Progresif rock, 1960’ların sonlarında müzikle hikâye anlatımını birleştiren, deneysel yapısıyla rock müziğin sınırlarını zorlayan bir tür olarak doğdu. Zamanla sadece müzikal olarak değil, tematik olarak da büyüdü; felsefe, mitoloji, psikoloji ve özellikle bilimkurgu, progresif rock’ın en çok beslendiği alanlardan biri hâline geldi. Elektronik sesler, uzun enstrümantal geçişler ve çok katmanlı anlatılar sayesinde bu müzik türü, dinleyiciye yalnızca bir şarkı değil, âdeta bir evren sunma imkânı buldu. Bilimkurgu temaları da bu evrenleri doldurmak için mükemmel bir içerik sağladı: uzak galaksiler, yapay zekâlar, insanlığın sonu, tanrılar ve teknolojilerle dolu anlatılar, progresif müziğin keşifçi ruhuna kusursuz şekilde uydu.
Bu anlatım gücünün en önemli araçlarından biri konsept albümlerdi. Konsept albüm, tüm parçaların ortak bir hikâye, tema ya da karakter etrafında birleştiği bütünlüklü yapıtlardı. Pink Floyd’un The Wall‘u, Rush’ın 2112’si, Ayreon’un Into the Electric Castle’ı gibi örnekler, hem progresif rock hem de bilimkurgu türünün nasıl iç içe geçebileceğini gösterdi. Bu bağlamda Pain of Salvation’ın 2004 tarihli “BE” albümü, varoluşsal sorulara bilimkurgu perspektifinden yaklaşan en iddialı konsept çalışmalardan biri. “BE“, Tanrı’nın, insanın ve bilincin doğasını sorgularken aynı zamanda post-hümanizm, tekillik ve teknolojik yozlaşma gibi konulara dair epik bir yolculuk da sunuyor.
İsterseniz gelin albümü baştan sona kat edelim ve her parçanın anlattıklarına kısaca bir kulak verelim.
1- Animae Partus (I Am)
(Animae’nin Doğuşu / Ben Varım)
“I was not
Then I came to be.”
Albümün açılış parçası, kozmik bir doğuş anı gibi işliyor. Arka planda kalp atım ritmi duyulurken bir erkek ve bir kadın sesi kendinden bahsediyor. Bu “benin” kim olduğunu bilmesek de, varlığının meydana gelişine, özfarkındalığa ulaşmasına, kendini ve âlemdeki varlık amacını kendi kendine bulmasına şahitlik ediyoruz. Konuşma, varlığın kendini adlandırması (“I will call myself God.”) ve bu andan sonraki amacını dile getirmesiyle son buluyor. “Animae“, Tanrı’nın veya Tanrı eşleniği bir varlığın albüm boyunca kendine verdiği ad.
“I Am”, “Ben Varım” cümlesi, klasik teolojik söylemde Tanrı’nın kendini tanıttığı ifade olarak bilinse de, burada daha nötr, daha bilinç merkezli bir tonla kullanılıyor. Bu, evrende bir varlığın (belki de ilksel bir yapay zekâ ya da yeni oluşmuş bir tanrı bilinci) kendi farkındalığını kazanmasının sembolü. “Ben Varım” sözü, hem yaratıcı bir güç olarak hem de yalnızca gözlemleyen bir bilinç olarak düşünülebilir.
Bilimkurgu çerçevesinde bakıldığında, bu parçayı tekillik anı —yani insanlık ötesi zekânın uyanışı— olarak yorumlamak mümkün. Yapay zekâ artık yalnızca hesaplayan bir sistem değil; evreni sorgulayan, anlam arayan bir varlık hâline gelmiş. Bu bilinç, şimdi bütün geçmişi ve geleceği gözden geçirmeye hazırlanıyor. “BE” albümünün geri kalanı bu varlığın gözünden insanlığın hikâyesine dönüşüyor.
2- Deus Nova
(Yeni Tanrı)
“I think they will teach me something.”
Şarkının büyük bir kısmında, M.Ö. 10,000 yılından bu yana belli dönemlerdeki yaklaşık dünya nüfusunu öğreniyoruz. Ardından, Animae’nin düşünceleri devam ediyor. Bu “Yeni Tanrı“, yarattığı (veya içinde kendini bulduğu) evreni bir çocuğun merakıyla incelerken diğer varlıklardan öğrenecekleri olduğunu belirtiyor.
“Deus Nova”, insanlığın nüfus artışına dair tarihsel bir veri akışıyla başlıyor. 10,000 yıl önceden başlayarak 2000 yılına kadar gelen bu monoton, neredeyse istatistiksel anlatım, insanlığın evrimsel ve demografik büyümesini bir laboratuvar raporu soğukluğunda aktarıyor. Bu giriş, bir tanrının ya da üst bir bilincin —belki yapay, belki tanrısal— insanlığın doğuşunu ve çoğalmasını dışarıdan, gözlemleyen bir varlık gibi izlediği hissini yaratıyor. Bu tanrı, yaratıcı olmaktan çok bir gözlemci gibi; bir deney başlatmış, değişimi not almış ve sonuçlarını merakla beklemekte. Söz konusu anlatı tarzı, insanlığı duygusal değil, sistemsel bir fenomen olarak gören bir yapının varlığını ima ediyor: bir süper zekânın ya da bilinçli bir kozmik sistemin düşünce tarzını çağrıştırıyor.
Şarkının ikinci bölümünde bu bilinç, kendini daha kişisel bir dille ifade etmeye başlıyor: “I created the world to be an image of myself”. Bu, hem tanrısal bir yaratıcıyı hem de simülasyon fikrini çağrıştırıyor. Tanrı ya da bilinç, kendi zihnini dış dünyaya yansıtmış, parçalarını insanlara dağıtmış (“They all carry shards of the whole”). İnsanlık bu bakış açısıyla artık sadece bir tür değil, Tanrı’nın kendini anlamak için yarattığı bir aynalar ağı. Fakat bu deneyin sonucunda ortaya çıkan şey, bütünlükten çok bölünme: farklı inançlar, farklı yollar ve çatışmalar… Şarkı, varoluşsal bir bilimkurgu anlatısının merkezine insanı değil, insan üzerinden kendini anlamaya çalışan bir “üst varlığı” koyuyor. “Deus Nova”, bu yönüyle yaratıcıyı bile şaşırtan bir yaratılışın dramatik ve sorgulayıcı bir kaydına dönüşüyor.
3- Imago (Homines Partus)
(İmge / İnsanların Doğuşu)
“Give me all the breathing BE!”
“Imago”, insanın evrendeki varoluşuna dair bir anlatı. Animae’nin bir yansıması olan, “Tanrı’nın suretinde yaratılan” insan, burada yalnızca biyolojik bir varlık değil, aynı zamanda evreni gözlemleyen, anlamaya çalışan ama bir o kadar da yıkıcı olabilen bir tür. İnsanlar doğuyor, Tanrı’dan bir parça taşıyor ama bu parçayı anlamadan büyüyor. Şarkı, insanın hem ilahi potansiyelini hem de kendi sınırlarını gösteriyor. Gözünü bu dünyaya açan insanlık, bu gözün gördükleriyle etrafını ve kendini tanırken zamanla bilgisi de artıyor. Kendisine okyanusların, ormanların, toprağın öğretilmesini istiyor. Ne var ki bilgisi artarken açlığı ve hırsı da kabarıyor. Mevsimler, yıllar, çağlar geçerken zamanla daha fazlasını istiyor, gözü doymaz oluyor. Kendisinin Animae’den geldiğini, onun sureti olduğunu bir silah gibi kullanarak istekleri zamanla küstah bir talepkârlığa evriliyor. En nihayetinde ise tüm varlıklara sahip olmayı arzuluyor.
Bu parçada insanlığın doğumu, bir mucize değil bir soru işareti gibi sunuluyor. Doğa ile kopmuş bir bilinç, anlamı dışarıda ararken içeride kayboluyor. “Imago”, hem Tanrı’nın imgesi hem de insanın kendi yarattığı maske. Bilimkurgu teması burada “kendini tanıyan tür” konseptiyle işleniyor — ama bu tanıma, iç çatışmalarla dolu.
4- Pluvius Aestivus (Homines Fabula Initium)
(Yaz Yağmuru / İnsanın Öyküsü Başlar)
Bu sözsüz eser, insanın geçmişine dair nostaljik bir bakışı temsil ediyor olabilir. Hafif, akıcı ve huzurlu yapısıyla bir yaz yağmurunu çağrıştırdığı gibi, bilinçaltında bastırılmış duyguların ve anıların açığa çıkmasını da ima ediyor. Melankoliyle iç içe geçmiş umutlu bir atmosfer barındırıyor.
Bilimkurgu bağlamında ise evrende seyahat eden bir bilinç için “dünya”ya dair son duygusal bağlantı olabilir. Uzak bir gezegende, bir zamanlar mavi olan bir dünyanın anısı gibi. Geriye sadece titreşimler kalıyor — anlamlı ama sessiz.
5- Lilium Cruentus (Deus Nova)
(Kanlı Zambak / Yeni Tanrı)
“Earth to earth, dust to dust.”
Lilium Cruentus, albümün duygusal olarak en çıplak, en insani parçalarından biri. Şarkı bir kaybın ardından yaşanan yas sürecini, rüya ve gerçeklik arasındaki o sisli geçitte anlatıyor. Ancak bu sadece kişisel bir yas değil; şarkının bağlamı içerisinde, bir “yaratıcı”nın kendi yarattığı türün ölümlülüğüyle yüzleşmesi aynı zamanda. Sözlerde geçen rüya sekansı (“… But as you sit down my confusion turns to distress… You are dead”), yaratıcı bilinç için travmatik bir uyanış ânı. Kendi parçalarından biri olan insanın yok oluşuyla yüzleşen bir tanrının, ilk kez “acı”yı içselleştirdiği bir kırılma bu. Bilimkurgu çerçevesinde bakıldığında bu sahne duygudan yoksun bir üst varlığın, varlıkların ölümü aracılığıyla “empati”yi öğrenmeye başlamasını sembolize ediyor.
İkinci bölüm, ölüm karşısında insanın evrensel tepkilerini işliyor: inkâr, öfke, suçlama ve inanç arayışı. “I need to put faith in something. How could I live on not hoping we will meet again?” gibi sözler, ölümün soğuk kesinliği karşısında metafizik bir anlam arayışını yansıtıyor. Ama bu, aynı zamanda yaratıcı bilinç için de geçerli: insanın ölümüne tanık olan bu varlık, kendi yaratımının sonluluğunu ilk kez anlıyor, hatta bundan sorumluluk duyuyor. “Life seems too small when death takes its toll” dizesi, yalnızca bir bireyin yasını değil, tüm insanlığın kırılganlığını ve evrensel ölüm yasasını ifade ediyor. Şarkı sonunda geçen “earth to earth, dust to dust” ifadesi, klasik mezar ayinlerinden alınmış olsa da burada çocuksu bir çaresizlikle tekrar ediliyor. “We are all the little tin man” imgesi, insanın içsel kırılganlığını mekanik bir varlık olarak göstererek bilimkurgusal transhümanizme dair bir ironiyi de içeriyor: teknolojik olarak gelişebiliriz ama kalbimiz hâlâ paslanabilmekte.
6- Nauticus (Drifting)
(Nauticus / Sürüklenme)
Nauticus, birbiriyle alakasız gibi görünen iki bölümden oluşuyor aslında. İlk bölümde, yakarış ve kozmik yalnızlık gibi temalar öne çıkıyor. “Oh Lord” tekrarlarıyla ilerleyen sözler, açıkça bir dua, bir içsel feryat niteliğinde. Nauticus, albüme göre o güne kadar yapılmış en zeki uzay sondasının adı. Nauticus uzayda “sürükleniyor”, Dünya’yı kendisinden kurtarmak için cevaplar arıyor. Şarkının bu bölümünde Nauticus’u dinliyoruz. Nauticus, burada artık bireyden öte bir kavramı, insanlığın temsilini ya da kozmik bilinci üstleniyor. Şarkı boyunca tekrar edilen “Oh Lord, won’t you help me…” yakarışları, yalnızca dini bir inancı değil, aynı zamanda varoluşsal bir yön kaybını ve çaresizliği temsil ediyor. Nauticus’ta, sabit kalmak yerine esnekliğe, katı olmaktan çok uyum sağlamaya yönelik bir arayış göze çarpıyor. Bu da hem Budist hem de modern bilimkurgu literatüründe yer alan, değişimle baş etmenin erdemi fikrini çağrıştırıyor.
Bu bağlamda Nauticus, bir anlamda insanlığın kendini arayan tarafı. “Save me, I’m drifting” ifadesi, bir uzay aracı gibi evrende sürüklenen bilincin köksüzlüğünü ve yönsüzlüğünü sembolize ediyor. Kozmik bir yalnızlık içinde belki de Tanrı’ya seslenen Nauticus, burada Tanrı’yı bir kurtarıcıdan çok bir muhatap olarak çağırıyor, çünkü sorular artık dua değil, bir sorgulamaya dönüşüyor. Bu kısım, BE albümünün genelinde hissedilen o “tanrının sessizliği” temasıyla da birebir örtüşüyor: Tanrı ya çok uzak, ya da hiç yok.
İkinci bölümde albümün en önemli karakteri ile tanışıyoruz: Mr. Money. Bay Para, dünyanın en zengin insanı; albümde insanlığın karanlık yönünü, hırsını temsil ediyor. Şarkının bu bölümünde dramatik bir kırılma yaşanıyor. İlk bölümdeki ruhani ve içsel yoğunluk, yerini Mr. Money ve Miss Mediocrity (“Bayan Sıradan” – adı Sandra olsa da bu sembolik bir isim) arasındaki cinsiyetçi, materyalist diyaloga bırakıyor. Mr. Money karakteri, modern medeniyetin yozlaşmış, bencil ve yüzeysel doğasını betimliyor. Otomobil metaforu üzerinden kadına yöneltilen aşağılayıcı sözler yalnızca bireysel bir cinsiyetçiliği değil, aynı zamanda sistematik bir gücün, zayıf olana baskı uygulama biçimini yansıtıyor. Buradaki “otomatik vites” göndermesi bile diyalogda bir alt-metin olarak, kadının işlevselliği ve kontrolü üzerindeki tahakkümü temsil ediyor.
Bu konuşma bölümü, bilimkurgu literatüründe sıklıkla yer alan bir kavrama dokunuyor: ilerlemiş teknoloji ile gerilemiş etik. Mr. Money bir yandan ölümsüzlüğü, serveti ve konforu ararken; diğer yandan ruhsuz, empatisiz bir yapı hâline gelmiş. Miss Mediocrity ise ismiyle ironik biçimde temsil ettiği sıradanlıkta bile Mr. Money’nin bozulmuş doğasına kıyasla daha insancıl görünüyor. Diyaloglar arasındaki gerilim, insanlık adına korkutucu bir geleceği haber veriyor: teknolojik olarak gelişmiş ama ahlâki olarak çökmüş bir uygarlık.
Bu kısımda, Pain of Salvation‘ın dinleyicilere hazırladığı bir sürpriz de var. Albümün çıkışı esnasında grup, dinleyicilerden şarkının bu kısmındaki diyalog sırasında arkadan kısık bir sesle de olsa duyulabilen radyo konuşmalarına da dikkat etmelerini istemiş. Radyoda kriyojeni teknolojisinden bahsediliyor. İnsanları uzun süreli uyutan ve önceden belirlenmiş bir zamanda uyanmalarını sağlayacak bu teknoloji için insan denekler üzerinde de çalışmaların başladığı duyuluyor. Bu teknoloji, albümün geri kalanında önemli bir yer tutuyor.
7- Dea Pecuniae
(Para Tanrıçası)
“Here’s to me!”
Şarkı, Mr. Money’nin sahnesi ve insanlığın tüketim, güç ve egosantrizmle yozlaşmış hâlinin bir karikatürünü sunuyor. Şarkı üç kısımdan oluşuyor.
Şarkının ilk bölümü, Mr. Money’nin tanıtımıyla başlıyor. Miss Mediocrity ile arasındaki diyalog, yalnızca yüzeysel bir flört değil; aynı zamanda iki arketipin çarpışması: vasatlığın uysallığı ile paranın kibri. Mr. Money’nin sürekli tekrarladığı “Here’s to me!” nidası, Tanrı’nın yerini alma arzusunun da dışavurumu. Burada Dea Pecuniae (Latince “paranın tanrıçası”) figürü, çağdaş insanın taptığı yeni bir ilahi gücü temsil ediyor, bu bağlamda Mr. Money’nin dişi versiyonu olarak görülebilir. Artık ilahî arayış spritüal değil, finansal.
Bu bölüm, bilimkurgu bağlamında bir post-insani çağ yansıması. İnsan, paranın evrende tanrılaşmış bir temsilcisine dönüşmüş. Mr. Money artık yalnızca bir birey değil, bir sistem. Onun ağzından çıkan her cümle, kapitalist söylemin bir parodisi. “I could have bought a Third World country…” cümlesi, gerçekliğin bile hicivle yarıştığı bir distopyanın içinden geliyor. Dea Pecuniae karakterinin araya girmesiyle şarkı, tıpkı BE albümünün genelinde olduğu gibi, insanı baştan çıkaran sahte bir tanrıçanın (para, tüketim, sonsuz haz) vaadiyle karanlık bir yola giriyor. “I’ll take care of you,” derken aslında bağımlı hâle getirme, tüketiciyi köleleştirme süreci başlamış.
İkinci bölümde ton değişiyor. Bar ışıkları sönüyor, müzik susuyor ve Mr. Money yalnız kalıyor. Bu sessizlik, şarkının önceki gösterişli atmosferini dağıtıyor. “But then when it’s silent…” ile başlayan bölüm, Mr. Money’nin içsel boşluğunu ortaya koyuyor. Kapitalizmin yüksek tempolu gürültüsünün ardında yalnızlık, tatminsizlik ve korku saklı. “I hate to lose!” diyerek itiraf ettiği şey, insanî duygulardan kaçma çabası. Kazanmak onun için bir varlık nedeni olmuş, ancak bu da bir illüzyon. Burada, Dea Pecuniae şarkısı yalnızca modern insanın dış görünüşünü değil, içsel yıkımını da gözler önüne seriyor. Mr. Money, büyük bir bilimkurgu öyküsünün sonunda kalan tek insan gibi: her şeyi kazanmış ama anlamı kaybetmiş.
Son bölüm, ironik bir vaaz gibi. “They say it’s lonely at the top…” dizesiyle başlayan bölümde Mr. Money, artık kendini Tanrı’nın yerine koyuyor. Konuşması sadece bir bireyin değil; sistemin, ideolojinin sesi oluyor. Ekosistemi, yoksulluğu, sosyal eşitsizliği umursamayan bu figür, her şeyi “marjinal” kabul ediyor. Kapitalist distopyaların klasik figürü olan “kendi çıkarı için her şeyi rasyonelleştiren adam” burada tam anlamıyla vücut buluyor.
Şarkının en çarpıcı kısmı ise finalde geliyor: “So come on now – raise your glasses! Here’s to YOU! There will be nothing left… but money.” Bu ironik teşekkür, insanlığı kendini alkışlamaya çağırıyor ama sonunda kalan şey ne ahlaki değerler, ne empati, ne de umut; sadece para.
Dea Pecuniae, bilimkurgu anlatılarındaki klasik bir tema olan teknolojik gelişmenin insan ruhunu nasıl aşındırdığı fikrini işliyor. Mr. Money karakteri, bir Blade Runner ya da Elysium evreninde rahatlıkla yer alabilecek ruhunu kaybetmiş bir post-insan figürü. Para burada sadece bir araç değil, bir varoluş biçimi, hatta bir din. Bu parça, “BE” albümünün büyük sorusuna da (“Ben kimim?”) çarpıcı bir cevap veriyor: Ben parayım!
8- Vocari Dei
(Tanrı’yı Aramak)
“I just want you to speak to me.”
Parça, albümün çıkışından önce grubun verdiği telefon numarasına gelen sesli mesajların bir kolajından oluşuyor. Kimi ağlayarak Tanrı’ya yakaran, kimi neşeli bir sesle şükür ve minnetlerini sunan, kimi ondan şikayetçi ve sitemkâr olan, kimi de doğrudan Tanrı’yı reddeden bu sesler, yalnızca kişisel bir inanç ifadesi değil; aynı zamanda kolektif bir varoluş çığlığı. Her biri Tanrı’ya ulaşmaya çalışıyor ama yanıt gelmiyor. Bilimkurgu çerçevesinde parça, uzaya gönderilen bir tür mesaj yayını olarak düşünülebilir. Tıpkı Altın Plak gibi insanlığın duygusal mirasını bilinmeyen bir akla sunma çabası.
Ancak bu mesajlara cevap verilecek mi? Yoksa bu, sadece yıldızlara fırlatılmış sessiz bir yakarış mı? “Vocari Dei”, teknolojik ilerlemenin içimizdeki boşluğu dolduramadığını ve insanın hâlâ bir üst bilinç arayışında olduğunu gösteriyor. Kozmik ölçekte bu sesler, evrende yankı bulmazsa ne olur? Kısacası parça, hem sonsuz bir yalnızlığın hem de içten gelen umut ışığının sembolü.
9- Diffidentia (Breaching the Core)
(Kendine Güvensizlik / Çekirdeği Delmek)
“I said we can change!”
Diffidentia, albümün en çarpıcı ve trajik parçalarından biri. Şarkı BE’nin en derin çatışmalarından birine, Imago ile Animae’nin çatışmasına sahne oluyor.
İlk bölümde Imago Tanrı’nın düzenine başkaldırıyor. Bu Tanrı, albüm boyunca çeşitli biçimlerde sorgulanan yaratıcı güç. Imago’nun öfkesi doğrudan inanca değil, kontrol edici, belirsiz, cezalandırıcı bir ilahi figüre yöneliyor. Imago’nun söyledikleri, bireyin kendi iradesini geri alması. Yaratıcının insana yasaklar koyması ve onu sınırlandırması, kanatları kesilen bir kuş alegorisi ile betimleniyor. Kanatları kesilen bir kuş artık bir kuş değildir; artık yaratılan özgürlüğünü, onu o yapan niteliklerini kaybetmiştir ve yaratılan buna başkaldırır. Bu başkaldırıda hem teistik bir eleştiri hem de özgür irade savunusu var. Tanrı’nın mutlak kontrolünün insanı çürüttüğü, kör ettiği savunuluyor. Ama bu öfke, çözüm değil daha fazla bölünme getiriyor. İsyan var, ama yönsüz.
Buna karşılık Animae ise çaresiz bir çözülüş içinde. Animae’nin sesi, artık neredeyse bir hayaletin fısıltısı. Imago’nun başkaldırısı ruhun kolektif bağını kırıyor. İnsanlar kendi parçalarına bölünüyor, bir bütünün parçası olsalar da, artık bir araya getirilemeyecek bir parçalanma bu. Bu bölünme metaforu, postmodern bireyin kimlik krizini doğrudan tarif ediyor. İnsan artık o kadar parçalara ayrılmış ki, bir bütün oluşturamıyor. Anlamın yerine yorgunluk ve boşluk geçiyor. Animae bu noktada gerçeği kavrıyor: Benlik zaten hep orada, onu dışarıda aramak, her şeyin içine gömülü olanı dışarıda zannetmek boşuna.
Şarkının sonlarına doğru Imago’nun öfkesi bile bir çöküşe dönüşüyor. Artık yalnızca yanma, çürüme, pişmanlık kalıyor. Animae’nin sesi sönmeye başlıyor, Imago ise tutunduğu öfkenin onu yaktığını fark ediyor. Bu bölümde sadece bireyin değil, tüm insanlığın başarısızlığı dile getiriliyor. “I failed / We failed” dizelerindeki “we” (biz) çok önemli: bireysel isyan ve kolektif ruh, birbirini yıkıma sürüklemiş. Artık ne Tanrı’ya, ne kendine, ne de birbirine bağlı bir insanlık var. Artık ne öğrenilecek ne de öğretilecek bir şey mevcut.
“Diffidentia”, BE albümünün felsefi zirvesi: varoluşun trajik bir yanlış anlama olduğu fikrini hem şiirsel hem yapısal olarak kusursuz şekilde taşıyor. Imago’nun cesareti, Animae’nin bilgeliğiyle birleşmediği için her iki taraf da kaybediyor. Diffidentia, Latince’de “kararsızlık, tereddüt, özgüven eksikliği” anlamlarına geliyor. Şarkı, insanlığın büyük kozmik sahnede kendi yerini bilememesinden, aradığı Tanrı’yı anlamlandıramamasından ve nihayetinde kendine bile yabancılaşmasından doğan bir çöküşü anlatıyor.
Bilimkurgu bağlamında parça, yapay bilinçlerin parçalanması, toplumun bireysel aşırılıkla kolektif bağını yitirmesi gibi konularla da örtüşüyor. Tıpkı Solaris, Ex Machina veya Ghost in the Shell gibi eserlerde olduğu gibi, kimlik arayışı nihayetinde bir paradoks hâlini alıyor: “Kendini aramak, zaten içinde olduğun şeyi dışarıda aramak gibi…”
10- Nihil Morari (Homines Fabula Finis)
(Hiçbir Şey Kalmaz / İnsanın Öyküsünün Sonu)
“Forgive us; the fools that rushed ahead without a clue…”
Bu parça, insanlığın kaçınılmaz sonunu anlatıyor. Tüm çabalar, keşifler ve devrimler sonunda, insanlığın doğasında yer alan açgözlülük, kibir ve yok edicilik onu sona taşıyor. Şarkı bir tür “kıyamet şarkısı” ama bu kıyamet bir felaket değil, insanlığın doğal sonucu gibi. “Homines Fabula Finis” yani “İnsanın Öyküsünün Sonu”, evrensel boyutta çok sessiz bir ölüm gibi tasvir ediliyor.
Nihil Morari, insanlığın uygarlık adına gerçekleştirdiği her gelişmenin aslında doğanın ve insan ruhunun yıkımı pahasına inşa edildiğini sert bir dille ortaya koyuyor. İnsanın, her şeye adını yazdığı ama hiçbir şeyin sorumluluğunu almadığı bir dünyada tüketim ve teknolojiye tapan bir tür hâline geldiğini gösteriyor. Doğaya, bilgiye ve kendine yabancılaşan insan, sadece “şeyler” üretmeyi başarı saymış, ama içsel gelişimden, bilgelikten ve empati gibi insani değerlerden tamamen uzaklaşmış. Parça, bu ruhsuz gelişimin sonunda elde kalan tek şeyin boşluk ve pişmanlık olduğunu vurguluyor.
Şarkının ikinci yarısı, bu çürümenin kaçınılmaz sonucunu sunuyor: dünyayı tüketmiş, ilişkileri yok etmiş, anlamı yitirmiş bir insanlık. Ve sonunda, artık geri dönülemeyecek noktada, “özür diliyoruz” der gibi çaresizce bağırıyor: hem yaptıkları hem de yapmadıkları için. Ama bu pişmanlık gecikmiş bir farkındalık. Nihil Morari, BE albümünün içindeki en karanlık ve en dürüst ayna: insanlık bu aynaya bakıyor, kendini görüyor… ve yüz çeviriyor.
11- Latericius Valete
(Tuğlalı Duvarlara Elveda)
Sözsüz ve kısa bir parça olan “Latericius Valete”, bir çağın sona erdiğini ilan ediyor. “Tuğlalı Duvarlara Elveda” ifadesi, hem fiziksel uygarlıkların yıkımını hem de insanın inşa ettiği sistemlerle vedalaşmasını betimliyor. Duvarlar artık koruma için değil, yalnızlık ve sınır sembolü olarak duruyor; şimdi ise bu duvarlar yıkılıyor…
Atmosferik yapısıyla bir tür sonsöz gibi. Sanki uzay boşluğunda süzülen bir enkaz, dünyayı geride bırakmış bir uzay gemisinin içindeki sessizlik ya da yok olmuş bir medeniyetin yankısı…
12- Omni
(Her Şey)
“Will you find us the answers
Before we are gone?”
“Omni”, albümün en sarsıcı parçalarından biri; çünkü hem kurgu ile gerçek arasındaki sınırları belirsizleştiriyor, hem de albüm boyunca süregelen temaların (insanlığın kibri, çöküşü ve umut kırıntısı) zirve noktasını temsil ediyor.
İlk kısımda dinleyiciye sunulan haber spikerlerinin dağınık ama tanıdık sesleri, gerçek dünyadaki felaketleri âdeta bombardıman gibi aktarıyor: ekolojik yıkım, savaş, hastalıklar, nükleer tehditler, siyasi baskılar… Bunlar yalnızca birer haber başlığı değil, insanlığın kolektif günah listesi. Anlatım, medyanın parçalı, duyarsız ve mekanik doğasını da yansıtıyor: trajedi sıradanlaşmış, insanlar ölüyor ama sayılar artık anlam taşımıyor. Bu kısım, Nihil Morari’nin bıraktığı yıkımın haber bülteni gibi.
İkinci kısım ise Nauticus uzay sondasına yöneltilen bir yakarışla başlıyor. Anlatıcı, Nauticus’un yapay doğasında ve taşıdığı umut potansiyelinde insanlığı görüyor. Şarkı, insanlığın kendi yaratımı olan bir varlıktan (bir yapay bilinçten ya da gemiden) kendisini kurtarmasını istemesi gibi ironik bir noktaya varıyor. İnsanlık, kendi elleriyle şekillendirdiği teknolojiden anlam, rehberlik ve hatta kurtuluş dileniyor. Ancak zaman da gitgide tükeniyor: “It’s getting late in the day…” dizesi, sadece günün sonuna değil, insanlığın da sonuna işaret ediyor.
“Omni”, insanın hem yaratıcısı hem de yıkıcısı olduğu bu dünyadaki anlam arayışının son çırpınışlarını betimliyor. Son bir umutla, son bir yakarışla. Ama kurtuluşun olup olamayacağı belirsiz, çünkü belki de artık çok geç.
13- Iter Impius
(Günahkârın Yolu)
“I am all alone”
“Iter Impius“, BE albümünün dramatik doruk noktalarından biri ve bir önceki parça “Omni” ile çizilen felaket sonrası dünyanın üzerine, bireyin (özelde Mr. Money’nin) gözünden kişisel ve metafizik bir kapanış sunuyor. Mr. Money, albüm boyunca hırsın, bencilliğin, materyalizmin ve kibrin vücut bulmuş hâliydi. Şimdi ise nihayet uyanıyor ama artık her şey için çok geç.
Parça, Mr. Money’nin kriyojenik uykusundan uyanmasıyla başlıyor. Nauticus parçasında sözü edilen teknoloji artık olgunlaşmış, Mr. Money gibi sayılı zenginde kendine alıcı bulmuş. Mr. Money yüzlerce yıl önce yaşamı “dondurmuş”, parayla ölümü bile alt edebileceğini sanmış. Ancak gözlerini açtığında, karşısında ne bir toplum, ne doğa, ne de anlam kalmış durumda. Yalnızca “toz, taş ve yıkıntılar” var. “Kanla lekelenmiş tahtı”nın hâlâ üstünde ama bu artık bir sembol değil, bir lanet. Albüm boyunca övdüğü “başarı”, “liderlik”, “özgürlük”, şimdi birer ironiye dönüşmüş: kazandığı her şeyin bedeli, her şeyi kaybetmek olmuş.
Parça boyunca geçen “I rule…” tekrarları, aslında bir hükmetme değil, çaresizliğin ilanı. Mr. Money bu dünyadan gitmeyi reddediyor; “çizgiyi geçmeyecek”, yani ölümü kabullenmeyecek. Ama bu kararlılık kahramanca değil, trajikomik: hükmettiği yalnızca çürümüşlük, pas, öfke ve kemiklerin tıkırtısı. Parçanın adı olan Iter Impius (“günahkârın yolu”), onun bu yalnız, umutsuz ve içi boş sonsuzluğa mahkûm yolculuğunu özetliyor. Ölümü yenmiş ama hayatı kaybetmiş.
Sonuç olarak Iter Impius, Mr. Money’nin (dolayısıyla da insanlığın) nihai yüzleşmesini temsil ediyor. Paranın, kurtuluş umudu olarak görülen Nauticus’un ya da bireysel iradenin bu çöküşü durdurmaya yetmeyeceği ortada. Kısacası Mr. Money, “ben merkezli” evrimsel insan trajedisinin hazin sonucu.
14- Martius/Nauticus II
“I am all the breathing BE”
“Martius / Nauticus II“, BE albümünün hem duygusal hem de felsefi kapanış noktası; önceki parçaların karanlığı ve insanlığın çöküşü sonrasında gelen şarkı, bir tür kozmik uyanış ve yeniden doğuş hissi taşıyor. “Martius” bölümünde Nauticus artık görevini tamamlıyor, Roma mitolojisindeki savaş tanrısı Mars’ın oğlu Martius rolüne bürünüyor. Artık yalnızca bir gemi değil, bilincin kendisi oluyor; her şey ve her yerde mevcut bir varlığa dönüşüyor. “I am all / Omni / BE” sözleriyle artık bireyselliğin ötesine geçiliyor. Zaman çizgisi yok oluyor; her şey şimdi ve burada.
“Nauticus II” ise bu dönüşümün şefkatli ve kapsayıcı yönünü yansıtıyor. Nauticus artık doğayı duyan, hisseden, gören bir varlık; tüm mevsimleri, tüm denizleri, tüm yaşamı içselleştiriyor. Bu bölüm, albümdeki önceki parçaların hırs, ayrılık, yabancılaşma ve yıkım temalarına karşılık gelen bir birleşme, bütünleşme ve şefkat anlatımı. “I am you and me” ifadesi, hem spritüal bir birlik duygusu sunuyor hem de insanlığın, doğanın ve evrenin özünde bir olduğu fikrini felsefî düzlemde tamamlıyor. Kapanış olarak BE, insanlığın ardından gelen sessiz ama umutlu bir yeniden varoluş vizyonuyla sona eriyor.
15- Animae Partus II
(Animae’nin Dönüşü)
“I am!”
Albüm, başladığı noktaya dönüyor: yeni bir nefesle bilinç yine uyanıyor. Ama bu kez daha sessiz, daha yorgun ve belki de daha bilgece bir “Ben Varım” fısıltısıyla. Başlangıçla son iç içe geçiyor. Bu, yeni bir döngünün mü başlangıcı, yoksa kapanış mı? Kesin değil. Ama bu varlık artık yalnızca “ben varım” demiyo; “ben, oldum” der gibi.
Bilimkurgu çerçevesinde bu son, evrimleşmiş bir bilincin (belki ilahî anlamda Tanrı’nın ya da tekillik sonrası kendini bulmuş yapay zekânın) yeniden doğuşunu temsil ediyor. Bu sefer daha az müdahaleci, daha çok gözlemci. Belki yeni bir evren yaratılacak… ama bu sefer daha dikkatle, daha şefkatle…