Nedir gerçekten bizi sınırlayan? Maddiyat mı, ölüm mü yoksa güneş mi? Yapmak isteyip de yapamadıklarımızın sorumlusu nedir? Rus aydınlanmasının öncüleri, evreni sorumlu buldular. Gezegenleri, uyduları ve yıldızları yerlerinde tutan gök yasalarının insanı kısıtladığını, elini kolunu bağladığını öne sürdüler. Onlara göre insanın temel mücadelesi doğal düzene karşı olmalıydı. Doğanın süregelmiş döngüsel yasalarını, ilkbaharı ve sonbaharı, yaşamı ve ölümü reddetmeliydi insan. Ancak kozmik zincirlerini kırmış insan tam anlamıyla özgür olabilirdi.
Bu fikirler, 20. yüzyılın başında Rus kozmizmiyle somut bir tahayyüle dönüştü. Anatoly Lunacharsky ve Nikolai Fedorov gibi isimler, insanın yalnızca gezegenini değil, kozmosun tamamını dönüştürme kapasitesine sahip olduğuna inandılar. Onlara göre insan, doğanın edilgen bir parçası değil, evrenin mimarı olmalıydı. Dünya’nın yüzeyini şekillendirdiğimiz gibi yıldızları, gezegenleri ve zamanı da şekillendirebilmeliydik. Ancak bu büyük hayallerin arkasında derin bir huzursuzluk yatıyordu. Çünkü bu düşünürler, insanlığın yalnızca doğanın döngülerine değil, aynı zamanda kendi ölümlülüğüne de tutsak olduğunu biliyorlardı. Fedorov’un “Ortak Görev” adını verdiği proje, bu yüzden yalnızca teknolojik bir devrim önermez; aynı zamanda ölülerin diriltilmesini, zamanın geri döndürülmesini ve ölümün doğal değil, teknolojik olarak aşılabilir bir fenomen olduğunu kabul eder. Onların gözünde ölüm, insanın en büyük yenilgisiydi ve onu reddetmek, gerçek özgürlüğün ilk adımıydı.

Böylesine radikal fikirlerin Rusya’da karşılık bulması şaşırtıcı değildir. Yüzyıllardır iktidarın ve doğanın mutlak baskısına maruz kalmış bir toplumda, yalnızca toplumsal değil, kozmik zincirleri kırmak fikri umut verici bir başkaldırı gibi yankılandı. Ancak bu başkaldırının sınırları da belirsizdi. Özgürleşme arzusu hızla mutlak bir kontrol takıntısına dönüşebilirdi. İnsan, doğayı dönüştürme arzusunda kendi sınırlarını kaybedebilirdi. 1913 yılında sahnelenen Güneş Üzerinde Zafer adlı Rus fütürist operası, işte bu soruların etrafında dolaşır. Güneş’in hapsedilmesi, kozmik düzenin çöküşü ve evrende mutlak bir kaosun ilanı… Operanın kahramanları, zincirlerinden sıyrılan insanlığın nihayet kendi kaderini eline almasını kutlar. Ancak bu zaferin, yalnızca bir avuç “güçlü adam” için geçerli olduğu açıktır. Kaosun içinde yalnızca güçlüler hayatta kalabilir, zayıflar ise bu yeni dünyada yer bulamaz. Ölümsüzlük, kozmosta serbestçe hareket etme arzusu, tüm insanlık için değil, seçilmişler için bir vaattir.
Bu noktada, Rus kozmizminin gölgesinde duran karanlık taraf görünür olur. İnsan, doğayı ve kozmosu dönüştürme yetisini kazanabilir mi? Peki, bunu nasıl kullanacağı garantili midir? Fedorov’un projeleri, Tanrı’nın varlığını ve insan eylemlerinin ilahi bir çerçevede ilerleyeceğini varsayar. Ama Tanrı’nın sessizliğinde, ölüleri diriltme projesi bir insanlık krizine; Dünya’yı mühendislikle dönüştürme arzusu, gezegeni yaşanmaz bir cehenneme çevirebilir.

Bugün, zamanın ve doğanın insan kontrolüne açıldığı yeni bir dönemin eşiğindeyiz. İklim krizine müdahale etme araçlarımız, genetik mühendislik, yapay zekâ, uzay madenciliği… Hepsi bize kozmik zincirlerin gevşediği hissini veriyor. Ancak zincirler gevşedikçe, onları tamamen koparmanın bedelini de düşünmemiz gerekiyor. Özgürlükle yıkım arasındaki çizgi, insanın kozmos karşısındaki yerini kavrayışında gizli. Rus aydınlanmasının torunları, hâlâ kozmik geceyi, zincirlerinden kurtulmuş bir insanlığın ebedi zaferini hayal ediyor olabilir. Fakat belki de asıl zafer zincirleri koparmakta değil, onları anlamakta ve onların sınırlarını kabul etmekte yatıyordur. Belki de Güneş’e karşı zafer değil, Güneş’le birlikte var olmanın yollarını aramak, gerçek özgürlüğün başlangıcıdır.
Çünkü en nihayetinde zincirlerden tamamen sıyrılmak da, zincirlere tamamen teslim olmak da aynı sorunu içinde taşır: insanın kendi yerini unuttuğu bir dünya. Ne Fedorov’un ölümsüzlük vaatleri ne de Lunacharsky’nin kaotik özgürlük hayalleri, insan doğasının sınırlılığını tamamen ortadan kaldırır. Bizi sınırlandıran yalnızca doğa yasaları değil, aynı zamanda kendi zaaflarımız, kibrimiz ve sonsuzluk karşısındaki acemiliğimizdir. Kozmosu dönüştürmek büyük bir hedef olabilir. Fakat önce kendimizi dönüştürmeyi, zafer hayallerimizin gölgesinde kalan sorumluluğu ve ölçüyü öğrenmemiz gerekiyor olabilir. Belki de insanlığın gerçek zaferi, Güneş’in zincirlerini kırmak değil; Güneş’in altında, onunla birlikte ve ona rağmen yaşamayı başarabilmektir. Ve belki de asıl özgürlük, tüm bunların ötesinde, sınırsız gücün çekiciliğine kapılmadan sınırlarımızla barışmayı seçebilmektir. Tüm hayallerimizle, korkularımızla ve arzularımızla, kozmosun içinde yalnızca bir parça olduğumuzu, fakat bu parçanın sorumluluğunu taşıdığımızı unutmadan.
Hazırlayan: Can Elbir