Hadi aşktan bahsedelim. Çünkü televizyon dünyasında kalp meseleleri söz konusu olduğunda, karşımıza çıkan ilişki biçimleri aslında sandığımızdan çok daha sınırlıdır. İlk akla gelen, klasik “düşmandan sevgiliye” anlatısıdır. Sayısız yapımda defalarca işlenen bu motif; Pride and Prejudice’daki Bay Darcy ve Elizabeth’ten Buffy the Vampire Slayer’daki Buffy–Spike ikilisine kadar uzanır. Bir diğer yaygın anlatı, “bir ayrılıp bir barışan” çiftlerdir. Televizyon tarihine kazınmış örnekleri saymakla bitmez: Friends’te Ross ve Rachel, The X-Files’ta Mulder ve Scully, Gilmore Girls’te Luke ve Lorelai, Sex and the City’de Carrie ve Big… Liste uzayıp gider.
Bunun yanında, kaderi en baştan yazılmış imkânsız aşklar da vardır; modern Romeo ve Juliet’ler… Star Trek: Enterprise’ta T’Pol ve Trip, Game of Thrones’ta Jon Snow ve Daenerys Targaryen bu anlatının tipik örnekleridir. Ve elbette, kâğıt üzerinde asla uyuşmaması gereken ama ekranda kusursuz işleyen zıt karakterlerin kimyası: Firefly’dan Zoe ve Wash, Star Wars’tan Leia ve Han Solo, hatta Wall-E ile Eve… Tüm bunların içinde belki de televizyonun en sevilen romantik anlatısı yasak aşktır. Dizinin tamamına küçük, neredeyse fark edilmeyecek ayrıntılarla serpiştirilen; hayranların tutunmasına, teoriler üretmesine yol açan türden… Uzun süren bakışlar, beklenmedik bir nezaket, bastırılamayan bir elektrik.
İşte Jack O’Neill (Richard Dean Anderson) ile Samantha Carter (Amanda Tapping) arasında, Stargate SG-1’ın kalbinde usulca atan aşk hikâyesi de tam olarak böyledir.

The Broca Divide bölümünde uzaylı bir virüsün yol açtığı kaosu bir kenara bırakırsak, bu hayran gözdesi ilişkinin ilk gerçek tohumları Solitudes bölümünde atılır. Hani Jack ve Sam’in neredeyse hiçbir ekipman olmadan, eve dönme ihtimali sıfıra yakınken buzlarla kaplı bir gezegende mahsur kaldıklarını sandıkları bölüm. Jack, kırık bacağına ve çatlamış kaburgalarına rağmen Sam’in moralini yüksek tutmaya çalışır. Toplumsal roller sessizce tersine döner; Sam DHD üzerinde çalışırken, Jack bir kase sıcak su hazırlar. Isınmak için birbirlerine sokulurlar, aralarındaki beklenmedik yakınlığı kabullenirler. Jack, Sam’e yer altı mağarasından tırmanmasını, onu geride bırakıp güvenliğe ulaşmasını söyler. Ancak Sam bir çıkış olmadığını fark ettiğinde ve telsizde Jack’in sesi kesildiğinde paniğe kapılır. Düşe kalka mağaraya geri döner, Jack’i kollarına alır. Jack, acı ve şokun etkisiyle Sam’i eski eşi Sarah sanır.
Bu sahneleri yazıyla yeniden gözden geçirmek bile, o noktada “olacak mı, olmayacak mı?” ikilemine düşmemeyi imkânsız kılar. Küçük şakalar, yandan bakışlar, paylaşılan sessizlikler… Hepimiz biliyorduk: rütbeler, görevler ve kurallar onların bir çift olmasına izin vermeyecekti. Üstelik kimse, gönül meseleleri yüzünden SGC’den atılmalarını da istemiyordu.

Üçüncü sezondaki Point of View bölümü bu şüpheleri neredeyse doğrular. Alternatif zaman çizgilerine odaklanan bölümde, bizim evrenimizden Yüzbaşı Carter oradayken, uzun saçlı bir Samantha Carter Stargate’ten içeri girer. Bu Dr. Carter, Goa’uld tarafından ele geçirilmiş bir Dünya’dan gelmektedir ve son savaşta hayatının aşkını, kocası Jack O’Neill’i kaybetmiştir.
“Ne yaşadığını bile tahmin edemem,” der bizim evrendeki Jack.
“Bildiğin çok şeyi kaybettin.”
Dr. Carter’ın cevabı kısadır:
“Seni kaybettim.”
Bu kurgu, hassas sahnelere ve rahatsız edici farkındalıklara kapı aralar. Jack, kendi gerçekliğindeki Sam’le olan dostluğunu kabul etmek zorunda kalır; şartlar farklı olsaydı, askerî kurallar engel teşkil etmeseydi, evli ve mutlu bir çift olabileceklerini de… Paralel evrenden gelen Dr. Carter’a verdiği o öpücük, Jack–Sam hayranlarının belleğine kazınır.

Divide and Conquer bölümünde ise Jack ve Sam, farkında olmadan Goa’uld programıyla suikastçıya dönüştürülmediklerini kanıtlamak adına birbirleri için “gereğinden fazla” önem taşıdıklarını itiraf etmek zorunda kalır. Jack’in bir görev sırasında Sam’i geride bırakma ihtimaliyle yaşadığı öfke ve çaresizlik, izleyen herkeste aynı duyguyu uyandırır. Beneath the Surface bölümünde hafızaları silinen ikili, uzak bir gezegende yer altında maden işçisi olarak çalışırken adını koyamadıkları bir çekim hisseder. Jack’in eski benliğine dönmesini tetikleyen anılardan biri de zaten Sam’e duyduğu derin duygulardır.
Window of Opportunity bölümünde ise Jack ve Teal’c, Groundhog Day esintili bir zaman döngüsüne sıkışır. Bölüm büyük ölçüde mizah üzerine kuruludur; fakat döngülerden birinde Jack, hep hayalini kurduğu şeyi yapar: İstifasını verir, Sam’i kollarına alır ve öyle bir öper ki, o an izleyen herkesin aklına kazınır. Döngü sıfırlanır; Sam hiçbir şey hatırlamaz, Jack ise her şeyin farkındadır. Seri boyunca buna benzer sayısız “kırıntı” serpiştirilmiştir: Sam ve Jack’in Pete ve Kerry ile ilişkilerini bitirmeleri, Sam’in Jack’i bir yıl boyunca geri getirmeye çalışması, kafa travması sonrası görülen gerçekçi öpüşme halüsinasyonu, Jack’in Sam’in omzuna koyduğu o nazik el, Sam bir şey itiraf etmeye çalıştığında Jack’in yalnızca “Biliyorum” demesi, 200 bölümündeki hayal düğünü…

Peki biz bu kırıntılara neden bu kadar takılıyoruz?
Nedenlerden biri oldukça basit: Açlık algıyı büyütür. Hayranlar iki karakterin birlikte olmasını ne kadar isterse, küçücük anlar da o kadar büyük görünür. Ama asıl neden, bu romantizmin yasak doğasıdır. Dr. Suzanne Degges-White, Body+Soul’a verdiği röportajda bunu şöyle açıklar:
“Bir şeyi düşünmemeye ya da görmezden gelmeye çalıştıkça zihnimiz ona daha çok takılır.”
Gerçek hayatta da “asla olamayacak birine ilgi duymak”, bazı insanlar için güvenli bir alan yaratır. İlişki hiç başlamayacağı için sınırları bellidir; heyecan, riskten bağımsızdır. Uzaktan görülen masum etkileşimler bu yüzden daha çekici hâle gelir. Jack ve Sam söz konusu olduğunda bu durum daha da anlam kazanır. Stargate SG-1, romantizmin neredeyse hiç yer tutmadığı bir dizidir. Galaksiler arası diplomasi, istilalar ve kurtarma operasyonları arasında açılan bu küçük insani pencere, seyirciyle güçlü bir bağ kurar. Tam teşekküllü bir romantizme girmeden karakterleri insancıllaştırır, hikâyeye nefes aldırır.
Dr. Jared DeFife’ın HuffPost’ta söylediği gibi:
“Biz aşk fikrine âşığız. Hikâyeler boyunca romantizmin gelişimini izlemek isteriz; çünkü sadece olay örgüsünü değil, karakterlerin ilişkilerinin büyümesini de görmek isteriz.”
Uzun soluklu dizilerde bu, seyircinin yaptığı duygusal bir yatırımdır.

Ve şimdi 1927’ye gidelim.
Litvanyalı psikolog Bluma Zeigarnik, garsonların tamamlanmamış siparişleri, tamamlanmış olanlardan daha iyi hatırladığını fark eder. Yaptığı deneyler, yarım bırakılan görevlerin zihinde “açık dosya” olarak kaldığını ve %90 oranında daha iyi hatırlandığını gösterir.
Dr. DeFife bunu ekrana şöyle uyarlar:
“Bir dizi ya da roman boyunca çözülmemiş romantik gerilim, ilgimizi canlı tutar. Zihnimiz bu gerilimi kendi kendine tamamlamaya devam eder.”
Bu yüzden tamamlanmamış romantizm, tamamlanmış olandan daha uzun yaşar.
İşte Jack ve Sam’in hikâyesi de tam olarak budur…
Kaynak: The Companion
Bilimkurgu Kulübü Bu Sitede Gelecek Var!
