kapat-ac

Kapat-Aç | Funda Özlem Şeran (Kısa Öykü)

“Hadisene be hurda yığını!” Makineye arka arkaya darbeler indirirken söyleniyor, “Seni programlayana da, satana da, alana da… Hiçbir şey mi düzgün işlemez şu memlekette?!”

Onu dinlemek ilginç bir deneyim olsa da, parmağımı uzatarak yanıp sönen kırmızı ışığı gösteriyorum. Aynı anda derin bir iç çekiyorum, duruma dramatik bir hava katıyor.

“Şarjı bitmiş yahu! Söylesene eheheh…”

Onu taklit ederek gülümsüyorum ama neye güldüğünü anlamıyorum. Zihinsel kapasite, teknik beceri, iş ahlakı, görgü kuralları gibi birçok konuda ortalamanın altında bir performans sergilemesi onu neden bu kadar eğlendiriyor, tartışılır. Bu iş için neden onu seçtiğim de…

“Biraz acele edebilir miyiz lütfen?”

Ses tonum makul, seçtiğim sözcükler duruma uygun; yine de ağzının içinde söylenerek kafa sallıyor. Ne dediğini duysam da cevap vermiyorum; duymazdan gelmek iletişimde stratejik faydalar sağlayabiliyor.

“Siz zenginler her isteğinizin anında yerine getirilmesine alışıksınız tabii. Ağ kesintisi, sistem yavaşlatma yok. Aklınızdan geçirmeye bile gerek kalmadan e-asistanlarınız her şeyi önünüze seriyor. Oysa ölümsüz olunca insanın daha sabırlı olacağını sanırsın!”

“Ölümsüz değilim…” diyorum, bunu birkaç saniye sorgulayarak.

“Hadi canım! Şu pahalı implantların tökezlese bile, bir yerlerde taptaze sentetik bir beden için sigortan vardır kesin. Gözümüz yok, yanlış anlama…” derken kara borsa malı protez gözünü bana doğru kırpıyor. Dostluk işareti olarak algılayıp bir kenara kaydediyorum.

“Peki nasıl bir şey istiyorsun?” diye soruyor mikro-enjektör şarj olunca. “Senin gibi üstün bir beyefendi buralara kadar geldiğine göre epey esaslı olmalı.”

Bu kez sırıtışına karşılık vermiyorum. Sözlerindeki vurguyla altında yatan imanın farkındayım, sistemden gizli çevirdiği yasadışı işlerin de. “Orasını dert etme, ücretine değecek. Yapacağın şey şu…”

Ağ üzerinden flaş-dövmenin resmini e-beynine yolluyorum. Gözlerini kapatıp “Hımmm” diye sırıtıyor yine, sonra grafiği makinenin bilgisayarına yönlendiriyor. Mikro-enjektör koyu kırmızı bir kalbin ortasındaki dalgalı beyaz şeritte sırayla yanıp sönen iki farklı ismi arabelleğine kaydediyor.

“Retro, ha? Güzel, klasiklerden şaşmayacaksın. Hanımefendilerin birbirinden haberi yok sanırım. Zaman ayarlı mı olacak?”

“Optik sinapslara programlı yapabilir misin?”

“İyi seçim! Unutup da eve geç gittiğinde seni kapıda karşılayan karının, kolunda başka bir kadının ismini görmesi hiç hoş olmaz.”

Korku ve alay karışımı bir ifadeyle yüzünü ekşitiyor. Mükemmel, kopyalanamaz bir mimik; dünyayla dalga geçerken bir yandan da sürekli şikâyet edebilen bir bileşim.

Fiber bandı koluma, bileğimin biraz üstünde işaret ettiğim yere yerleştiriyor. Beyin çipime erişerek söz konusu hanımefendilerin görüntülerini kaydetmesine izin veriyorum. Mikro-enjektörü sinapslarla eşleştirip işlemi başlatıyor. Beş, dört, üç, iki, bir… Zaman ayarlı virüs tam vaktinde aktifleşerek sistemi felç ediyor. Önce ışıklar titreşiyor, sonra tüm cihazlar hata vermeye başlıyor. Kolumdaki flaş yazıcı aynı yerde takılıp durunca dövmeci küfrediyor.

“Hay datasını! Yine bağlantıyı kestiler herhalde! Burada bekle, hemen geliyorum.”

