.” İçten olmayan bir kahkaha attı. “İlkellik işte! Tabii bugün bunun yanlış olduğunu biliyoruz. Evrim sayesinde artık ışığa muhtaç olmadan yaşayabiliyoruz. Hem söyle bakayım, sabah sabah nereden çıktı bu soru şimdi? Yoksa ilkel çağları mı özledin?”

“Leera dün anlatmaya başladı, bugün devam edecek ama pek aklıma yatmadı. Belki sen biliyorsundur dedim.”

“Neden kafanızı işinize yaramayacak bilgilerle dolduruyorlar şu okulda hiç anlamıyorum. Sanki tüm madenler, toprak türleri, mineraller bitti de sıra ışığa geldi. Sonuçta mezun olunca yapacağınız işler üç aşağı beş yukarı belli. Bu alanlarda çalışacaksınız en sonunda.”

“Ben de seninle aslında bunu konuşmak istiyordum anne.” dedi Zoon. Sıkıldı, bir-iki saniye cümleye nasıl başlayacağını düşündü. Ama en azından konunun kendi kendine açılmış olmasına sevindi. “Okul bitiyor biliyorsun. Büyük olasılıkla notum oldukça yüksek gelecek ve seçim şansım olacak.” Ter bastı. Muta’nın üzüleceğini veya en azından endişeleneceğini biliyordu. Ama kendi istediği hayatı yaşamayı uzun zamandan beri kafasına koymuştu. Derin bir nefes aldı ve söyleyiverdi. “Ben sanırım Keşif Ekibi’ni seçeceğim.”

Muta bir süre sessiz kaldı, dengesini kaybeder gibi oldu. Duvara tutundu. Ter bastı. İşte, korktuğu başına gelmişti. Hıçkırmaya başladı. Damağını şaklatıp biraz ilerisindeki sandalyeye ilişti.

Zoon kahvaltı etmeyi bırakıp başını önüne eğdi. Annesinin hıçkırıklarını dinlerken onun yoğunlaşan kokusunu sessizce içine çekti. Biliyordu, eğer Keşif Ekibi’ne katılırsa bu kokuyu belki bir daha hiçbir zaman duyamayacaktı. Keşif, sonu bilinemeyen bir görevdi. Yıllar önce bu ekibe katılan ve bir daha haber alınamayan tanıdıkları vardı. Ama bu onların öldüğü anlamına gelmezdi ki. Belki muazzam bir mağara keşfetmişler ve orada yaşamaya başlamışlardı. Denemeden bilemezdi. Kendi yolunda ilerlemeye kararlıydı. Yine de Muta’nın üzüntüsüne kayıtsız kalamadı. O da hıçkırmaya başladı.

Bir süre öylece oturdular. Belki on dakika. Sessizliği Muta’nın damak şaklatması bozdu. Hızlıca ayağa kalktı. Çatallanmış bir sesle,

“Hadi bakalım okula. Beni üzebilmek için önce okulu bitirmen gerekiyor. Marş marş!” diye emretti.

Zoon da damağını şaklattı, kutusunu aldı, annesine sarılıp yanağına kocaman bir öpücük kondurdu.

“Teşekkürler anne. Her şey için.” deyip koşar adım kapıdan çıktı.

Okuluna yaklaşırken arkadaşlarının neşeli konuşmalarını duydu. Mezun olmanın sevinci seslerine yansımıştı. Onun geldiğini hissedince hemen makaraya başladılar.

“Ooo şampiyon da gelmiş. Leera derse onsuz başlamam dedi, biz de seni bekliyorduk.”

“Diyorlar ki Zoon o kadar iyi kalpli ki birinci olsa da pazarcılığı seçecek, Keşif Ekibi’ni arkadaşlarına bırakacak. Ya sen ne ince birisin ya…”

Gülümsedi.

“Dalgayı bırakın da ışığı anlayan var mı onu söyleyin. Ben işin içinden çıkamadım. Dün gece kayıtları dinlerken uyuya kalmışım.” Konuyu hızlıca değiştirebildiğine sevinmişti. Arkadaşlarının sevgisinden hoşnuttu ama başarısından konuşulunca utanıyordu. Her kafadan bir ses çıktı ama sonuç olarak anlaşılmıştı ki kimse ışığı tam olarak kavrayamamıştı. Çok soyuttu. Zaten geçmişte kaldığı için de kimse çok önemsememişti. Bu sırada Leera’nın geldiğini duyup sınıfa yöneldiler.

Damağını şaklatıp sınıfın en arkasındaki yerine oturdu. Bir şeyi anlayamadığı zaman içine oturan o başarısızlık duygusu yüzünden rahat değildi. O kadar istemesine, kayıtları defalarca dinlemesine ve hatta annesine sormasına rağmen anlayamamıştı işte. Ah keşke en azından bir kez ışığı hissedebilseydi. O zaman anlayabilirdi ne olduğunu. Ama bugün Leera onu hissetmesin ve ona soru sormasın istiyordu. Son hafta, en sevdiği öğretmeninin gözünde küçük düşmemeliydi. Olabildiğince kokusunu bastırmaya çalıştı.

“Hoşgün arkadaşlar. Zoon, ışık konusunda dün neler gördük, bir tekrar et istersen. Ondan sonra başlayalım derse.”

Elbette ki hissetmişti orada olduğunu. O kadar çok sohbet etmişlerdi ki son iki yıldır, kaç kilometre uzakta olsa da alırdı kokusunu.

“Tabii öğretmenim. Işık, eski zamanlarda var olan tatsız, kokusuz ve dokunamadığımız bir enerji kaynağıdır. Eski çağlarda yeşil bitkilerin fotosentez yapması için gerekliydi. Yaşamımızın onsuz devam edemeyeceği düşünülüyordu ancak daha sonradan bunun doğru olmadığı anlaşıldı. Yapay yolla da elde edilebildiği bilini…”

“Nasıl? Bu nereden çıktı?” diye bir anda sözünü kesti Leera. Sesi oldukça yüksek çıkmıştı. Tüm sınıf dona kaldı. Sinirlendiğini hissedebiliyorlardı. Hatta sanki paniğe kapılmıştı. Zoon anlam vermekte zorlandı. Şaşırmıştı. Ne demişti ki? Son cümlesini düşündü. Sonra bir anda damarlarındaki kanın ısındığını hissetti. Kendi kendine mırıldandı:

“Neden daha önce düşünemedim ki… Demek, bir de doğal ışık kaynağı vardı.”

≈ Bir yıl sonra ≈

Başını arkaya yasladı ve çelikten yapılmış aracın soğukluğunu hissetti. Kafasında binlerce düşünce dönüyordu. Heyecandan kusacak gibiydi. Sonunda uzun zamandan beri arzuladığı beş kişilik elit ekiplerden birinde yer bulabilmişti ve az sonra hava tüneline fırlatılacaklardı. Muta’yı düşündü. Acaba şu anda ne yapıyordu? O da onu düşünüyor muydu? Eğitim sırasında sadece bir kere konuşabilmişti annesiyle; o da maden kazıları nedeniyle kesintili şekilde. Sesi gururlu geliyordu. Konuşmanın sonuna doğru sesi yine çatallanmıştı ama o kadarı da normaldi. “Keşke kokular da telefonla aktarılabilseydi” diye düşündü.

“Fırlatmaya bir dakika.”

Acaba gittikleri yerde onları ne bekliyordu? Kimse bilmiyordu. Sadece tahminler vardı. Delmeye değmeyecek sert bir kayaya rastlarlarsa görevleri kısa sürer, bir-iki hafta içinde geri dönerlerdi. Ama yumuşak bir zemine denk gelirlerse aylarca bile kazabilirlerdi. En çok istediğiyse dev bir mağara keşfetmeleriydi. İşte o zaman dört dörtlük olurdu. Yeni mağara, yeni bir yerleşim demekti. Birçok insan onların mağarasına gelir, yerleşir, yeni bir hayat kurardı. İzin alabilirse annesini bile getirtebilirdi bu yeni yerleşime. Orada yepyeni bir hayata başlarlar, yeni mineral damarları ve kök tarlaları sayesinde bolluk içinde yaşarlardı.

“Fırlatmaya son on beş saniye. On dört saniye. On üç saniye… ”

“İşte gidiyorum” diye mırıldandı.

“On saniye. Dokuz saniye…”

“Acaba ışığı da hisseder miyim gittiğim yerde? Neydi o kelime?” Hatırlamaya çalıştı. “Görmek! Işığı da görür müyüm?”

“Altı saniye. Beş saniye…”

Araç güçlü şekilde titredi. Vücudu ileri doğru itilirken başı hafifçe geriye düştü. Oturduğu koltuğa karşı uyguladığı kuvvetin arttığını hissetti.

“İki saniye. Bir saniye. Hava tüneli açık!”

İnanılmaz bir hızla ileriye doğru fırladılar. Yaklaşık on dakika içinde yüzlerce kilometre yol kat ettikten sonra hava tünelinin sonunda ani şekilde durdular. Aracın tepesindeki kapılar açıldı. Dışarısı tamamen sessizdi. Hiçbir titreşim hissedemiyordu. Tamamen yapayalnızdılar.

Damağını şaklattı. Evindeki odasından biraz daha büyükçe bir yerdeydiler. Kendilerinden önceki ekip pek de çalışkan değildi anlaşılan. Bir kez daha şaklattı damağını. Duvarlarda çok zayıf mineral damarları vardı ancak değerli bir madenden iz bile yoktu. Hava az ama temizdi. Demek kaliteli bir toprak içerisindeydiler. Yer’e yakın olma ihtimalleri de yüksekti.

