Nüfusun arttığı ve kaynakların neredeyse tükenme noktasına ulaştığı yakın gelecekte sıkı yönetim politikalarına geçilmiştir. İçme suyunun ve bitki örtüsünün yok olmaya yüz tutması, çölleşmeyi de beraberinde getirerek ortaya post-apokaliptik bir manzara çıkarmıştır. Dolayısıyla insanlık hem distopya hem de kıyamet sonrası bir çevre ile karşı karşıyadır. Küresel anlamda en büyük yiyecek tedarikçisi hâline gelen Soylent Corporation, deniz suyundaki planktonları işleyerek Soylent Green adlı bir besin üretir. Yığınlar için bir nevi yaşamla ölüm arasındaki yegane şey olan bu besinin arka planında ise korkunç bir gerçek vardır.
Şirketin üst düzey çalışanlarından William R. Simonson (Joseph Cotten), Soylent Corporation’ın bir süredir etik olmayan faaliyetlerinden rahatsızdır. Simonson’ın bir suikast sonucu öldürülmesiyle devreye Dedektif Thorn (Charlton Heston) girer. Tecrübeli dedektif, cinayeti araştırma sürecinde kendi hayatını da riske atacak gerçeklerle karşılaşır. 2022 yılının New York’unda toplum keskin hatlarla sınıflara ayrılmış, fakirler zenginlere hizmet eder hâle gelmiştir. Thorn ile birlikte yaşayan ve katip olan Sol Roth (Edward G. Robinson), dedektife bu gizemli cinayeti çözmesinde yol arkadaşı olacaktır.
Eserin yönetmeni Richard Fleischer (1916-2006), kariyerinde farklı türde filmlere imza attı. En önemli çıkışını 1954’te, Jules Verne’nin öyküsünden uyarlanan 20,000 Leagues Under the Sea ile yaptı. Orijinal öyküye sadık olan film, dönem açısından başarılı bir uyarlamaydı. Sonrasında Bandido! (1956), The Vikings (1958) ve Compulsion (1959) ile macera, tarih ve biyografiye yöneldi. 1966 yılnda, Otto Klement ve Jerome Bixby’in yazdığı hikâyeden uyarlanan Fantastik Voyage ile bilimkurguya geçiş yaptı. Dolayısıyla Richard Fleischer için her türün yönetmeni demek mümkün. Fantastik Voyage‘da kahramanlarımız, küçültülerek bir insanın vücuduna enjekte ediliyordu. Yönetmen, bir sonraki bilimkurgusu Soylent Green’e kadar olan süreçte savaş, suç ve polisiye türünde yedinci sanata başarılı eserler kazandırdı. Kariyerinin son dönemlerinde ise Conan the Destroyer (1984) ve Red Sonja (1985) gibi fantastik yapımlarla karşımıza çıkmasına rağmen yeni bir çıkış yakalayamadı.
Bir dönem Hollywood’un önemli figürlerinden olan Charlton Heston (1923 – 2008), yapımı oyunculuk açısından önemli oranda sırtlıyor. 1956 çıkışlı The Ten Commandments’te Musa Peygamber’e ve Ben-Hur’da da Kudüs’te yaşayan varlıklı bir prense hayat vererek dünya çapında bir şöhrete kavuştu. O dönem stüdyolar büyük bütçeli işlere pek yanaşmıyordu fakat aktörün yer aldığı bu iki film, “gişe canavarı” olarak tabir edilen büyük bütçeli filmlerin erken dönem örnekleriydi. Ünlü oyuncu, Soylent Green’e kadar olan süreçte yer aldığı Planet of the Apes (1968) ve The Omega Man (1971) filmleriyle –tabiri caizse- bilimkurgu türünde de pişmişti. Yapımın bir diğer önemli oyuncusu olan Edward Robinson ise 40’lı yıllarda The Stranger, Double Indemnity, Key Largo’da Orson Welles, Billy Wilder ve John Huston gibi yönetmenlerle çalışmış önemli bir isimdi.
Harry Harrison imzalı Make Room! Make Room! (Yer Açın! Yer Açın!, 1966) kitabından uyarlanan Soylent Green, etkileyici bir başlangıç yapıyor ve hikâyesi hakkında tarihi referanslarla bir ön bilgi veriyor. 1800’lerin sonundan 2022’ye kadarki süreçte sanayinin, teknolojinin, yapılaşmanın geliştiği, artan nüfus artışı ile birlikte kaynakların giderek tükendiği ve buna bağlı olarak çevre kirliliğinin ve hastalıkların arttığı gözler önüne seriliyor. Tarım faaliyetlerinin de yapılamaz duruma geldiği dünyada, hükümet güçleri toplumu düzene sokma konusunda sert tedbirler uygulamaya başlıyor. Hikâyedeki olaylar her ne kadar New York’ta geçse de, kıtlığa bağlı olarak gelişen toplumsal sorunların dünyanın genelinde de yaşandığını anlıyoruz.
Klasik dedektiflik olay örgüsü ile ilerleyen yapım, 40’lı ve 50’lerin Kara Film (film noir) geleneğine yakın bir duruş sergiliyor. Ana karakterimizin çürümüş ve iyice yozlaşmış bir dünyanın içinde olması ve görsel anlamda mat bir renk paletinin tercih edilmesi söz konusu geleneğin bir uzantısı. Ayrıca kadınların da ataerkil bir düzen içinde cinsel obje hâline geldiğine şahit oluyoruz. Dolayısıyla Richard Fleischer, belli bir dönemin geleneksel bakış açısını bu post-modern dünyaya yediriyor. Dedektif Thorn sert mizaçlı, kayıtsız, araştırma yaptığı bölgelerden bir şey çalmakta sakınca görmeyen, şiddete meyilli olmasından ötürü yer yer anti kahraman profili de çizebilen bir tipleme. Hâliyle bir “melek” değil.
Yiyeceklerin ölü insanlardan üretildiği gerçeği, yamyamlığı post-modern hâle dönüştürüyor. Yapım, gelecekte kaynakların bitme noktasına geldiği bir ortamda insanın işlenerek bir yiyecek hâline getirilmesinin etik olup olmadığı sorusunu izleyicisine bırakıyor. Kraker benzeri yiyeceklerin zamanla zihinlerde tahribata yol açması, şirket yönetiminin de istediği bir politika: Tek tip, uyuşmuş ve biat eden köle bir toplum düzeni… Teknokratlardan oluşan Soylent’in, zamanla toplum mühendisliğine soyunan bir şirket konumuna eriştiği görülüyor. Fleischer, hikâyeyi geniş açı planlarla ve bir kompozisyon tekniği olan üçte bir kuralı ile izleyicisine yansıtıyor. Klasik hikâye anlatısının önemli bir parçası olan üçte bir kuralı, çerçeve üzerinde dikey ve yatay hayali iki çizgidir. Ekran 9’a bölündüğü için 4 tane de kesişim noktası oluşur. Karakterin göz hizası sol üst ya da sağ üst kesişim noktasına konumlandırılırsa daha dengeli ve etkili bir kompozisyon elde edilir; ayrıca daha etkin bir alan derinliği de ortaya çıkar. Yapımda kamera çoğunlukla sabit. Hareketli sahnelerde ise pan (sol- sağ), til (yukarı-aşağı hareket) ve zoom teknikleri kullanılıyor.
70’ler sineması bilimkurgu açısından önemli bir dönemdi, çünkü 40’lı ve 50’li yıllarda çıkagelen b-tipi ucuz filmler (Plan 9 from Outer Space / 1957, The Trollenberg Terror /1958, Not of This Earth / 1957…) neticesinde bu tür yeterince ciddiye alınmadı. Elbette The Fly (1958), The Day the Earth Stood Still (1951), Forbidden Planet (1956) gibi ciddi bilimkurgular kotarıldı, fakat b-tipi düşük bütçeli eserlerin ağırlıkta olması bilimkurguyu hak etmediği bir şekilde âdeta “eğlence” türü hâline getirdi. Dolayısıyla 70’ler, bilimkurgu sineması açısından bir önyargıyı kırma ve toparlama dönemiydi. İlginçtir ki, çekilen filmlerin ( THX 1138 / 1971, Silent Running / 1972, Logan’s Run / 1976…) çoğu distopik ve post-apokaliptik eserlerdi. Soylent Green, etkiletici bir görselliğe sahip olmamasına ve 50’ler sinemasının klasik anlatı tekniğine yakın durmasına rağmen sürpriz finali ve izleyicisine bıraktığı ahlaki sorusuyla izlenmeyi hak ediyor. Özellikle Thorn ve Roth’un uzun zaman sonra ilk kez birlikte organik gıdalar yediği sahnenin sessiz sinema referansı ve Roth’un gönüllü olarak çıktığı ölüm yolculuğunda kaybedilen yeryüzü güzelliklerinin şiirsel bir görsellikle aktarımı görülmeye değer.