Daha genç zamanlarımda hayatında dizi/kitap izleyen değil, tersine kitaplardan dizilerden hayatı takip eden biriydim. Meğer ne özdeşleşirmişim beğendiğim karakterlerle; soluksuzca okur ve izlerdim. Aldığım nefes gibiydiler, benim için hayatın en yaşanılası bölümünü oluştururlardı. Sonra bir gün geldi ki etkileyici bulduğum, takip etmekten keyif aldığım ürünlere gittikçe daha seyrek rastladığımı ayrımsadım. Ortalık bana hitap etmeyen, ama etraftaki kalabalıkların kendince nedenlerle bayıldığı tuhaf kitaplarla, dizilerle dolmuştu. Benim sevdiklerime benzeyenler ise artık orijinal değildi; “formülize” edilmişlerdi ve torna tezgahından çıkar gibi seri üretildikleri artık fazlasıyla hissediliyordu.
Soğudum. Uzaklaştım. O ölçüde de soluksuz, besinsiz, ışıksız kalakaldım…
Uzaktan takip edebildim ancak.. Eskiden sevdiğim evren tasarımlarının devamları yazıldı, filme çekildi, devamların da devamı üretildi, öncesine sonrasına girildi. Ama tatlarına bakmayı denediğimde yoğun “formül” aroması geliyordu hepsinden. Belki de baştan beri hepsi öyleydi de ben hayatımın genç dönemlerindeyken fark etmemiştim diyeceğim, ama hayır. Sanırım ana sorun şuydu: Yaratıcısının gerçek ve orijinal zihinsel derinliğini yansıtan sanat eserleri ancak kendi hızında, kendi periyodunda üretilebilir. Aceleye gelmez, getirirsen ortaya çıkan şeyin kategorisi değişir. Ben dünya literatüründe var olanların çoğunu tüketmiştim, hepsi bu. Yenilerinin üretilmesini uslu uslu beklemem gerekiyordu.
Artık karşıma çıkan ürünlere şöyle bir şans verip, yok bu değilmiş, yok bu da değilmiş diye diye ilerliyordum ki, bir gün bütün bu külliyatı hangi derin programa göre taradığımı, gerçekte ne aradığımı çözümleyiverdim. Örüntüyü bana elle tutulur somutlukta ilk fark ettiren “Dexter” adındaki dizi olmuştu. Bilimkurgusal bir dizi değildi, ama çok yürek serinletici bulduğum bir yapısı vardı. Öte yandan yedi sezon boyunca capcanlı, canavar gibi rota çizen senaryo hattı, son iki bölümde ciddi bir su koyverme ile bitirilmişti.
İnsanları genellemeler yaparak nitelemek güçtür. Zira tüm genellemelerin istisnası çoktur, ince ayrıntılar onları anlamsız hale getirir. Ama şahsen kullandığım ve istisnasına henüz rastlamadığım bir tanımım vardır, insanları ona göre ikiye ayırırım: Kıyabilenler ve kıyamayanlar. İşte bu dizinin kahramanı olan Dexter hem bir katil ve sosyopattı, hem de “kıyamayanlardandı”. Onu evlat edinen adam, öldürme içgüdüsünü fark edince onu eğitmiş ve sadece “kıyabilmenin dibine vuranları” hedef edinmesini öğretmişti. Dexter bu ayırımı yapmakta gayet başarılıydı. Hem de sırf ona öyle talimat verildiği için değil, kendi içinden de öyle geldiği ve o talimatı ruhuyla takip edebildiği için… Bu kontrast diziyi yedi sezon boyu yüksek irtifada taşımış, ancak son anda bitiş emri alan senaristler nedense birden Dexter’in şimdiye dek yaptıklarından rahatsızlık ve utanç duyması gerektiğine karar vermişlerdi. Tuhaf olay akışlarıyla kahramanın elinden kız kardeşini, sevdiği kadını, oğlunu yarım saat içinde alıp onu ormanda odunlarla yalnız ve mutsuz şekilde bırakıverdiler.
Ben de nedense buna çok bozuldum.
Yürürken yerdeki otlara bile sert basmaya kıyamayan ben, katil bir sosyopatın öyküsünü neden takip etmeye değer bulmuştum? Sonunda müşkül durumda bırakılması neden bana zayıf bir kapanış gibi gelmişti? Çünkü yedi sezon boyunca enerji aldığım “zafer hissi” o noktada ihanete uğratılmıştı. Dexter’in kahraman olarak önemi öldürmesinden gelmiyordu, en azından benim için. Hatta öldürmek yerine başka şekilde ceza kesiyor olsaydı daha çok keyif alırdım belki. Ama ortada uslanmaz şekilde pislik yapan sınır tanımazlara, kendince etkili şekilde “hoop orada dur bakalım” diyen bir karakter vardı. Onun sunumu, hayatta sinirine dokunanlara karşı zafer görmekten doyum alan seyirci profiline iyi gelmişti.
Düşününce benzer faktörü Star Trek sevgimin altında da görebiliyordum: Felsefi ikilemlerden çıkış için doğru yolu bulmanın, uygulamanın doyumu… Buna önem verdiği bilinen karakterlerin evreninde kendini evinde hissetmek… Birbirlerine düzgün davranan, aralarında güven ilişkisi kurulmuş kişilerin ortamında nefes almak… Sinir edici haksızlıklara kapağı oturtmasını bilenlerin maceralarını izlemek. Zafer hissi.
Benzer çağrışım beni Alien 2 ile Alien 3 arasındaki farka da taşıyordu. Alien 2’de sınır tanımayan yaratığa karşı olduğu kadar, o yaratıktan daha beter ruha sahip şirket zihniyetli insanlara karşı da bir zafer hissi vardı. Başta hareketleri sorgulanan kişinin daha sonra haklı çıkışı, insanları ölümden kurtarmak için karar verip uygulayışı, çaresizliği yırtmak, aydınlığa gidiş, zafer hissi… Alien 3’de ise bütün emeklerin birer birer harcanması, dengeyi karanlık yönde bozmuştu. İlk iki Alien’de lokomotif olarak merkeze temel erkeksi içgüdülere hitap alınmamış, onun yerine kadın karaktere çok yönlü bir kişilik katılmış ve şaşırtma faktörü gereğince kurtarıcı rol verilmişti.
3’de ise benzer saygıyı görmüyor, ille cinsel yönü öne çıkarılıyor ve kurtuluştan gittikçe uzaklaşıyordu. Tamam, sırf karakter gücüyle kendine o ortamda da yer açmıştı, orası doğru. Ama o filmde yeterince zafer hissi yoktu işte… Ve tüm dünya seyircisi tarafından Alien filmleri içinde en keyifsizi olarak sınıflanması işte bu yüzden tesadüf değildi. Zor rastlanır değerlerin bu kadar inceliksizce harcanmasına tepemi attırtması ve bana oturup koca bir roman yazdırtacak tepkiyi içimde uyandırması da öyle.
Vaktinde bilimkurgu yayınlarımızın editörlüğünü yürütürken, hatta “yeterince hazırdan tükettik, biraz da üretelim” kampanyam sırasında bize gönderilen öykülerin değerlendirmesini yaparken de, okuduklarımı benzer arayışla tarardım. İlkel amigdala tetiklemeleriyle geçinen, sürüngen beyni anca eğleyerek durum kurtaran, frontal bölgenin ince ayarına ulaşamadan kısa düşen kurgular gerçek zafer hissi taşımaz, ancak parodisiyle yetinir. Çiçeği burnunda yazarların dikkatini bu duruma çekerek tavsiyelerde bulunur, öykülerini geliştirmeye teşvik ederdim. Tabii o zamanlar olayın tarifi kafamda bu denli berrak değildi, ama yine de bir şekilde aktarırdım. Yazar adaylarının çoğu olayın ruhunu hemen yakalar, öykülerini elden geçirip çok daha güçlenmiş halde bana tekrar gönderirdi.
Arada karanlık yönde çok uzun yol almış örnekler de çıkardı elbette. Mesela yeni yazar arkadaşlarımdan birine şunu demek durumunda kaldığımı hatırlıyorum: “Bu senaryoyu yayına hazır hale getirmek için o kadar çok katkı gerekir ki, işin sonunda ortak çalışma olarak ikimizin ismiyle sunum yapmamız icap edebilir.” Yanlış anlaşılmasın, karanlıktan hoşlananları tenzih ederim. Sonuçta zevkler ve renkler tartışılmaz. Her beyin bu dünyayı kendi hızıyla çözer, kendi tarzıyla algılar. Ancak demem o ki, farklı yollardan da beslensek yine sanki dönüp dolaşıp aslında evrensel birşeylerin dengesini kurma çabası içinde üretiyoruz o satırları…
Bir Star Trek filminin sahnesindeki görsel espriye, kayda alındığı sinema salonundaki Japon seyircisi ile, o kaydı cd’sinden izleyen Türk seyircisi aynı anda, benzer hissiyatla gülebiliyor. Demek ki dünyanın bir ucunda filmi yapanın hedef aldığı beyin bölgesi, diğer ucunda alıcı konumdaki çok farklı kültürden izleyicilerin kullandığı ile uyum tutturuyor. Yani ortada bireysel farkları aşan, hep birlikte buluştuğumuz hedef hissiyatlar da var. Bunların ana değer unsurları da hiçleştirmekte değil, varlığa öncelik tanımakta şekilleniyor. Örneğin asıl adalet ve doyum kaynağı olarak intikamın alınmasını değil, intikam ihtiyacına yol açacak durumun daha baştan düzeltilmesini görüyor.
Bu arada şimdi bakıyorum da aradan geçen 15-20 yıl içinde gerçekten de hazırdan tüketmekle yetinmemişiz, bol bol üretmişiz. Artık kampanyaya hacet kalmamış olduğunu, insanımızın bu alanda vitesi başarıyla yükselttiğini görmekten dolayı çok mutluyum…
Hazırlayan: Özlem Kurdoğlu