bozkir ray bradbury kapak

Konforun Bedeli: Ray Bradbury’nin “Bozkır”ında Teknoloji ve Yabancılaşma

Ray Bradbury’nin Türkçeye “Bozkır(The Veldt) adıyla çevrilen kısa öyküsü, 1950 yılında yayımlanmış olmasına rağmen ele aldığı temalarla bugün yaşadığımız dünyaya şaşırtıcı biçimde yaklaşıyor. Özellikle teknolojinin insan psikolojisi üzerindeki etkisi ve değişimi algılama biçimimiz, öyküyü neredeyse güncel bir metin hâline getiriyor.

Bozkır, George ve Lydia Hadley adlı bir çiftin ses yalıtımlı Happylife evinde geçiyor. Dış dünyaya dair ayrıntılı bilgiler verilmiyor; ancak teknolojinin son derece gelişmiş olduğu ve otomasyonun gündelik işlerin yanı sıra mahrem alanları da tamamen ele geçirdiği açıkça hissediliyor. Happylife’ın her köşesi otomasyonla yönetiliyor. Fırın insanlar için yemek pişiriyor, masa sofrayı kendi kendine hazırlıyor, insanlar ayakkabı bağcıklarını bile kendileri bağlamıyor. Bradbury’nin ifadesiyle bu ev, “onları giydiriyor, yediriyor, resmen ayağında sallayarak uyutuyor, oyun oynuyor ve şarkı söylüyor.” Dahası, evin her yanına yayılmış, Aldous Huxley’nin Cesur Yeni Dünya’sını çağrıştıran ve insanları rahatlatmak ya da yatıştırmak için tasarlanmış “koku vericiler” (odorophonics) bulunuyor.

Yani öyküde ev, insanların ne hissedeceğine dahi karar veren, duyguları maksimum konfor adına düzenleyen bir mekanizmaya dönüşüyor. Aslında bu evde insanın hiçbir şey yapmasına gerek kalmıyor.

George ve Lydia’nın iki çocuğu var: Peter ve Wendy. Ebeveynlerin konuşmalarından anlaşıldığı üzere Peter oldukça zeki, on yaşında büyük bir abi. Wendy ise abisinin sözünden çıkmayan, onun dediklerini harfiyen yerine getiren küçük kız kardeş. Hikâye, temelde ebeveynlerle çocuklar arasındaki rollerin ve güç dengesinin, teknolojinin hayatlarını bütünüyle kuşatmasıyla nasıl değiştiğine odaklanıyor.

Evin ve anlatının merkezinde, diğer odalardan ayrışan çocuk odası bulunuyor. Olaylar, Lydia’nın bu odadaki değişiklikleri fark etmesi ve bundan rahatsızlık duymasıyla hız kazanıyor. Kristal duvarların çocukların hayal ettiği dünyaları yansıttığı, tavanın gerçek bir gökyüzünü simüle ettiği, hatta güneşin yakıcı sıcaklığının bile ensede hissedildiği bu oda; son derece gelişmiş bir teknolojiyle donatılmış durumda. Hayal edilen şeye göre bazen bitkiler, bazen hayvanlar “canlanıyor”. Tüm duyuları harekete geçiren bu donanım, korkutucu ve yanıltıcı derecede gerçekçi bir deneyim yaratıyor.

Bradbury odayı tarif ettikçe okuyucunun zihninde kaçınılmaz sorular beliriyor: Çocuklar karanlık, şiddet dolu ya da akıl almaz şeyler hayal ederse ne olacak? Bu odanın bir sınırı, bir ebeveyn kilidi var mı?

Lydia’nın da fark ettiği gibi oda, bir zamanlar ormanlara, uçuşan Pegasuslara ve Aladdin gibi masal figürlerine ev sahipliği yaparken artık tek bir temaya saplanıp kalıyor: Afrika. Oda, avlarını parçalayan aslanlarla, ağır kan kokusuyla ve kavurucu bir sıcakla dolup taşıyor. Kapı açık ya da kapalı olsun, içeriden sürekli çığlıklar ve kükremeler yükseliyor.

Hikâye boyunca okuyucu, bu odanın gerçekten var olup olmadığını ya da duyuların yarattığı aşırı gerçekçi bir simülasyondan ibaret olup olmadığını ayırt edemiyor. George, önce kendi cüzdanını, ardından Lydia’nın şalını kanlar içinde bulduğunda gerçeklik algısı iyice bulanıklaşıyor. George, odadaki atmosferi değiştirmeye çalışıyor; ancak oda buna yanıt vermiyor. Bu noktada ebeveynlerin huzursuzluğu paranoya seviyesine ulaşıyor. Çocukların hayal dünyası, ebeveynlerin kâbusuna dönüşüyor. Bradbury burada önemli bir şey söylüyor: Gerçeklik teknik kapasiteyle değil, hissedilen şeyle kuruluyor.