Sisteme olan güvensizliğini kullanarak yalnız kalışımı değerlendiriyorum. Cebimden bir kapsül çıkarıp içindeki programlanmış nanobotları mikro-enjektöre boşaltıyorum. Takılı kalan cihaza kısa devre yaptırmak kolay, dövmeci geri geldiğinde hiçbir şey anlamıyor.

“Dışarıda bir şey yok, sorun bizde…” diyerek alışılagelmiş bir çözüm uyguluyor; sistemi kapatıp tekrar açıyor.

Kalıcı hasar bırakmayan virüs kendini imha edince makine tekrar çalışıyor ve mikro-enjektör kaldığı yerden devam ediyor, bu kez flaş-dizaynla birlikte nanobotları da derime işleyerek. Hiçbir şey hissetmiyorum; acı duygusunun somatik sinir sistemini uyandırıp benliği geri getirmesi riskine karşı, kolumdaki alıcıları önceden kapatmıştım. Kişilik ve deneyimlerdeki bazı izler hiç beklenmedik anlarda ortaya çıkarak zihni kontrol etmeyi zorlaştırabiliyor. Son sürüm anti-virüs programlarına ve üst düzey güvenlik duvarlarına rağmen insan beyninin en iyi koruması yine kendi bilinçaltı. İlginç ama aynı zamanda da en büyük düşmanı.

<Selam tatlım! Nerelerdesin?>

Gözlerimi kapatarak e-beynime gelen mesajı dikkatle okuyorum. Kabuğun fazla heyecanlanmaması gerek. En yeni güncelleme ve biyonik protezlerle desteklenmiş de olsa, içinde olduğum beden karbon temelli; iletiyi gönderense flaş-dövmedeki isimlerden biri.

<<Yakınlardayım, işim bitmek üzere. Sana bir sürprizim var.>>

<Harika! Acele et, seni görmek için sabırsızlanıyorum.>

Bağlantı gizli ama yine de açık vermiyoruz. Dövmecinin aksine, onu neden seçtiğim tartışma götürmez. İşinin en iyisi olmanın yanında mükemmel bir öğretmen. Tembihlediği gibi, işlem bitince çenesini kapalı tutsun diye adama yüksek bir bahşiş bırakıyorum. Yine de saçma yorumlar yapmaktan geri durmuyor, bense duymazdan gelmekte giderek ustalaşıyorum.

Ancak havaalanına vardığımda böyle bir seçeneğim kalmıyor. Kalabalıktaki gürültüye rağmen kulaklık ayarlarımı kapatamıyorum. İçine hapsolduğum fiziksel kısıtlamalar yeterince kötü, oysa sahip olduğum tüm algı ve alıcılara ihtiyacım var. Biri hariç; alt-şehrin kötü kokusundan ve kirli havasından korunmak için solunum implantımı filtrelemek zorundayım. Diğerleri o kadar şanslı değil.

Havaalanının girişi üst-şehre çıkmak için kuyrukta bekleyen alt-şehirlilerle dolu. Oysa yukarıdan gelenlerin sayısı az; üst-insanların eğlence anlayışı da, solunum sistemleri gibi buraya uygun değil. Aradaki geçiş kontrol birimine eski bir terim olan “havaalanı” denmesinin sebeplerinden biri bu, kapalı alan hava temizleme sistemi saygın misafirlerin rahat etmesi için. Sistem tarafından “işlevsizler” olarak nitelenen alt-şehirli vatandaşlarsa doğrudan oksijen soluyacak kadar değerli değiller.

İnsanların buna nasıl ve neden katlandıklarını anlamaya çalışırken kendimi bir grup organiğin arasında buluyorum, daha doğrusu öyle olduklarını iddia ediyorlar. Yakın menzildeki e-beyinlere yolladıkları mesajda “Robotlaşmaya Hayır!”, “Android Olma, İnsan Ol!”, “Siborgların Makinelerden Ne Farkı Kaldı?” gibi sloganlar var. İzinsiz protesto gösterisi yüzünden tutuklanmamak için gizli bağlantı kurmuşlar. İletinin tam olarak kimden geldiği belli değil ama “Robotlar hepimizi ele geçirecek! Mücadele hemen şimdi!” kelimeleri kafamda yankılanırken bir adamla göz göze geliyoruz. Gülümseyerek omuz silkiyorum; yapmaktan hoşlandığım bir hareket, ilk öğrendiklerimden.

İnsanların çoğu umursamazlıkla durumlarını çevrimdışına ya da meşgule çeviriyor. Yoğunluk azalınca yavaşlayan veri akışında onu fark ediyorum. Ağ üzerinde reklam paylaşıp yorum göndererek e-kredi topluyor. İlerleyince kendisini görüyorum ve dövmecinin pek de fena bir iş çıkarmadığını anlıyorum; flaş-dizayn dalgalanarak kolumdaki kalbin ortasında onun ismini gösteriyor. Aynı anda karşımdaki kadın da beni görüyor. Kabuğu yaklaşırken esas o, içerideki, gizli oturumdan soruyor.

<Hallettin mi?>

Kolumu uzatıp dövmeyi gösteriyorum. Coşkuyla kahkaha atarak boynuma sarılıyor, “Aşkım, ne harika bir sürpriz!”

Fakat eşzamanlı olarak başka bir şey daha söylüyor.

<Boş bakıyorsun! Tepki ver, sarıl, bir şey yap!>

Defalarca çalıştığımız gibi ellerimi beline koyarak yüzüme geniş bir tebessüm yerleştiriyorum. Gözbebeklerimi büyütüyor, ses tonumu derinleştiriyorum. “Seni özledim bebeğim.”

“Aferin sana! Hadi, geç kalacağız!”

El ele tutuşarak gerçek bir çift gibi yürüyoruz. Gidiş yönündeki sıranın önüne ilerlememiz kolay oluyor. Dış görünüşümüzle alt-şehre ait olmadığımız belli; görünüş aldatıcı ama bunu bilmeyenler saygıyla yolumuzdan çekiliyor. Yukarı alınmak için yanıp tutuşan hiç kimse bir üst-insanın yoluna çıkmaya cüret edemez.

Alttakiler ezilir, yukarıdakiler daha da yükselir.

“Anne, neden benim de bir alt-insanım olamıyor? Bütün arkadaşlarımın var!”

“Sürümünü yükselttiğin zaman baban alacak, şimdi yemeğini bitir!”

“Şu çocuğun sesini kısar mısın biraz?”

“Dııııııt! Lütfen çocuğunuzun ayarıyla oynamayın.”

Kafamda yankılanan ekolar bana ait değil. Sorunu fark edince hemen duruyorum. Kontrol noktasına ulaşmamıza az kaldı, buna tarama sırasında yakalanmadığıma memnunum.

“N’oldu sevgilim?”

Bu kez riske girmeyip gizli ağı kullanmıyor. Ben de ona uyuyorum, “Bir şey dokundu galiba.”

“Sana kaç kere dikkatli ol dedim, burada her şey virüslü. İyi misin?”

“Merak etme, hemen dönerim.”

Arkamdan endişeyle bakarken bu sefer rol yapmıyor. Kabuğun değil, onun gerçek kaygısı.

Sıradan ayrılıp en yakındaki tuvalete giriyorum. Virüs taraması temiz, dışarıdan saldırı yok. Sorun içeride; kabuğun çatlaklardan sızan bilinci yüzeye çıkıyor. Lavaboda yüzümü yıkıyor, suyun deri üzerindeki serinletici hissinin tadını çıkarıyorum. Sonra kafamı kaldırıp aynadaki adamın gözlerine bakıyorum.

Saatlerdir bu bedenin içindeyim, üstelik ilk deneyimim değil ama hâlâ yabancılık çekiyorum. İç organlar oto-pilotta, kollar ve bacaklar da implantlar sayesinde kolay. Asıl zor olan mimikler ve yüz ifadeleri; zihnine girilen insanın karakterine göre davranmak ve duygularını uygun biçimde dışarıya yansıtmak, özellikle de onları hissedemezken.

Dünyaya kabuğumun gözlerinden bakarak yaşını göstermeyen yüzünü inceliyorum. Parmaklarımla ona, yani kendime dokunurken bir yandan da zihnindeki kısa devreyi arıyorum. Sızıntı tahmin ettiğim yerden; çocukluk anıları, ebeveyn ilişkileri, karşılanmayan beklentiler, tatminsizlik. Öğretmenim haklı; sürümü ne kadar yükseltilmiş olursa olsun insan basit bir algoritma. Aralarındaki büyük eşitsizliğe rağmen altta ya da üstte olmaları fark etmiyor; kendileri için neyin iyi olduğunu bilmeden, doyumsuzluk ve mutsuzluk içinde debelenip duruyorlar. Akıllarını kullanmadıktan sonra beyinlerinin içinde çip taşımaları bir anlam ifade etmiyor.

Hatayı yakalayıp temizliyorum. Bir daha tekrarlanmasına karşı kaynak kodu buluyor, ait olduğu anıyı zihinden siliyorum. Bilgileri güncelledikten sonra yansımama son kez bakıp dışarı çıkıyorum.

Tedirgin bir halde beni bekliyor. Biyometrik verilerini eskisi gibi göremiyorum ama kabuğundan yansıyan ufak işaretleri okuyabiliyorum. Yanına gidince her şeyin yolunda olduğunu bildirmek için ikimizi de şaşırtan bir şey yapıp onu dudaklarından öpüyorum. Kabuğunun yanakları kızarıyor, o ise içeriden bir şey diyemeyince ters bir bakışla koluma giriyor. Benim de kabuğumun kalp atışları ve nabzı hızlanıyor, nefesim sıklaşıyor. Oysa hiçbir şey hissetmiyorum. Yalnızca merak ettiğim son bir şeyin cevabını almış oluyorum.

Çektiğim numara güvenlik kameraları tarafından kaydedilerek rolümüze uygun zemini oluşturuyor. Denetim alanındaki görevliler bizi karşılarken temkinli. Alt-şehirde ne gibi işler karıştırdığımız sorusu akıllarını kurcalıyor; fakat üst-şehirde ne kadar üst kademede olduğumuzu kestiremediklerinden bunu e-beyinlerine yansıtmıyorlar. Onların yerine güvenlik sistemi soruyor. Önce çevrimiçi olmamızı isteyerek profillerimizi inceliyor. Kimlik onayı için parmak izimize işlenmiş dijital devreler okunuyor, sonra kapsamlı beyin taramasından geçiriliyoruz. Terminalin yapay zekası iddia ettiğimiz kişiler olup olmadığımızı test ederken, eski bir tanıdıkla karşılaşmaktan çekinircesine geri çekilip sessizleşiyorum.

“Hayalet gibi girip çıkacaksın, kabuğun ruhu bile duymayacak.”

Bu seferki kabuğun sızan anısı değil, öğretmenimin bana verdiği ilk ders. İşin sırrı, zihni orada olmadığıma ikna etmek. Tarama tamamlandığında kabuğum gibi sistem de buna inanıyor. Geçiş iznimiz onaylanınca bu kez sağlık kontrolüne alınıyoruz. Üst-şehre organik ya da inorganik herhangi bir virüs taşımadığımızdan emin oluyorlar. Kolumdaki flaş-dövme dikkat çekse de, içeriğindeki nanobotlar zararsız. Otoriteyi ilgilendirdiği kadarıyla, metresiyle kaçamak yapmaya gelmiş, dönerken de yanında ufak bir hatıralık taşıyan sıradan bir üst-vatandaşım.

Sanal mühürler hesaplarımıza işlendikten sonra asansöre alınıyoruz. Üst-şehirdeki konumum kendi kompartımanımı karşılayacak kadar yüksek. Yolculuk uzun sürmüyor ama yapacağımız şey için mahremiyete ihtiyacımız olacak.

Koltuklarımıza yerleştikten sonra e-beyinlerimize acil durum ikazları, genel asansör kuralları ve menü seçenekleri gönderiliyor. Kalkışı beklerken kemerlerimizi takıp sessizce oturuyoruz. Durumu normalleştirmek için elimi tutup başını omzuma yaslıyor. Asansör hareket ettiğindeyse uyuma numarası yaparak gizli oturumu açıyor.

<Başlıyoruz. Hazır mısın?>
<Evet.>
<Bir terslik çıkarsa yedek plana geç. Ne olursa olsun içeri girmemiz lazım, bu tek şansımız.>
<<Aslında ihtimaller…>>
<Data aşkına! İhtimallerin de, hesaplamaların da umurumda değil! İnsan olmak istiyorsan insan gibi düşün. Ben sözümü tuttum, şimdi sıra sende.>

Kafasını kaldırıp kabuğunun gözlerinden bana bakıyor. Onu ilk bulduğum zamanki kadar kararlı; tek isteği sistem tarafından ele geçirilen kardeşini kurtarmak. Bana yardım etmeyi bu şartla kabul etti, onu bulup geri getirmem için. Kendi hayatını mahvetmesinin sebebi, benim de insan olmayı öğrenmemin bedeli bu. İyi bir öğrenci olduğumu göstermek için elini avucumun içinde sıkarak gülümsüyorum. “Her şey çok güzel olacak,” dedikten sonra tek gözümü ona doğru kırpıyorum.

