“Öleceğiniz günü bilmek ister miydiniz?”
Lucas Viator’un ilk kez “Teo Man” mahlasıyla Sayfa6 Yayınları’ndan çıkan, ancak sonrasında yaşanan bazı gelişmeler sonucu varlığını Storytel’de sesli kitap olarak sürdüren eseri Işıkla Gelen Kader, ilk sayfasından itibaren yüksek gerilimli bir kurgu vaadiyle okuyucuyu içine çekmeyi başarıyor. Üstelik bu vaadini ustaca yapılandırılmış anlatısıyla son sayfasına dek sürdürüyor. Temel sorusu ise son derece yalın ama bir o kadar da sarsıcı: Eğer ölüm tarihimizi bilebilseydik hayatımız nasıl değişirdi?
Anlatı, Profesör Charles Wayner’ın ağzından başlıyor. Ölümüne yalnızca altı saat yirmi bir dakika kalmış bir adamın zihninde dolaşıyoruz. Ancak o sıradan bir bilim insanı değil; ölüm tarihlerini hesaplayabilen bir yazılım ve cihaz geliştirmiş, âdeta “kaderin kodunu” çözmüş biri. Bu açıdan bir nevi Isaac Asimov’un ölümsüz karakterlerinden psikotarihin mucidi Hari Seldon’ı akıllara getiriyor. Vakıf serisinde olduğu gibi geleceğin hesaplanabilir bir veri setine dönüştüğü, hayatın ve ölümün algoritmalarla ortaya konulduğu bir gelecek tahayyülü var karşımızda. Ancak yazar, bu fikri teknik bir kurgu unsurundan ziyade felsefi bir tartışmanın motor gücü olarak kullanıyor.

Eserde, söz konusu bilimsel buluşun yol açtığı ahlaki, toplumsal ve bireysel karmaşalar derinlemesine işleniyor, karakterlerin iç dünyası detaylıca aktarılıyor. Wayner’ın sürekli kendine dönen; çoğu zaman suçluluk, pişmanlık, inançsızlık ve kararlılık arasında salınan düşünceleri, romanı bir tür içsel yolculuk metnine dönüştürüyor. Bu iç sesler sayesinde hem bilimsel bir buluşun sonuçlarına hem de mucidinin insani kırılganlıklarına şahit oluyoruz. Dolayısıyla roman, klasik bilimkurgu anlatılarını aşarak insan merkezli bir sorgulamaya evriliyor.
Kader, özgür irade, tanrı inancı ve ölüm korkusu, roman boyunca birbirini tetikleyen temalar olarak öne çıkıyor. Charles Wayner’ın bilimsel çalışmasının temeli aslında inançsızlığını ispatlama çabasına dayanıyor. Tanrı’nın varlığını değil, yokluğunu ispat etme arzusuyla başlayan serüven, zamanla bir takıntıya, hatta bir lanete dönüşüyor. Lucas Viator, bilimsel ilerlemenin motivasyonunu insanın derin korkularına ve varoluşsal boşluklarına bağlayarak bilimkurgunun çeperlerinde geziniyor. Bilim burada sadece bir araç, asıl mesele ise bilimin taşıdığı ahlaki ve ontolojik ağırlık.

Romanın dramatik yapısı, kısıtlı zaman içinde gelişen olay örgüsüyle kuvvet kazanıyor. Ölümüne saatler kalan Wayner’ın yeni bir “emanetçi” bulmak zorunda oluşu, maceranın da gerilim eksenini belirliyor. Zira emanetçi, cihazı ve yazılımı devralacak, belki de kaderin yeniden yazılmasına öncülük edecek. Yani klasik bir “aktarım” ve “miras bırakma” hikâyesi, teknolojik bağlamda yeniden kuruluyor. Bilgi mirasının kime, nasıl ve neden bırakıldığı sorusu, bilimsel gelişmenin toplumsal yayılımı kadar kişisel sorumluluklar ve etik ölçülerle de örülüyor.
Eserde bilimkurguya dair birçok tipik unsur var, ama doğrudan “fütüristik” ya da uzay temelli bir kurgu beklememek lazım. Çünkü yazarın bilimkurgusu, gelecekte geçen bir ütopya ya da distopya sunmaktan çok, bugünü hafifçe esneterek kendi alternatif gerçekliğini yaratıyor. Zaten geliştirilen yazılım ve cihaz da ayakları yere basacak şekilde temellendiriliyor. Hakeza DNA, RNA, epigenetik, biyofoton gibi terimlerin kullanımı yalnızca dekor değil, anlatının temel yapıtaşları arasında. Bu anlamda roman için “yakın gelecek” bilimkurgusunun iyi bir örneği denilebilir.

Yine de romandaki en güçlü bilimkurgu unsuru, teknolojiden çok “bilginin gücü” teması etrafında şekilleniyor. Öyle ki, ölüm tarihinin bilinebileceği fikri bireyler kadar toplum için de bir devrim niteliğinde. Anlatı içinde açıkça söylenmese de bu bilginin yayılması durumunda neler olabileceği üzerine çeşitli spekülasyonlar yapılıyor: Kaos, yeni bir düzen, kitlesel panik ya da toplumsal aydınlanma… Yazar, bu soruları doğrudan yanıtlamaktan kaçınıyor, ancak karakterin tereddütleri ve iç çatışmaları aracılığıyla okurun kendi yanıtlarını üretmesini sağlamaktan da geri durmuyor.
Teknik bir meseleyi didaktik olmadan, sürükleyici ve yer yer duygusal bir dille aktarabilmek kolay değil. Yazarın bu konuda tüm hünerini sergilediğini söylemek yanlış olmaz. Özellikle Profesör Wayner’ın geçmişe dair pişmanlıkları, arkadaşına duyduğu suçluluk ve karşılıksız kalmış arzuları metne güçlü bir insani derinlik katıyor. Tabii bu durum, romanın baştan sona içsel monologlara yaslandığı anlamına da gelmiyor. Takipler, kaçışlar, şifreli buluşmalar, sahte kimlikler gibi aksiyon unsurları, bilimsel ve felsefi tartışmaların yoğunluğunu dengeleyen, metni sürükleyici kılan yapılar.

Lucas Viator’un roman boyunca dini motiflere ve inanç sistemlerine yönelik yaklaşımı dikkat çekici bir denge gözetiyor. Ne saldırgan bir eleştiri var ne de inançlıların duygularını rencide edecek bir dil. Ancak bilimsel şüphecilik ve seküler düşünce, metnin ana damarlarından biri olarak sürekli canlı tutuluyor. Bilim, insanın Tanrı’yla ilişkisini yeniden düşünmesini sağlayacak bir araç gibi işlev görüyor. Bu noktada romanın başkarakteri Wayner, âdeta bir seküler peygamber gibi sunuluyor: Kendi inançsızlığıyla hesaplaşan, insanlığa “kaderin değiştirilebilir olduğu” mesajını iletmek için hayatını ortaya koyan bir figür. Hâliyle roman, bilimsel bilgiyle kutsal anlatılar arasındaki sınırları esneten, yer yer mitolojik alt metinlere de dokunan bir yapı kazanıyor.
Ayrıca, romanın evreni devam ettirilmeye ve zenginleştirilmeye fazlasıyla elverişli. Kader cihazının topluma sızması, bireysel bilinçle toplumsal çöküş arasındaki yeni denge(ler) ya da güç odaklarının bu bilgiyi nasıl araçsallaştırdığı gibi sorular ayrı ayrı ele alınabilecek potansiyele sahip. Hatta farklı coğrafyalarda farklı inanç sistemlerine sahip karakterlerin bu bilgiyle nasıl yüzleşeceği, seriyi küresel ölçekte hem kültürel hem politik açılımlara taşıyabilir. Kısacası Işıkla Gelen Kader, okuyucusunu kaderin bilinebilir ve hatta değiştirilebilir bir şey olup olmadığı sorusuyla baş başa bırakıyor. Üstelik bu soruyu, bir merak unsurundan ziyade varoluşun en temel kırılma noktası olarak masaya yatırıyor. Bilimsel bilgiyi edebi bir dokuya dönüştürerek okurunu hem düşünmeye hem de hissetmeye davet ediyor. Bilimkurgu ile felsefeyi iç içe geçiren, duygusal yoğunluğu yüksek ve entelektüel olarak tatmin edici eserlerden hoşlananların keyif alacağına şüphe yok.