Oda ne kadar hissettiriyorsa, o kadar gerçek oluyor.

Öykünün başından itibaren, her şeyin otomasyonla yapılmasının insanları ne denli kendi evlerinde bile gereksiz, işlevsiz ve vazgeçilebilir hissettirdiği görülüyor. Bunun ilk sinyalini Lydia veriyor. “Buraya ait olmadığımı hissediyorum,” diyor. “Ev hem bir anne, hem bir eş, hem de bir bakıcı oldu. Bir Afrika bozkırıyla nasıl yarışabilirim ki? Çocukları otomatik lifleme banyosu kadar hızlı ve güzel nasıl yıkayabilirim?” Benzer biçimde George’un da ev içinde bir rolü kalmıyor. Sanat üretimi bile otomasyona devrediliyor; ev, yaşayanlar yerine resimler üretmeye başlıyor. Bugünden bakıldığında son derece tanıdık bir tablo.

Bradbury, kuşaklar arasındaki deneyim farkının teknolojiyle kurulan ilişkiyi nasıl şekillendirdiğini de gösteriyor. George ve Lydia bu konfora alışmış olsalar da, teknolojinin olmadığı “analog” günleri hatırlıyorlar. Odanın, koku vericilerin, ayakkabı bağlayıcıların olmadığı bir yaşamın ne demek olduğunu biliyorlar. Bunların ortadan kalkması onlar için bir felaket anlamına gelmiyor.

Ancak aynı şey Peter ve Wendy için geçerli değil. Çocuklar, odayı anne ve babalarından daha çok ebeveyn yerine koyuyor, ona bağımlı hâle geliyor. Peter, bir şeyi kendi başına yapmayı bile istemiyor; yalnızca hayal gücünün ürettiklerini izlemeyi tercih ediyor. George’un odayı kapatma kararı çocuklar için tam anlamıyla bir krize dönüşüyor. Eve çağrılan psikolog durumu net biçimde özetliyor:

“Bu odanın senin ve eşinin yerine geçmesine izin verdin. Oda artık onların annesi ve babası. Şimdi de gelip bunu kapatmak istediğini söylüyorsun. Burada öfke ve nefret yok diyemem. Odadaki nefret havadan bile hissediliyor. Şu güneşi bir hisset. Hayatını değiştirmek zorundasın, George. Her şeyi kapat. Yeni bir hayata başla.”

Öyküde, teknolojiyi hayatı kolaylaştırsın diye hayatına alan bir ailenin, fazlasıyla kolaylaşmış bu dünyada kendine yer bulamadığını görüyoruz. Kendilerini yetersiz hissettiklerini fark ettikleri anda evi kapatmaya çalışıyorlar; fakat artık çok geç oluyor. Bugünden baktığımızda, tabletleri ellerinden alındığında kriz geçiren çocuklar akla geliyor. Tabletin siyah ekranı bir Afrika bozkırı değil belki ama etki mekanizması aynı. Çünkü mesele cihazın kendisi değil; cihazın çocuğun algı ve duyusal dünyasının bir parçası hâline gelmesi. Oda, Peter ve Wendy için hayat anlamına geliyor. Onun kapatılması, hayal güçlerinin öldürülmesi demek.

Bu yönüyle Bozkır, teknolojiyle kurduğumuz ilişkinin nasıl derinleştiğini ve bizi biz yapan becerileri nasıl yavaş yavaş devrettiğimizi hatırlatıyor. Teknolojiyi kimi zaman kendimizin, kimi zaman başkalarının yerine koyduğumuzda kaslarımızı, yetilerimizi ve hatta ilişkilerimizi teslim ediyoruz. Asimov’un da söylediği gibi, teknolojiden korkmamızın nedeni onun bize zarar verecek olması değil, bizi gereksiz kılacak olması. Ne var ki teknoloji toplumsal olarak benimsendikçe ve vazgeçilmez hâle geldikçe, bu korku yerini kabullenişe bırakıyor. Neye adapte olduğumuzu ve nelerden vazgeçtiğimizi fark ettiğimizde ise genellikle çok geç kalınıyor.

Bozkır, vazgeçmememiz gerekenleri hatırlatan kısa ama sarsıcı bir öykü olarak tam da burada duruyor.

Yeliz Figen Döker

AGI regülasyonu üzerine doktora yapıyor; bilimkurgu tutkunu ve PS delisi bir geek.

İlginizi Çekebilir

goklerdeki yazgi kapak

Astronot Kadın Dizisi #2: Göklerdeki Yazgı

Amerikalı yazar Mary Robinette Kowal’ın alternatif tarih anlatısı Astronot Kadın Serisi, bilimkurgu literatürünün en prestijli …

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir