İngiliz yazar Samantha Harvey’e 2024’te Booker Ödülü kazandıran Yörüngede, bilimkurgunun belki de gerçeğe en yakın temalarından biri olan yörüngede yolculuğu, yoğun bir anlatımın derinlik kazandırdığı şiirsel bir dille öykülendiren, belgesel tadında bir roman. Benzer temada işlenen roman veya sinema filmleri, bu tarz öyküleri genellikle büyük bir sorun etrafında hayatta kalma mücadelesi biçiminde temellendiriyor. Hatta gerilim ve çatışma ağırlıklı bir atmosferle bizleri içine çekmeye çalışıyor. Ancak Samantha Harvey, çok farklı bir yol tercih ediyor. Dört astronot ve iki kozmonotun, başka bir ifadeyle iki kadın ve dört erkeğin uzay istasyonundaki bir gününü, Dünya’nın etrafındaki on altı turla tamamlayan roman, tek bir fazla kelimeden bile arındırılmış yapısıyla dikkat çekiyor.
Yörüngede, iki farklı şekilde yorumlanmaya müsait bir metin bütünlüğü sergiliyor, dolayısıyla eseri hem bir roman hem de bir belgesel olarak okumak mümkün. Bir roman, özellikle bilimkurguya göz kırpıyorsa, okura daha çok aksiyon, çeşitli akıl oyunları, problem çözme yeteneği vadeder. Buradaysa durum çok farklı, ancak bu fark romanın değerinden hiçbir şey eksiltmiyor, çünkü onu bilimkurgu öyküsü olarak gören, bu bakış açısıyla okumak isteyen bir okurun yaklaşımıyla değerlendiriyoruz. Ne var ki belki de Samantha Harvey eserini bir bilimkurgu öyküsü biçiminde düşünüp yazmadı. Ne olursa olsun Yörüngede, bilimkurgu ekseninde ele alınabilecek bir eser. Eylemin ötesinde anlatıcının dünya, uzay, yaşam, tarih, teknoloji, bilimsel yorum ve tasvirleri öne çıkıyor.

Roman aşina olduğumuz kurgu dinamiklerinin dışında ilerliyor ve okuru metne çekmek için bilindik formüllere, basit oyunlara yönelmiyor. Öyle ki, bir öyküde okuru canlı tutmanın en önemli parçası olan merak öğesini umursamıyor. Uzay istasyonundan Dünya’ya çevrilen gözlerden aktarılanlar, tüm o yoğun psikolojik dalgalanmalar, insan duygusu ve özgün coğrafi tasvirler, şiirsel bir dille ve yoğun, derinlemesine hissedilen bir anlatımla akıp gidiyor. Yazarın kurguyu inşa etme ve öyküyü şimdiki zamanda aktarma tercihi ise güçlü olduğu yönünü ortaya seriyor. Dolayısıyla baştan sona tüm metin, özellikle Dünya’nın coğrafi tasviri bağlamında bir belgesel tadında. Tüm o eylemsizlik hâli, keşfetme aruzu nedeniyle okurda heyecan yaratabiliyor. Genel anlamda, göz önünde durduğu hâlde eksik kaldığımız bilgilere art arda, çarpıcı şekilde ve şiirsel bir dille ulaşmanın yarattığı güçlü bir heyecan bu.
Uzay istasyonunun yapısı, işleyişi, içindeki personele hissettirdikleri, dünyadan ayrı kalışın omuzlara yüklediği yalnızlık, yeryüzündeki basit rutinlere duyulan özlem, tüm bunlara rağmen yine de Dünya’dan uzak olmanın verdiği rahatlık parça parça sahneleniyor. İstasyondan görünen Dünya manzarası, ülkelerin ışıkları, dağlar, nehirler, buzullar, mevsimler, okyanuslar ve üzerindeki büyük fırtınalar yazarın hem duygu hem de bilgi aktarma yeteneğiyle homojen bir yapıya bürünüyor. Kitabın başında verilen haritada, uzay istasyonunun Dünya yörüngesindeki yirmi dört saatlik hareketini görüyoruz. Yirmi dört saatlik süre boyunca uzay istasyonu, Dünya’nın etrafında on altı tur atıyor, her tur romandaki ilgili bölüme karşılık geliyor ve istasyonun üzerinden geçtiği kara veya su paçasının hangi ülkeye, şehre ait olduğu detaylı tasvirlerle aktarılıyor.

Bununla birlikte karakterlerin kişilik özelliklerine doğrudan eylemlerle değil de hatıralarla ulaşıyoruz. Gerçekleşen, devam eden bir eylem olmadığı için satırlar insani tepkilerden ve bu tepkilerin en iyi yansıtıldığı diyaloglardan yoksun. Bu durum, ilk sayfalarda karakterlerle bağ kurmamızı zorlaştırsa da hatıra ve hatıraların açığa çıkardığı özlem duygusu arttıkça onları daha iyi tanıyoruz. Söz konusu duygular, uzay istasyonu ülkelerinin üzerinden geçtiğinde ve bir anıyı tetiklediğinde yoğunlaşıyor. Yazar, genel olarak uzayın bilinmezliğini karakterler üzerinden değil, anlatıcı aracılığıyla yorumluyor. Dünya’nın evrendeki konumuna gerçekçi bir bakışla yaklaşıyor. Ayrıca evrendeki diğer olası yaşam formlarını bulmak için giriştiğimiz çabayı da es geçmiyor. Geçmişten bugüne, alçak veya uzak yörüngede, gezegen dışında girişilen tüm projeleri masaya yatırıyor. Bu anlarda eseri belgesel olarak ele alırsak, metin tarihi bir katman da kazanıyor. Uzay istasyonundaki yaşam, astronotların vücutlarını güçlü tutmak için yaptıkları yorucu egzersizler, Dünya’ya özlem, istasyon gün batımı ve gün doğumuna defalarca kavuşurken kurtulması mümkün olmayan düşünceler edebi ve katmanlı bir bakış açısıyla aktarılıyor. Her coğrafi karenin, oluşumun kendine has özellikleri tüm renkleriyle resmediliyor.
Romandaki eylem ağını, Ay yolculuğu, okyanus üzerinde gittikçe büyüyen tayfun ve Japon astronot Chie’nin istasyondayken ölen annesi için hissettiği karmaşık duygular olarak sıralayabiliriz. Bir başlangıca ve sürekliliğe sahip bu üç durum etrafında uzay istasyonu, Dünya’nın yörüngesinde düşmeye devam ediyor. “Uzay yolculuğunun bu yeni dönemiyle insanlığın geleceğini nasıl yazıyoruz?” sorusu eser için kilit noktalardan biri. Anladığımız kadarıyla eserin yer aldığı güncel zamanda uzaya atom bombaları yerleştirilmiş, yapay yıldızlar yörüngede yerlerini almış, Ay tozu kullanılarak Ay’a binalar dikilmiş.

Altı kişilik grup, Dünya’dan uzakta geçirilen ayların sonunda, aşağıda sürekli süzülen o mavi küreye karşı bir şefkat hissediyor. Bazen dünyanın sürekli bir savaş içinde olmasının şaşkınlığını yaşıyorlar. Halbuki yerin dört yüz kilometre yukarısından bakıldığında gezegen sakin, duru, kıpırtısız ve yapmacık tüm kötülüklerden arınmış görünüyor. Dünya’yı koruma arzusu bu noktada ortaya çıkıyor ve tarih boyunca sürüp giden, teknolojiyle birlikte büyüyen, aynı zamanda teknolojinin de gelişmesini sağlayan, hatta şu an uzay istasyonunda bulunmalarını mümkün kılan savaşların anlamsızlığıyla hayal kırıklığına uğruyorlar. Aşağıdakiler için üzüntü duyuyorlar ve yörüngede, güvende kalma durumu nedeniyle ikileme düşüyorlar.
Yazar, istasyonda bir astronot olmanın neye benzediğini soruyor. Bir astronot olmak nedir, nasıl astronot olunur, bir astronot hangi eğitimlerden geçer, mesleğin zorlukları nedir, eğitimlerde ve uzayda beden nasıl kendini aşar, onu uzay istasyonunda ne bekler, zihni, tepkileri, düşünceleri, algısı, değerleri ve bedeni nasıl değişir, ortama nasıl adaptasyon sağlar, uzay yürüyüşü yapmak nasıl hissettirir, uzay istasyonundaki yolculuğu bedeninde neleri zayıflatır, artık aşağıdaki türdeşleri gibi midir, yoksa değişmiş midir, yere ineceği zaman artık başka bir varlık mıdır? Yere aylar sonra tekrar ayak basınca nasıl bir tepki verir, nasıl eskiye döner, nasıl bocalar? Tüm bu sorular aslında büyük problemlerin de çözümünü veriyor. Uzay istasyonunda altı kişinin yirmi dört saat içindeki saniyeleri bile programlanmış durumda. Günlük rutinleri belli. O kısıtlı alanda her gün aynı şeyleri tekrarlamak, egzersiz yapmak, gözlemlemek, rapor tutmak, fotoğraf çekmek insanı psikolojik olarak yıpratıyor, ancak ekip olabilmenin öneminin farkındalar, çünkü kendilerine olduğu kadar diğerlerine karşı da sorumlular. Astronotlar birer veri. Onlar muhtemelen yakın gelecekte gerçekleşecek Mars yolculuğuna çıkacak insanları daha dayanıklı kılmak için tüm bu testleri yapmak, kalp hücrelerini yetiştirmek zorunda.

İnce hacimli romanda bazı bölümler, üzerine saatlerce düşünülecek türden bir zenginliğe sahip. Özellikle Büyük Patlama’nın gerçekleştiği andan günümüze kadar geçen sürecin tasviri, bir fotoğraf gibi zihinde beliriyor. Sıfır noktasında ortaya çıkan evren, galaksiler, yıldızlar, gezegenler; nihayet Dünya’da ilk tek hücreli canlının görünmesi, milyarlarca yıl sonra denizde ve karada oluşan yaşama geçiş, medeniyetin yeşermesi, dünya tarihinde iz bırakmış olaylar, kişiler, maddelerin sıralanışı, milyarlarca yılın iki sayfaya şiirsel bir dille serpiştirilmesi yazarın yeteneğine dair başka bir fikir daha veriyor.
İş Bankası Kültür Yayınları‘nın eseri titiz bir çalışmayla yayıma hazırladığını her sayfada fark edebiliyoruz. Püren Özgüven ise yazarın dilini, romanın yoğun anlatımını ve şiirselliğini Türkçeye çevirme konusunda çok başarılı bir iş çıkarmış.