The Day After ve Threads kapak

Siyah ve Beyaz Kadar Farklı İki Kardeş Film: The Day After ve Threads

1980’li yıllar, insanlığın atom çağına karşı duyduğu en büyük korkunun şekil aldığı dönemdi. Soğuk Savaş’ın getirdiği gerilim, yalnızca diplomasi masalarında değil, gündelik hayatın her hücresinde hissediliyordu. Televizyonlarda kamu spotları dönüyor, şehirlerde sığınak tabelaları asılıyor, çocuklar radyasyon tatbikatlarına katılıyordu. Olası bir nükleer savaşın gölgesi, kolektif bilincin üzerine bir karabasan gibi çökmüştü. O dönemde sinema da bu korkunun yankılandığı güçlü bir mecra oldu. 1983 yılında ABC televizyonu tarafından yayımlanan The Day After, Amerikan televizyon tarihinin en çok izlenen yapımlarından biriydi. Film bir fenomene dönüştü. Toplumun, medyanın ve hatta siyasetin merkezine yerleşen bir olay hâline geldi. Yayımlandığı gece yaklaşık 100 milyon kişi tarafından izlenen film, dönemin Amerikan Başkanı Ronald Reagan’ı bile derinden etkilediğini söyletecek kadar güçlü bir etki bıraktı.

The Day After, ABD’nin Kansas eyaletindeki Lawrence ve Kansas City gibi sıradan Amerikan kasabalarında geçiyordu. Çeşitli toplumsal kesimlerden gelen karakterleri merkeze alıyordu: Bir doktor, üniversite öğrencileri, bir çiftlik ailesi, bir asker, bir öğretmen… Karakterlerimiz, olaylar ilerledikçe izleyici için duygusal bağ kurulan figürlere dönüşüyordu. Bu yönüyle yapım, insani hikâyeler üzerinden felaketi anlatmayı tercih ediyordu. Biz izleyiciler de karakterlerin umutlarına, korkularına, çatışmalarına ortak oluyorduk. Yıkım geldiğinde yaşadıkları, bizler için âdeta bireysel trajedilere dönüşüyordu.

Filmde yer alan oyuncuların bir kısmı tanınmış simalardı. Sayısız Hollywood klasiğinde rol almış Jason Robards, Police Academy serisindeki Mahoney rolüyle hatırladığımız Steve Guttenberg, Interstellar filmindeki kayınpeder John Lithgow ve daha niceleri… Robards’ın canlandırdığı doktor karakteri, izleyici için bir merkez noktasıydı. Bu da filmin daha erişilebilir ve Hollywoodvari bir etkileyiciliğe sahip olmasını sağlıyordu. Yani The Day After, izleyiciyi duygusal olarak çökertmeyi değil, empati üzerinden düşündürmeyi hedefliyordu. Üstelik politik taraf tutmuyor; doğrudan “savaş kötüdür” mesajı veriyordu. Ama bu mesajı verirken belirli bir Amerikan rüyası estetiğinden de vazgeçmiyordu. Filmde nükleer saldırı sonrası hayatta kalan karakterler görüyorduk. Yıkım büyüktü ama hâlâ bir şeyler de kurtarılabilirdi.

Bazı karakterler fiziksel ve ruhsal olarak çökerken, bazıları mücadele etmeye devam ediyordu. “Hayatta kalanlar ne yapacak?” sorusu filmin temelini oluşturuyordu. Bu ise filmi bir bakıma felaket sonrası kurtuluş hikâyesine dönüştürüyordu. Filmdeki nükleer saldırı sahnesi çok etkileyiciydi. Binaların buharlaşması, insanların bir anda yok olması, mantar bulutları… Özellikle dönemi için son derece çarpıcı görsel efektlere sahipti. Hatta bu sahneler, izleyicide ciddi bir travma yaratmıştı. Kısacası The Day After, Amerikalı izleyicinin duygularına dokunan, onları korkutmakla birlikte umutlandıran bir anlatı sunuyordu. Nükleer savaşın ne kadar yıkıcı olabileceğini gösteriyor, ama sonrasındaki kısmen post-apokaliptik ortam ise insana güç aşılayan ve cesaret veren bir mücadele ortamı gibi resmediliyordu. “Dikkat edin, ama hâlâ umut var,” der gibiydi.

Bu konudaki en sert, en sarsıcı anlatı, 1984 yılında İngiliz BBC ekranlarında görüldü: Threads. Çok daha sert ve net bir uyarısı vardı: “Olursa, hiçbir şey kalmaz!”

The Day After’in hemen ertesi yılı yayımlanan ve aynı konuya bambaşka bir pencereden bakan Threads, resmi olarak bir drama ve bilimkurgu yapımı olarak sınıflandırılsa da özünde bir korku filmiydi. Ancak bu korku alışıldık sinema kalıplarının çok ötesindeydi. Filmde ne canavarlar ne hayaletler ne de doğaüstü tehditler vardı. Dehşeti tamamen insani, hatta sistematik olarak “mantıklı” sayılabilecek bir felaketten kaynaklanıyordu: Nükleer savaş. Yani Threads’in korkusu bilinmeyenden değil, fazlasıyla bilinen bir şeyden gücünü alıyordu. Seyirci, savaşın çıkacağını başından beri biliyordu. Bekliyor, hazırlanıyordu… Ancak film, bu bilginin üzerine bir kâbus örüyordu. Çünkü bombaların düşmesi, The Day After’deki gibi felaketin zirvesi değil, daha başlangıcıydı.

Threads, klasik sinema anlatısına bir başkaldırı gibiydi. Tanınmış oyunculara yer vermiyordu. Çünkü karakterlerin herhangi biri gibi görünmesini istiyordu. Sokakta her gün karşılaştığımız sıradan insanlar gibi olmalılardı. Filmin belirgin bir başrolü ve baş karakteri yoktu. Zira felaket sonrasında artık herkes eşit konumdaydı. Hatta karakterleri derinleştirme zahmetine bile girmiyordu. Çünkü izleyicinin belli bir karakterle empati kurması hedeflenmiyordu. Onun yerine filmdeki olayların dehşetine kapılmamız bekleniyordu. Hikâye ilerledikçe karakterler yavaş yavaş kayboluyor, ölüyor ya da zihinsel ve fiziksel olarak çöküyordu. Özellikle nükleer felaket sonrası sahnelerde görülen insanların adları bile yoktu. Çünkü o noktada artık adlar, geçmişler, kişilikler önemini yitirmişti. Yalnızca hayatta kalmaya çalışan varlıklar kalmıştı geriye. İnsan değil, beden. Ruh değil, içgüdü.

Bu yaklaşım, izleyicinin karakterlerle duygusal bağ kurmasını imkânsız hâle getiriyordu. Zira film empati değil, tanıklık talep ediyordu. İzleyiciyi hikâyenin içine almak yerine, onu insanlığın çöküşüne dışarıdan tanıklık eden bir gözlemciye dönüştürüyordu. Film sinematografik olarak da sıra dışıydı. Duygusal müzikler, dramatik anlar, kahramanca diyaloglar yoktu. BBC belgesellerine özgü bir gerçekçilikle ilerliyordu. Haber bültenleri, kamu duyuruları, hükûmet belgeleri ve bilimsel verilerle desteklenen bir anlatı kuruyordu. Dramatik anların yükseldiği sahneler bile söz konusu değildi. Vuruculuğunu her sahnesine eşit olarak yayıyordu. Bu da filmi bir sinema eserinden çok bir kamu uyarı belgeseline dönüştürüyordu; bir tür görsel felaket simülasyonuna…

Threads’i benzer temayı işleyen Amerikan yapımı The Day After ile karşılaştırmak, iki ülkenin kültürel yaklaşımlarını gözler önüne seriyor. The Day After, karakter temelli bir anlatıya sahip. Tanınmış oyuncular, duygusal ilişkiler, dramatik sahnelerle bezeli. Felaketin ardından hayatta kalan karakterler üzerinden yeniden inşa olasılığı işleniyor. Yani, karanlığın içinde bile bir umut ışığı saklı. Threads ise bu umut kapısını bilinçli olarak kapatıyor. Bombalardan on yıl sonra hâlâ medeniyetin izine rastlayamıyoruz. Konuşamayan bir nesil çöküşün içinde doğuyor. Eğitim yok, hukuk yok, dil yok… Yalnızca hayatta kalma mücadelesi var.

Belki de Threads’in en ürkütücü yönü, yüksek sesle bağırmaması. Film, korkutmuyor; korkunun kendisi oluyor. Bir çocuğun boş gözlerle bakışı, bir kadının çamur içinde doğum yapması, insanların sessizce bir şeyler yediği karanlık sığınaklar… Bunlar zaten yeterince korkutucu. Çünkü seyirci biliyor: Böylesi bir dünya mümkün. Hatta belki çoktan olasılık dâhilinde. Threads, sinema tarihinde benzersiz bir konuma sahip. Bir film değil, toplumsal hafızaya kazınmış görsel bir uyarı bildirisi. Umudu bilerek dışlıyor. Dramatik yapıyı yıkıyor. Korkuyu izleyicinin iç dünyasına yerleştiriyor. Çünkü “Nasıl kurtuluruz?” sorusuna cevap aramıyor. Onun yerine bize şunu söylüyor: “Eğer olursa, hiç kimse kurtulamaz!”

Bugün nükleer savaş tehdidi yeniden gündemde yerini bulmaya başlamışken, The Day After ve Threads filmlerinin hâlâ geçerliliğini koruduğunu görüyoruz. Çünkü nükleer savaş bir devlet politikası ise sonrasında olacaklar da bir insanlık sorunu…

Yazar: Halil Alpaslan Hamevioğlu

İçsel yolculuğuna 1980'de Polatlı'da başladı. 80'ler ve 90'ların göbeğinde yetişti. O devrin her bireyi gibi bilimkurguyu video kasetlerden tanıdı. Sonra özel kanallar geldi. Hayal dünyası iyice genişledi. Eh, gerçek yaşamında da dünyanın içinden geçtiği dönüşümü gördü. Sovyetler'in bitişini, Berlin Duvarı'nın yıkılışını, popüler kültürün tüm dünyayı etkisi altına alışını... Bir gün okulu bitti ve hem gördüklerini hem de yaşadıklarını yeni nesillere aktarmak istedi. Öğretim görevlisi oldu. Gazi Üniversitesi’nde başlayan, Başkent Üniversitesi’nde devam eden öğreticiliğinde ülke sınırlarını aştı ve kendini Amsterdam Güzel Sanatlar Üniversitesi’nde buldu. Yazmayı hep sevdi. Âşık olduğu bilimkurgu ile yazma hobisini ise burada birleştirdi.

İlginizi Çekebilir

Engineering Earth

Küresel Sorunlara Bilimkurgusal Çözümler: Engineering Earth

Teknoloji, gezegenimizi korumak ya da geleceğe taşımak söz konusu olduğunda hayal gücümüzün en ilham verici …

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bilimkurgu Kulübü sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin