The Matrix, 1999’da vizyona girdiğinde hem görsel efektleriyle hem de felsefi arka planıyla sinema tarihine damga vurdu. İnsan ile makine arasındaki savaş, özgür irade, simülasyon gibi konular seyircinin büyük ilgisini çekti. Ancak kısa süre sonra bu başarının ardındaki fikrin kime ait olduğu sorusu bambaşka bir tartışmanın kapısını araladı. Hollywood tarihi boyunca telif davaları, sinema sektörünün karanlık yüzünü aralayan ilginç hikâyelerle dolu. Hele söz konusu davalardan bir tanesi var ki, burada gerçek ile efsane arasındaki farkı ayırt etmek neredeyse imkânsız hâle geliyor: Sophia Stewart’ın “The Matrix” ve “The Terminator” filmlerinin aslında kendi eserinden çalındığı iddiası.
2000’li yılların başından itibaren internetin en çok konuşulan davalarından biri hâline gelen bu hikâye, kısa sürede bir telif tartışmasından çıkıp bir şehir efsanesine dönüştü.
Sophia Stewart’ın İddiaları

Bronx doğumlu Sophia Stewart, 1983 yılında “The Third Eye” adlı bir bilimkurgu öyküsü yazdığını ve 1986’da Wachowski Kardeşlere bu eseri gönderdiğini iddia ediyor. Stewart’a göre The Matrix‘teki temalar, karakterler ve hatta Oracle figürü, doğrudan onun eserinden alınmıştı. Kendi sözleriyle, “Oracle benim, kendimi hikâyeme yazdım.” Sophia Stewart, 2003 yılında açtığı davada Wachowski Kardeşlerin yanı sıra James Cameron, Warner Bros. ve 20th Century Fox gibi dev isimleri de hedef aldı. Üstelik sadece telif ihlali değil, organize suçlarla mücadele için kullanılan RICO yasalarını da gerekçe gösterdi.
Stewart, 200 milyon dolarlık tazminat talebiyle Hollywood’a karşı dev bir hukuk mücadelesi başlattığını düşünüyordu. Ancak Los Angeles’ta görülen davada işler Stewart’ın beklediği gibi gitmedi. 53 sayfalık kararında hâkim Margaret Morrow, Stewart’ın iddialarını destekleyecek somut deliller sunmadığını belirtti. En önemlisi, The Third Eye ile The Matrix arasında çarpıcı bir benzerlik gösterilemedi. Böylece dava, “Hollywood tarihinin en büyük telif davası” olmaktan çıkıp sessizce kapanan rutin bir dosyaya dönüştü.
Stewart’ın davayı kaybettiği apaçık ortadaydı. Fakat kısa süre içinde gerçekler ile söylentiler arasındaki çizgi silikleşti.
Efsanenin Doğuşu: Medya, Güvensizlik ve Komplo Teorileri

Efsanenin başlangıç noktası, Salt Lake Community College’ın öğrenci gazetesi Globe’da yayımlanan hatalı bir haber oldu. “Matrix’in Anası Zafer Kazandı” başlıklı bu yazı, Stewart’ın davayı kazandığını ve milyarlarca dolar tazminat alacağını iddia ediyordu. Oysa gerçekte olan şey, sadece davanın reddedilmesini engelleyen küçük bir usul zaferiydi. Haberdeki yanlışlar hızla internet forumlarına, blog’lara ve e-posta zincirlerine taşındı. Sosyal medyanın bugünkü kadar güçlü olmadığı bir dönemde bile yanlış bilgi inanılmaz bir hızla dolaşıma girdi. Özellikle Afro-Amerikan topluluklarında, “Hollywood siyahi bir yazarın hakkını çaldı ve şimdi bedelini ödemek zorunda” anlatısı güçlü bir sembolik değer taşıyordu. Stewart’ın “Matrix’in Anası” olarak anılması, bu hikâyeyi daha da cazip hâle getirdi.
Stewart’ın kaybetmesine rağmen “kazandı” efsanesi, medyaya olan güvensizlikten beslendi. Afro-Amerikan topluluklarında uzun süredir var olan “ana akım medya bizi ya yok sayıyor ya da çarpıtıyor” düşüncesi, Stewart’ın hikâyesine ek bir inandırıcılık kazandırdı. Benzeri şehir efsanelerinin yayılması daha önce de yaşanmıştı. 1980’lerde Nike ayakkabılarının Güney Afrika’daki Apartheid rejimini finanse ettiği ya da Meksika biralarının içine işçilerin idrar kattığı dedikoduları belirli topluluklarda hızla yayılmıştı. Stewart’ın hikâyesi bu geleneğin modern bir devamıydı âdeta.

Time dergisinin 2013 tarihli bir analizine göre bu yanlış bilgi dalgası öylesine güçlüydü ki, birçok insan hâlâ Stewart’ın milyarlarca dolarlık tazminat aldığını düşünmeye devam ediyordu. Sosyal medyada, radyo programlarında ve yerel gazetelerde yayılan söylentiler, “medya bu olayı gizliyor” inancını pekiştirdi. Oysa mahkeme kayıtları açıktı: Stewart’ın hiçbir davayı kazanmadığı ve herhangi bir ödeme almadığı net olarak belgelenmişti.
Gerçekler bu kadar açıkken, neden insanlar Stewart’ın kazandığına inanmayı sürdürdü? Burada devreye sembolizm giriyor. Patricia Turner’ın “I Heard It Through the Grapevine” adlı kitabında belirttiği gibi, bazı söylentilerin sembolik değeri doğruluklarından daha önemli olabilir. Stewart’ın hikâyesi, Afro-Amerikan topluluğu için “David’in Goliath’a karşı zaferi” metaforunu temsil ediyordu. Gerçekte kaybetmiş olsa da Stewart’ın efsanevi galibiyeti, sistem tarafından dışlanmış sanatçıların hayalini kurduğu adalet duygusunu simgeliyordu.
Sonuç: Gerçek ile Efsane Arasında

Sophia Stewart’ın hikâyesi, bir telif davasından çok daha fazlası. Bu olay, internet çağında bilginin nasıl çarpıtılıp yayıldığını, medyaya olan güvensizliğin komplo teorilerini nasıl beslediğini ve sembolik anlatıların gerçeklerin önüne nasıl geçebildiğini gösteriyor. Stewart’ın davası belki hukuken bir “fiyasko” ile sonuçlandı, ancak kültürel anlamda bir efsaneye de dönüştü. Bugün hâlâ birçok insan onun milyarder olduğuna inanıyor. Bu da Hollywood’un yaratıcılık ve adalet konusundaki sorunlarını tartışmak için güçlü bir sembol sunuyor.
Üstelik günümüzde yapay zekâ, dijital içerik üretimi ve telif tartışmaları hızla artarken, Sophia Stewart’ın davası bir tür öncül gibi görünüyor. Belki de gelecekte, çok daha karmaşık davalar aynı şekilde efsane ile gerçeğin birbirine karıştığı hikâyeler olarak karşımıza çıkacak.
Kaynaklar:
Bilimkurgu Kulübü Bu Sitede Gelecek Var!
