“Mükemmel sayılabilecek bir toplum devleti asla var olmayacak!”
1885’te Minnesota’da doğan Amerikalı yazar Harry Sinclair Lewis, 1907 yılında üniversiteden mezun oldu. Mezuniyetinin ardından çeşitli dergi, gazete ve yayınevlerinde muhabirlik ve editörlük yaptı. Kısa öyküler kaleme aldı ve ilk romanı Our Mr. Wrenn, 1914’te yayımlandı. Asıl çıkışını ise 1920’de yayımlanan Main Street ile yaptı. Ardından gelen Babbitt (1922) ile ününü pekiştirdi. 1925 yılında Arrowsmith adlı romanıyla Pulitzer Ödülü’ne layık görüldü; ancak ödülü reddetti. Gerekçesi, bu ödülün Amerikan yaşamını yücelten bir romana verilmesi gerektiği yönündeki inancıydı. 1930 yılında ise Nobel Edebiyat Ödülü’ne değer görüldü ve bu kez ödülü kabul etti. Hayatının son dönemlerini Avrupa’da geçiren Lewis, burada yazmayı sürdürdü ve bir süre sonra Roma’da hayata veda etti.
Sinclair Lewis’in eserleri geçmişte Türkiye’de birçok kez yayımlanmış olsa da, geniş bir okur kitlesiyle buluştuğu söylenemez. İlk kez 1935’te yayımlanan bilimkurgu romanı Mümkünatı Yok, 2023 yılında Deniz Daruga’nın çevirisiyle İthaki Yayınları’nın Bilimkurgu Klasikleri dizisinde okurla buluştu.

“Size söylüyorum, dostlarım, bu ülkenin tüm sorunu çok fazla insanın BENCİL olması!”
İki dünya savaşı arasındaki dönemde yaşayan ve eser veren Sinclair Lewis, bu romanında alternatif bir gelecek tasvir ediyor. Amerika’nın siyasi atmosferi üzerine kurulu hikâye, oldukça karamsar bir senaryo sunuyor. Üstelik bu distopik öngörü, gerçekleşme ihtimali son derece yüksek bir tablo çiziyor. Demokratik yollarla iktidara gelen bir kişinin zamanla despotlaşıp faşist bir lidere dönüşmesi, günümüzden bakıldığında fazlasıyla olası görünüyor. Zira pek çok ülkede benzer süreçlerin yaşandığına tanık oluyoruz.
1930’ların sonuna gelindiğinde, Avrupa savaşın eşiğindeyken Amerika yeni bir başkan seçme sürecine giriyor. Demokrasi ve özgürlük kavramlarının dünya genelinde yara aldığı bir dönemde, Amerikan halkı bu seçim karşısında kaygı duyuyor. Büyük Buhran’ın ardından yaşanan çalkantılı süreçte iktidara gelen yönetim, azınlıklar üzerinde baskı kurmaya başlıyor. Romanda Yahudilere yönelik ayrımcılık, dışlanma ve sosyal hayattan tecrit gibi uygulamalara yer veriliyor. Bu, o dönemde özellikle Almanya’da Yahudi toplumuna yöneltilen baskıların bir tür Amerika yansıması olarak karşımıza çıkıyor. Ancak romanın asıl odağını Yahudi karşıtlığı değil, faşizmin ülke çapında yayılması ve temel insan haklarının ortadan kalkması oluşturuyor. Yahudiler de bu çöküşten nasibini alan gruplardan biri oluyor.

Halkın umutsuzluğu, ekonomik buhranın yarattığı karamsar atmosferle birlikte belirginleşiyor. İşsizlik, gelir eşitsizliği ve geleceğe dair artan kaygılar, ortaya karanlık bir tablo çıkarıyor. Bu aşamada Sinclair Lewis, Berzelius “Buzz” Windrip adlı lider karakteri üzerinden Amerikan siyasetini sorguluyor. Çözüm arayışındaki halk Windrip’i seçiyor, ancak bu, gerçekten de doğru bir tercih midir? Hitler Almanya’sının ve Mussolini İtalya’sının yanına, Windrip Amerika’sı da ekleniyor. Böylece okuyucu, faşist liderlerin yükselişine Amerikan topraklarında da tanıklık ediyor. Roman her ne kadar 1930’ların Amerikası’nı anlatsa da çizdiği atmosfer günümüz dünyasına pek de yabancı değil. Bugünün savaş ortamı, devlet liderlerinin yapıcı söylemlerden uzak, gerilimi tırmandıran tutumlarıyla şekilleniyor. Bu da ülkeleri ve liderlerini hedef hâline getiren kırılgan bir düzen yaratıyor.
Lewis’in kurguladığı gelecek senaryosu da benzer biçimde, toplumsal yapının çöküşü üzerine inşa ediliyor. Popülist liderlerin halkı manipüle eden söylemleri çoğu zaman açık bir savaş çağrısına dönüşüyor ve bu durum günümüz için de ciddi bir uyarı niteliği taşıyor. Amerika’da faşist bir rejimin yükselip yükselmeyeceği sorusunun karşısında ise bir gazeteci duruyor: Doremus Jessup. Ülkesinin distopik bir geleceğe sürüklenmesine karşı koyan Jessup, “mümkünatı yok” diyerek direnişin sesini yükseltiyor. Ancak Windrip hükûmeti devrilene dek yaşananlar onu bile şaşkına çeviriyor. “Büyük ve güçlü Amerika” sloganı eşliğinde yeni bir düzenin doğuşuna tanıklık etmek yalnızca Jessup’ı değil, toplumun birçok kesimini de derin bir endişeye sürüklüyor.

“Böyle gümbür gümbür gelen bir faşizm konusunda ne yapabiliriz?”
Totaliter bir rejim giderek güçlenirken, çok geçmeden bu baskıya karşı ayaklanmalar da baş göstermeye başlıyor. Çünkü baskıcı politikalar genelde bir devrimle noktalanıyor. Jessup da kısa süre içinde kendisini bir direnişin lideri olarak buluyor. Ancak yazar, devrimlerin asla kolay olmadığını burada da açıkça hatırlatıyor, zira büyük bedeller ödeniyor. Lewis, finalde ne tam anlamıyla karamsar bir tablo çiziyor ne de iyimserliğe teslim oluyor. Ortaya çıkan en belirgin manzara, diktatörlük karşısındaki mücadelenin önemi oluyor; bireyin ahlaki sorumluluğu anlatının merkezine yerleşiyor. Sert yönetimler kaçınılmaz şekilde sahneye çıkıyor ve bu yüzden mücadele zorunlu hâle geliyor. Var olan distopik karanlığın içinde bir kıvılcım yanıyor — ama Lewis bu geleceğin hâlâ yazılmakta olduğunu hissettiriyor.
Mümkünatı Yok, uzayda geçmiyor; gelişmiş teknolojilere ya da üstün bilimsel buluşlara da yer vermiyor. Henüz gerçekleşmemiş siyasi olayların yakın gelecekte yaşandığı bir kurgu üzerinden ilerliyor. Bu yönüyle roman, distopik bir politik anlatıya dönüşüyor. Lewis, Amerikan demokrasisi çökerse ortaya nasıl bir rejimin çıkabileceğini gösteriyor. Romanı okuyup bilimkurgusal öğeler bekleyen pek çok kişinin hayal kırıklığına uğraması mümkün. Metin, bazı bilimkurgu okurları için ağır ya da yavaş gelebilir. Ancak geçmişten bugüne uzanan bir ayna arayanlar ve türün sınırlarında dolaşan farklı bir deneyim yaşamak isteyenler için Mümkünatı Yok dikkat çekici bir seçenek. Üstelik Nobel Ödüllü bir yazarın kaleminden çıkma bir bilimkurgu eseriyle karşı karşıya olmak, başlı başına bir değer.
“…ritüelci ve barbar insanlar, bilime inananların çenesini kapatıp onları sonsuza dek susturmaya muktedirdirler.”