Zaman kaybetmeden kazıcı aletlerini hazırladılar ve çalışmaya başladılar. Altı saat sonra yaklaşık 40-50 metre Kuzey yönünde ilerlemişlerdi. Daha önce varlığı bilinmeyen bir mineral damarını ortaya çıkarmış ancak hâlâ değerli bir madene ulaşamamışlardı. Bütün gün konuşmadan, yemek yemeden, ara vermeden kazmışlardı. Yorgundu. Ve bu daha ilk gündü. Seçimini sorgulamaya başladı. Annesini dinleyip Tesis’e başvursa daha mı iyi olurdu acaba? Çok mu geçti her şey için? “Bunun için mi en yüksek notla mezun oldum okuldan?” diye düşündü. Tamam madenler hayatlarını sürdürmeleri için gerekliydi ama günlerce, haftalarca ve hatta aylarca kazıp en sonunda bazı değerli taş parçaları bulmak için mi bırakmıştı annesini tek başına? Mezuniyet öncesi hayallerine hiç uymuyordu şu anda yaptığı iş. Hayalini kurduğu keşifleri hiç yapamama ihtimali içini sıktı, göğsünü daralttı. Kendine öfkelendi. O öfkeyle delgeçini hızlıca önündeki duvara vurdu.

Bir anda toprakta büyük bir delik açıldı. İçeri taze ve temiz hava doldu. Kafasını delikten dışarı uzattı ve güçlü şekilde damağını şaklattı. Büyük bir mağaraya varmışlardı. O kadar büyüktü ki duvarlardan yansımanın dönmesi üç-dört saniye almıştı. Teker teker delikten geçtiler. Durmadan damak şaklatıp mağaranın ne kadar büyük olduğunu anlamaya çalışıyorlardı. Bu büyük değil, dev bir mağaraydı. Ucu bucağı yoktu. Kendi yerleşimlerinden en az iki kat daha büyüktü! Herkese yetecek kadar yer ve doğal taze hava vardı. Kim bilir, belki büyük kök tarlalarının altından geçiyor ve hatta hayatî madenlere ulaşılmasını bile sağlıyor olabilirdi. Sevinç çığlıkları atıp birbirlerini kucakladılar. Başarmışlardı. Adları kuşaktan kuşağa tekrarlanacak ve sonsuza kadar hatırlanacaktı.

Kahkahaları, ayaklarının altında hafif bir sarsıntı hissetmeleriyle bir anda kesildi. Derin bir sessizlik oldu. Susup dikkatlice dinlemeye ve hissetmeye çalıştılar. Aniden vuran daha güçlü bir sarsıntı hepsini yere devirdi. Ardından çok yüksek bir çatırdama sesi duyuldu. Tavandan büyük taş parçaları düşmeye başladığında Ekibin deneyimli üyeleri çoktan deliğe geri girmişlerdi.

Zoon’sa düştüğü yerde kalakalmıştı. Birden bedeninde bir sıcaklık hissetti. Derisi ısındı. Annesi geldi aklına. Uyuyamadığı soğuk gecelerde Muta onu sardığında da aynı böyle hissederdi. Sonra daha da garip bir şey oldu. Damağını şaklatmamasına rağmen mağarayı seçmeye başladı. Nasıl olduğunu anlayamıyordu ama mağaranın içini yansıma olmadan hissedebiliyordu işte. Sağ tarafında büyük bir kaya, hemen ileride sarkıtlar vardı. Anlam veremedi. Bu nasıl mümkün olabilirdi?

“Yoksa…” diye düşündü. Yüzündeki kafa yuvarları feci şekilde sızladı. Sızı acıya dönüştü. Elleriyle üstlerine bastırdı. Şekiller yok oldu ama acı giderek artıyordu. Derisi de yanmaya başlamıştı. Sanki faydası olacakmış gibi, tiz bir çığlık attı.

Bu sırada tavan büyük bir gürültüyle tamamen çöktü. Ve tüm ihtişamıyla güneş üzerinde belirdi.

Zoon yüzündeki ve derisindeki inanılmaz yanma hissine direnerek ayağa kalktı, kollarını iki yana açtı, başını geriye attı. Anladı. Bu, ışıktı. Gülümsedi.

Sonra, tekrar karanlık oldu.

Yazar: Konuk Yazar

Bu içerik bir konuk yazar tarafından üretilmiştir. Siz de sitemizin konuk yazarlarından biri olabilirsiniz. Yapmanız gereken tek şey, kaleme aldığınız bilimkurgu temalı makale ve öykülerinizi bilimkurgukulubu@gmail.com adresine göndermek. Editör onayından geçen yazılarınız burada yayımlanıp binlerce okurun beğenisine sunulacaktır. Gelin bu arşivi birlikte büyütelim...

İlginizi Çekebilir

kisa oyku

Kaplumbağalar ve İnsanlar | Erhan Yıldırım (Kısa Öykü)

Yaşaması için ilk kural neydi hakikaten? Su mu? Hava mı? Yoksa lezzetine bakmadan midesine tıkacağı …

Bir Cevap Yazın

Bilimkurgu Kulübü sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin