Star Wars: The Bad Batch‘in ikinci sezonu yayımlandığında izleyicilerden ilk sezona kıyasla daha olumlu yorumlar almıştı. Ian McDiarmid’in İmparator Palpatine olarak göründüğü etkileyici sahneleri içeren ara sezon finali de hayranları oldukça heyecanlandırdı ve sezonun en parlak anıydı. Ancak dizinin genel gidişatı mevcut çizgisini sürdürmekle yetiniyordu. Hikâye hâlâ aynı zaman dilimini, yani Sith’in intikamı sonrasında Eski Cumhuriyet’ten İmparatorluk rejimine geçiş sürecini konu alıyordu. Özellikle Crosshair’ın kurtuluş hikâyesi, başlangıcı itibariyle etkileyici bir dramatik güce sahipti. Ne var ki hikâyenin bölümler hâlinde ilerleyen yapısı, ana karakterleri çok daha ilgi çekici bir anlatının gölgesinde ve biraz da arka planda kalmaya mahkum ediyordu.
Bu durum, ‘sağlam fakat pek de vasatın üzerine çıkamayan’ bir sezon izlememize yol açtı. Dizi, evrenin Disney dönemindeki en istikrarlı projelerinden biri olmasına rağmen bu kadarı Obi-Wan Kenobi ve Ahsoka hakkında olumsuz izlenimlere sahip izleyicileri etkilemeye yetmedi. Yine de final sezonunun yayımlanması ile Dave Filoni bizlere makul bir son vermeyi başardı. Böylece The Clone Wars, Rebels gibi yapımların ardından, Ahsoka ve Anakin arka planında tanıtılan dört yıllık hikâye arkı da nihayet sona ermiş oldu.

The Bad Batch’in en iyi Star Wars içerikleriyle aynı seviyeye ulaştığını söylemek zor. Ancak dizinin finali, Dave Filoni’nin şimdiye kadarki en tutarlı projesi olarak öne çıkıyor. The Clone Wars, The Mandalorian ve Rebels, kalite açısından gittikçe vasatlaşmaları ve tutarsız hikâye anlatımlarıyla dikkat çekmişti. Benzer sorunlara sahip olsa da, The Bad Batch’in bu projeler arasında üzerine en çok düşünülmüş ve en bütünlüklü yapım olduğunu söylemek mümkün. Çünkü baştan beri anlatmak istediği hikâyeyi yüzeysel de olsa tamamlıyor ve evrenin sabitlerine zarar vermeden net bir sona ulaşıyor. Yine de bu, diziyi “mükemmel” yapmıyor elbette.
İkinci sezon sonrası hayatta kalan The Bad Batch üyeleri, ekip arkadaşları Tech’in ölümü, eski dostları Crosshair’ın olası kurtuluşu ve karanlık bilim insanı Hemlock tarafından kaçırılan Omega’nın sarsıntısını hâlâ atlatabilmiş değil. Hunter, Wrecker ve Echo, kaybettikleri arkadaşlarını kurtarmak için harekete geçiyor ve klonlar ile hayvanlar üzerinde korkunç ve etik dışı deneylerin yapıldığı Tantiss’teki gizli araştırma tesisini bulmak üzere yola çıkıyor.

Tıpkı ikinci sezonda olduğu gibi, bu yeni sezon da önceki sezonlara göre kademeli bir gelişim gösteriyor. Yaratıcı ekip, her geçen bölümle birlikte daha fazla özgüven kazanmış görünüyor. Asajj Ventress, Komutan Wolffe ve Palpatine gibi karakterlerin yer aldığı sahnelerle hâlâ sadık hayranlara yönelik göndermeler yapılsa da, bunlar önceki sezonlara kıyasla daha seyrek. Sezonun Tantiss’te geçmesi ise Timothy Zahn imzalı Heir to the Empire adlı romanı okumuş hayranlar için âdeta bir ödül niteliğinde. Hayran talepleriyle şekillendiği görülen unsurlara rağmen sezonun sunumu son derece başarılı; yoğun bir baskı atmosferi ve hissedilir bir gizem duygusu ile dolu. Hikâyede Midi-kloryanlar‘ın önemli bir unsur olarak yeniden devreye girmesi ise beklenmedik ve zarif bir biçimde işleniyor.
Öte yandan, Crosshair’e dair hikâye arkının tamamlanışı da dizinin dramatik zirvelerinden biri. Karakterler arasında gerçek bir gerginlik var; karşılıklı ihanet yüzünden aralarına mesafe koymaları da son derece anlaşılır. Ne yazık ki, final bölümlerine gelindiğinde anlatının temposu biraz düşüyor. Yönetmenlik ve animasyon kalitesi diziyi eğlenceli ve dinamik tutmaya devam etse de, genel olarak hikâyenin sonu biraz sönük kalıyor. Çünkü ortada, karakterlerin İmparatorluk’un acımasız baskısından kurtulmasını engelleyen tek bir büyük düşman var. Bu çatışma çözüldüğünde ise karakterler yavaş yavaş arka plana çekiliyor. Epilog (son söz) kısmı, yorgun savaşçılarımız için barışçıl bir son ve umut dolu bir gelecek sunuyor ve mücadeleyi yeni neslin devralacağını ima ediyor. Ancak bu final tercihi de dizinin etkisini çok kişisel bir düzeye indiriyor.

İsimsiz bir karakterin küçük bir başkaldırışı ile başlayan ve sonrasında da bu başkaldırışın galaktik çapta doğurduğu yıkıcı sonuçları anlatan Andor dizisinin aksine, The Bad Batch hikâyesini daha dar, kişisel ve etkisi sınırlı bir çerçeveye hapsediyor; hikâye büyük bir evrenin içinde küçük ve silik kalıyor. The Clone Wars’ta tanıdığımız o gösterişli karakter kadrosunu alıyor ve hikâyelerini sessizce kapatmayı tercih ediyor. Bu yaklaşım, geçmişiyle ve pişmanlıklarıyla yüzleşen gaziler hakkında bir hikâye için belki de uygun olabilir, ancak anlatım şeklinin biraz dağınık ve bulanık hissettirdiği de ortada.
Bütün bunlar, The Bad Batch’in kötü bir yapım olduğu anlamına gelmiyor tabii. Aksine, tutkuyla hazırlanmış, görsel olarak etkileyici ve güçlü anlarla dolu bir dizi var karşımızda. Ancak Filoni imzalı birçok projede olduğu gibi, içtenlikle yazılmasına rağmen daha verimli bir hikâyeye ihtiyacı vardı, olmadı. Günahıyla sevabıyla üç sezon sonra aramızdan ayrıldı. Kuşkusuz harika olabilecek bir yapımdı, ancak yer yer vasatta kalmaktan ve aceleye getirilmiş bir iş izlenimi vermekten kurtulamadı. Yine de izlemeye değer.
Kaynak: Geeks Under Grace