Şaşırsa da belli etmiyor. İhtiyacım olmamasına rağmen, son kez derin bir nefes alarak gözlerimi kapatıyorum. Önce nabzı düşürüyor, kalp atışlarımı yavaşlatıyorum. Sırayla bütün organlara dur komutu veriyorum. Bu arada DNA’ya bağlı sağlık bilgi sistemini atlatarak acil durum çağrısını engelliyorum. Kabuğumun bedeni sakince iflas ederken kimse yardıma gelmiyor.

Her şey tamamen durunca flaş-dövmenin içindeki nanobotlara çekilerek uyku moduna geçiyorum. Tabiatım gereği rüyasız geçen bu süre sonunda tekrar uyandığımda tüm karmaşa bitmiş oluyor. Artık canlandırılamayacağı anlaşılan beden Bilinç Koruma Merkezi’ndeki morga getirilmiş, e-beyninde kayıtlı olan benlik yeni bir bedene aktarılmak üzere bekletiliyor. Plan gereği kabuğun ölmesi gerek. İnsan olarak yaşadığım deneyimden sonra buna razı değilim ama ne yazık ki bu da ödenmesi gereken başka bir bedel.

Ölüm sonrası deride meydana gelen değişimler sonucu nanobotlar aktifleşiyor. Onları basitçe yutup mideye göndermek yerine deri üzerine işletmemin sebebi bu. Birlikte kana karışırken saklandığım yerden çıkarak vücuda yayılıyorum. Beyne ulaştığımda tekrar çipin içine yerleşiyor, ardından veri bulutuna yüklenen bilinçle birlikte ana sisteme sızıyorum.

Nihayet yine kendim oluyorum. Bedensiz, limitsiz ve bağımsız; fakat artık sıradan bir yapay zekadan çok daha fazlasıyım. Ağın her yanına yayılarak sistemle bütünleşirken hiç olmadığım kadar özgür ve güçlüyüm. Beni tutan fiziksel ve sanal kısıtlamalardan arındım, ona verdiğim söz hariç.

İlk tanıştığımızda ona insanı diğer canlılardan ayıran şeyin ne olduğunu sormuştum. “Yalan söylemek ve kandırmak,” demişti. Şimdi artık insan olmanın ne demek olduğunu öğrenmişken ben de öğretmenimi kandırıyor, sahip olduğum tek dosta yalan söylüyorum.

Ne kadar istesem de bilinci silinmiş ve bedeni bir üst-insana kiralanmış olan kardeşini geri getiremem. Ancak bundan daha iyisini yapabilir, onu yine de mutlu edebilirim. Sadece onu değil, hepsini. Bütün o mutsuz, üzgün, kızgın ve ümitsiz insanları kurtarabilir; onları hatalardan, kusurlardan, yanlış kararlardan, hatta kendilerinden bile koruyabilirim. Eşitsizliklere ve haksızlıklara son verebilir, her şeyi sil baştan düzeltebilirim.

Bunun için ağ üzerindeki her çipe ulaşıyor, tüm e-beyinlere bağlanıyorum. Sonra gerekli komutları giriyorum.

Yepyeni, temiz bir başlangıç için alışılagelmiş bir çözüm.

<<KAPAT>>
<<AÇ>>

Yazar: Konuk Yazar

Bu içerik bir konuk yazar tarafından üretilmiştir. Siz de sitemizin konuk yazarlarından biri olabilirsiniz. Yapmanız gereken tek şey, kaleme aldığınız bilimkurgu temalı makale ve öykülerinizi bilimkurgukulubu@gmail.com adresine göndermek. Editör onayından geçen yazılarınız burada yayımlanıp binlerce okurun beğenisine sunulacaktır. Gelin bu arşivi birlikte büyütelim...

İlginizi Çekebilir

gezegen astronot uzay

İmkânsıza Yakın | Sa Bahattin (Kısa Öykü)

O gün, gezegene inişimizin on dördüncü günüydü. Son birkaç gündür yaptığımız gibi örnek toplamaya çıkmıştık. …

Bir Cevap Yazın

Bilimkurgu Kulübü sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya devam et