Bilimkurgu filmleri her ne kadar keyifli olsa ve izleyicilerin ufkunu genişletse de, bilim yönünden güvenilmez oldukları söylenebilir. Nihayetinde kimse bilimkurguya bilimi tüm gerçekliğiyle tatbik etmek gibi katı bir sorumluluk yüklemiyor. Ancak bazı hatalar fazlasıyla göze batmıyor da değil. Mesela uzay savaşlarının olduğu sahnelerdeki ses efektleri gibi. Uzayda, ses minimal ölçüde yayılabilse de, örneğin yoğun toz bulutlarının olduğu bölümlerde, aslında o kozmik boşlukta ses diye bir şey yoktur. Gerçi devasa uzay gemilerinin ufacık bir ses bile çıkarmadan infilak edip parçalanmasını düşünmek biraz zor. Belki de gelecekte O-Game’deki uzay gemilerine benzeyen araçlar olmayacak zaten.
Bilimkurgu filmlerinde uzay gemileri pek çok hata barındırıyor aslında. Gerçeklikte, bir uzay gemisine en çok benzeyen şey Uluslararası Uzay İstasyonu’dur. Lakin O-Game benzeri oyunlardaki uzay gemilerini filmlere aktarmak büyük bir zahmet istiyor. Çünkü geleceğin nasıl gerçekleşeceğini zaten kestirmek çok zor ve böylesi devasa araçları bilimsel yönden hatasız kılmak da bir o kadar meşakkatli.
Bilimsel açıdan yüzde yüz doğruluk sağlamak kolay değil elbet, lakin hiç olmazsa ufak tefek hataları engelleyebiliriz. Örneğin itici teknolojisi. Bunlar genelde büyük bir gürültüyle çalışır ve devasa motorlardan ışık püskürtürler. Bu iticiler aracı “sürekli” hızda hareket ettirir. Gürültü kısmı ilk hatadır. Çünkü az önce bahsettiğimiz gibi uzayda ses yayılmaz. İkinci hata ise aracın sürekli hızda ilerlemesidir. Newton’un ikinci hareket yasası der ki, kuvvet cisimleri hareket ettirmez, kuvvet cisimlerin hızını değiştirir.
Mesela masada duran herhangi bir cismi hareket ettirmek istiyoruz. Onun sabit bir hızda ilerlemesi için, sabit bir güç uygulamamız gerekli ki masanın yüzeyi ve cisim arasındaki sürtünme kuvvetini aşabilelim, lakin uzayda bu karşılıklı kuvvetlerden bahsedemeyiz. Bir uzay gemisini hareket ettirmek, yön vermek, hızlandırmak ya da yavaşlatmak için ilkin bir kuvvet uygulamak yeterli. Bir uzay gemisini sabit bir hızda ilerletmek için sürekli itici çalıştırmaya gerek yok yani.
Uzay gemilerinden bahsetmişken, bağlantılı bir konuya daha değinelim. Uzay gemilerinin içinde oluşturulan yerçekimli ortama. Mesela bir sahne düşünün. Astronotun biri uzayda sürükleniyor. Herhangi bir gezegen ya da yıldızdan çok uzakta. Sonra, astronot uzay gemisinin hava kilidini zorlayarak açıyor, içeri girince dış kapı kapanıyor ve o izole ortam havayla doluyor. Hava doldukça da eleman sanki büyünün etkisindeymiş gibi yere çakılıyor. Oysa yerçekiminin hava ile bir alakası yok. Uzay gemisinde yerçekimi yaratmak için Star Trek ya da Star Wars’daki gibi fütüristik teknolojilere ihtiyaç var. Ya da ileride açıklayacağımız pek de “fantastik” olmayan bir yöntemle de yerçekimi elde edilebilir.
Aslında sözgelimi uygulamayı bir noktada anlayışla karşılayabiliriz. Uzay gemisindeki o sahici yerçekimsiz ortamı yaratmak zor bir mesele ve masraflı. Mesela astronotların uzay gemisinde olduğu ve öylece havada süzüldükleri bir sahneyi çekmek için meşakkatli süreçler kat etmek gerekebilir. Tüm oyuncular bir uçağa bindirilir ve uçak, atmosferin üst katmanlarında ani parabolik hareketler yaparak gövdede bulunan oyuncular için “yerçekimsiz” bir ortam oluşturur. Oyuncular kısa bir süre için de olsa, uçağın o ani parabolik hareketleri sayesinde adeta “yerçekimsiz” bir ortam elde edebilirler. Apollo 13 filminde uygulanan teknik buydu.
Yıldızlararası ya da Marslı gibi filmlerde yerçekimi mevzusu bilimsel açıdan çok daha gerçekçi bir biçimde işlendi. Az önce bahsettiğimiz gibi, hiç de “fantastik” olmayan yöntemlerle üstelik. Eğer uzay gemisi kendi etrafında dönerse, içinde bulunan astronotlar Dünya’dakine benzer bir yerçekimi hissedecektir. Çünkü kendi etrafında dönen bir uzay gemisi, yüzeyinde oluşan itici bir güç sağlar bu sayede de yapay bir yerçekimi elde edilir. Bu bilim”kurgu” değil, bilimin ta kendisidir aslında.
Bilimkurgu filmleri sadece uzay ya da uzay gemileri ile alakalı değildir tabii. Bazen kurgu Dünya’da geçiyor. Tabii insanlar her an içinde yaşadıkları gerçekliğe çok benzeyen ama ona bir o kadar da uzak olan bir gerçekliği seyretmeyi arzular. Belki de bu yüzdendir ki devasa robotlar, makineler ve canavarlar vardır filmlerde. Pacific Rim’deki insana benzeyen robotları ele alalım. Bunlar iki ya da üç pilot tarafından yönetiliyorlar ve 75-100 metre uzunluklarındalar. Böylesi büyük makineler nasıl hareket eder?
Düşünün ki, bir tenis topunu h yüksekliğinde yukarı fırlattınız. Newton mekaniğine göre topun geri düşme süresi, t = 2(2h/g)1/2, g burada yerçekimine bağlı ivmelenmeyi ifade ediyor. Yani bir topun fırlayıp geri düşme süresi aşağı yukarı iki saniye. Şimdi 100 metrelik bir Jaeger’in devasa bir canavarla dövüştüğünü düşünelim. Jaeger 20 metrelik bir sıçrayış yapsa ki, bu bütün uzunluğunun beşte birini oluşturuyor, yere dört saniyede düşecektir. Şimdi bu Naruto tarzı bir anime değilse, böylesi bir dövüş sahnesi epey sıkıcı olacaktır. Bundan dolayı film yapımcıları en temel fizik kurallarını da yok sayarak işleri biraz hızlandırıyor. O devasa robotları sanki sıradan insan boyutlarında bir varlıkmış gibi hareket ettiriyorlar.
Devlerin fiziği haricinde, bilimkurgu filmleri minik varlıkların da fiziğini yanlış anlamış durumda. Mesela Ant Man gibi filmlerde bulunan varlıklar fizik kurallarına aykırıdır. Daha detaylı bir okuma için Murat Yıldırım’ın yazdığı bu iki inceleme faydalı olacaktır.
Hazırlayan: Tuğrul Sultanzade | Kaynak