George Melies‘nin (1) 1902 tarihinde çektiği filmi Le voyage dans la lune (Ay’a Yolculuk) sinema tarihindeki önemli filmlerden biridir. Bunun birkaç sebebi var. Her şeyden önce ilk bilimkurgu filmidir. Yanı sıra görsel efekt ve animasyon ilk kez bu filmde kullanılmıştır. Film sinema tarihindeki ilk uyarlamalardandır ve gerçekten sinema henüz 7 yaşına bile yeni girmişken böylesine bir projeye girişmek, Melies’ye diğer 530 filmiyle birlikte sinema tarihinde önemli bir yer edindirtmiştir.
Film ilk bilimkurgu filmi olarak, ABD’nin Uzay Yarışı dolayısıyla bunu gerçekleştirmesinden neredeyse altmış yılı aşkın bir süre önce Ay’a ayak basar. İnsanlığın sürekli gözünün önünde olan, gecesini aydınlatan Ay’a yolculuk sanayi devriminin getirdiği teknik gelişimle yavaş da olsa hayal olmaktan çıkıyordu. Dünya çoktan keşfedilmiş, buharlı gemiler dört bir yanına düzenli gidip gelmekteydi. Bu açıdan filmin gözünü Dünya’nın ötesine, yani “dışarıya” dikmesi de ayrıca önemlidir. Çünkü dünya “yetmemektedir”.
Filmde bir bilimkurgu eseri olarak bolca görsel efekt kullanılır. Film gerçekte siyah beyaz çekilmiş olsa da Melies filmi eşiyle birlikte kare kare boyamış, renkli hale getirmiştir. Melies, filmin dekorlarını kendisi çizmiş, patlama, boyama efektleriyle filmi daha da ilginç hale getirmiştir. Filmde kendisinin tesadüfen bulduğu bir teknik kullanmıştır: “stop trick“. Melies bir gün sokakta çekim yaparken aniden filmi biter. Hemen yeni bir film takar kameraya ve yeniden çalıştırır. Geçen zaman aralığında ilk filmde yer alan araba gitmiş yerine bir başka araç gelmiştir. Melies bu iki kareyi birleştirdiğinde ilginç bir şey olur. Zira filmsel devamlılıkta büyülü biçimde araba aniden bir başka arabaya dönüşmüş gibidir.
Melies bunu diğer filmlerinde sıkça kullanır. Bu filmde de astrologların elindeki asaları aniden sandalye olur. Astrolog, yerlilerle savaşırken şemsiyesini onların üzerine vurduğunda bir patlama ile yerli aniden kaybolur. Melies böyle bir etkiyi elde etmek için sahnedeki oyuncuları “donduruyor”, sonra da sanki kaldıkları yerden devam ediyorlarmışçasına başka bir olayla devam ettiriyordu. Böylece aniden beliren nesneler ve kişiler, patlamalar izleyicileri daha da heyecanlandırıyordu.
Ayakkabıcılıktan sihirbazlığa, sihirbazlıktan sinemaya…
Melies gerçekte bir sinemacı değildi. Küçük yaşta ayakkabı üreterek işe başladı. Daha sonra yardım alarak okudu ve tiyatro salonlarında sihirbazlık gösterileri yaptı. Ancak Lumiere Kardeşler’in sinematograf ile ilk toplu film gösterimini izledikten sonra bu aracın “büyüsüne” kapıldı ve varını yoğunu satıp sinemaya yatırdı. Lumiere Kardeşler sinemanın sahip olduğu potansiyelin çok da farkında değillerdi. Melies bu potansiyeli görmüştü. Ürettiği filmlerle 1913 yılına kadar da bu işte çok başarılı oldu.
Ay’a Yolculuk’un senaryosunu Melies yazmış olsa da, film iki eserden uyarlanmıştır. İlki Jules Verne‘nin aynı adlı 1865 tarihli romanıyken, ikincisi H.G. Wells‘in Aydaki İlk Adamlar (The First Men in the Moon, 1901) romanıydı. Sinemanın bu ilk dönemlerinde hor görülüp sanat bile sayılmadığını düşünürsek edebiyat gibi gayet saygın bir sanattan uyarlama yapmak hem cesaret isteyen hem de sinemanın önemini gösteren bir şeydir. Ancak film bu iki eserden farklıdır.
Ay’a nasıl gidilir?
Ay’a Yolculuk astrologların bir toplantısıyla başlar. Elbiseleriyle bir bilim adamından çok büyücülere benzeyen bu adamlar yoğun bir şekilde tartışıp Ay’a yapılacak bir yolculuk üzerine kafa yorarlar. En sonunda bir roket yapmaya karar kılarlar. Roket işçiler tarafından hızla yapılır. Büyük bir gösteri ve törenin ardından bilim insanları tek tek roketin içindeki yerlerini alırlar. Roket ateşlenir. Roket Ay’a düşer. Bilim insanları şaşkınca roketten inerler. Sonra uyurlar. Gece üzerlerinden yıldız kayar, Satürn onlara bakar, yıldızlar onları seyreder. Sabahleyin kar yağar. Bilim adamları sabah kardan üşüyüp ellerine şemsiyelerini alarak ayın derinliklerine iner. Ancak orada yerliler onları beklemektedir. Amansız bir dövüşün ardından yerliler tarafından teslim alınırlar. Yerlilerin liderinin karşısına çıkarılırlar. Bilim insanlarından birisi kralın üzerine atlayıp onu yere atıp yok ettikten sonra toplu halde kaçarlar.
Kimisi ip sarkıtarak kimisi de roketin içine girerek Dünya’ya geri düşer. Bu sırada Ay’ın yerlisinden bir tanesi de rokete tutunarak onlarla birlikte Dünya’ya düşer. Bilim insanları büyük bir törenle karşılanıp bilimin zaferini ilan eder. Tam bu sırada yerli ortaya çıkıp herkesi korkutur ama bir tane kişi eline ipi geçirdiği gibi yerlinin boğazına onu dolar bir süre sonra onunla oynamaya başlar. Film bilimin ve Fransızların büyük başarısıyla son bulur.
Bu uzaylılar bildiğimiz uzaylılar değil!
Filmin ilginç bir özelliği de bir yönüyle UFO’lara bakışıdır. Günümüzde UFO’ları insanlıktan daha ileri uygarlıklar olarak düşünürüz. Onların bizi belirli aralıklara ziyaret ettiği, diledikleri zaman bize görünüp istediği deneyleri yapmaları onları gizemli kılar. Ancak Ay’a Yolculuk günümüze tezat biçimde “ilkel” bir uzaylı sunusu yapar. Zira filmdeki uzaylılar sanki balta girmemiş ormanlardan fırlamış gibidir. Ellerindeki oklarıyla, garip canavarsı görüntüleriyle ve tek vuruşta ölmeleriyle hiç de insanlardan ileri değillerdir. Zaten onlar Dğünya’ya değil, Dünyalılar onlara gider. Astrolog elindeki kelepçeden kurtulur kurtulmaz da liderlerini aldığı gibi yere çalar.
Öte yandan film konusunun hissettirdiği gibi az buçuk ırkçı ve oryantalisttir. Çünkü uzaylılardan bir tanesi liderlerini öldüren bu dünyalıların peşine takılıp yeryüzüne indiğinde gene amansızca sağa sola saldırır. Ancak hemen birisi buna müdahale edip boynuna ipi geçirip onu “ehlileştirir” hatta onu “oynatır”. Bu açıdan filmdeki “uzaylı” ya da “Ay insanları” tiplemesi “batılı olmayan”, “öteki” kategorilendirmesi içinde yer alır. Bilimin temsilcisi olarak astrologlar bu Ay’dan gelen davetsiz misafire daha önce Mayalara, İnkalara, Afrikalılara nasıl davrandıysa aynı biçimde davranır, onu köleleştirir.
Ay’a Yolculuk’un yapılışı üzerinden 114 yıl geçti. Ancak film hem görsel zenginliği, hem yerine yurduna sığmayıp sürekli farklı şeyler arayan insanın düşlerini yansıtması hem de Batı’da hala canlı olan oryantalizmi ile “eskimeyen” bir film. İzlerken insanı hala gülümsetiyor, düşündürüyor, şaşırtıyor. Bu yüzden “sinemanın sihirbazı” Melies’nin bu filmini her yeniden izleyişimizde farklı şeyler görebiliyoruz.
- Melies’nin kendisi ve yaşamı hakkında güzel bir eser Martin Scorsese’ın Hugo (2011) filmidir.