Bilimkurgunun en önemli alt türlerinden biri de süper kahramanlardır. Çağdaş şekilde 1938’de Superman ile hayatımıza giren kavram, ilerleyen yıllarda çizgi roman, sinema filmi ve dizi gibi farklı mecralarda sayısız kez önümüze serildi. Günümüzde, özellikle de Marvel Sinematik Evreni ile ana akım sinemanın merkezine oturdu. İnsan üstü güçlere sahip iyi ya da kötü niyetli süper kahramanlar artık eğlence alışkanlığımızın bir parçası. Elbette bu süper kahramanların ayrı ayrı güçleri var. Kimisi uçabiliyor, kimisi tonlarca ağırlığı sanki bir tenis topunu fırlatır gibi fırlatabiliyor ve kimisi de belirli durumlar meydana geldiğinde bambaşka varlıklara dönüşüyor.
Bu güçleri nasıl elde ettiklerinin yanıtı ise elbette ‘gökten zembille indi‘ diyemeyecekleri için türlü bilimsel açıklamalara dayandırılmış durumda. Bazıları bu güçleri DNA’larında meydana gelen bozulmalarla kazanıyor, bazıları ise yıldırım düşmesine, güneş patlamasına maruz kalma gibi kazalarla elde ediyor. Bu açıklamalar, kahramanı ve güçlerini bir mantığa oturtma konusunda en azından eserin kendi dünyası açısından yeterli. Peki ama gerçekte durum nedir, hiç merak ettiniz mi? Örneğin, radyoaktif bir örümceğin ısırması sizi Örümcek Adam yapar mı? Üzerinize yıldırım düşse Flash’ın yeteneklerini kazanır mısınız? Ya da uzay görevi sırasında bir güneş patlamasına maruz kalıp Fantastik Dörtlü üyelerinden birine dönüşür müsünüz? Hadi gelin en popüler süper kahramanlardan beş tanesini inceleyelim ve fizik kuralları içinde mümkün olup olmadıklarını öğrenmeye çalışalım.
Superman

”O bir kuş. Hayır, o bir göktaşı. Hayır, o Superman!”
Modern tarihin ilk süper kahramanı, Kripton gezegeninden Dünya’mıza gelen Kal-El. Uçabiliyor, hatta ışık hızında uçabiliyor. Bir gezegeni bile sırtında taşıyabilecek kadar güçlü ve gözlerinden lazer çıkarabiliyor. Bunun açıklaması da çok basit, çünkü o bir uzaylı ve bizimkine nazaran çok daha güçlü yerçekimine sahip bir gezegenden geliyor. Dünya’nın atmosferi ve Güneş’ten aldığı ışınlar ise kendi gezegenindekinden çok daha yoğun, bu da hücrelerini âdeta bir enerji jeneratörü gibi çalıştırıyor ve onu neredeyse bir yıldız kadar güçlü kılıyor.
Kripton’da kaslar, kemikler çok daha güçlü olmak zorunda, burası tamam. Ancak Kripton’a uyumlu olan bu özellikler başka yerçekiminde işe yaramaz. Kas dokuları Dünya’da işlevsiz kalır, kuvvet üretmek için gerekli direnç ortadan kalkar, dolayısıyla da kasları ve kemikleri erir, eklemleri çöker. Buna en güzel örnek, Uluslararası Uzay İstasyonu‘nda çalışan astronotlardır. Kas ve kemik erimesini engellemek için günlük yoğun bir fiziksel antrenman programları vardır. Dolayısıyla Superman gerçek olsaydı yerinden bile kalkamaz, en küçük bir hareketinde ciddi kemik kırılmaları ve kas yırtılmaları yaşardı. Lazer, fotonların uyumlu biçimde yüksek yoğunlukla fırlatılmasıdır. Lazer oluşturmak için enerji kaynağı ve üretimde kullanılabilecek (örneğin kristal) bir madde ve optik yansıtıcı gerekir. Gözde ise yalnızca görmeyi sağlayan ve retina dediğimiz tabaka vardır, lazer fırlatacak bir düzenek yoktur. Ayrıca lazer, belli bir süre sonra çok yüksek ısı üretir. Superman gözlerinden lazer fırlatsa bile bir süre sonra gözleri buharlaşır, beyni fokurdamaya başlardı.
Superman‘in anatomisi bir insanınkiyle aynı ve insan uçamaz. Kas gücü uçuş için yetersizdir. Kanatları yoktur, denge mekanizması yoktur, kuyruğu ya da hava itiş sistemi yoktur… Dünyanın en ağır kuşu olan Afrika Toy Kuşları yaklaşık 20 kilodur. Ortalama bir insanın 1/3’ünden bile hafiftir. Buna rağmen üç metreye yakın kanat açıklığı vardır. Bu hesapla, bir insanın uçması için on metre kadar kanat açıklığı gerektiği hesaplanabilir. Ayrıca uçuş sırasında yön tayin edecek kuyruğu da yoktur. Vücut yön tayin edemez ve kontrolsüz düşüş kaçınılmaz olur. Uçuş sırasında oluşan basınç farkı ise kulaklarını patlatır. Tüm bu sebepler yüzünden Superman de uçamaz.
Spider-Man

İlk süper kahraman Superman olsa da en popüleri şüphesiz Spider-Man‘dir. Örümcek Adam, ilk çıktığı dönemlerde radyoaktif bir örümcek tarafından ısırılmasıyla örümceğe dönüştü deniliyordu. Bir örümceğin büyüklüğü ile bir insanın büyüklüğünü kıyaslayacak olursak, radyasyonlu bir örümcek ısırığının insan üzerinde hemen hemen hiçbir etkisi yoktur. Çünkü örümcek gibi ancak bezelye tanesi büyüklüğünde bir hayvanın vücuduna bulaşan radyasyon, insana etki edecek kadar yoğun olamaz. Hadi oldu diyelim, gerçek hayatta radyasyonun organizmalar üzerindeki etkisi rastgele mutasyonlardır. Yani DNA’yı parçalar, hücreleri öldürür ya da kontrolsüz çoğalmayla kansere yol açar. Süper güç kazandırmadığı gibi yaşam fonksiyonlarını da tehlikeye atar.
Tobey Maguire’ın oynadığı seride ve sonrasındaki yeni nesil Örümcek Adam‘larda ise DNA’sı ile oynanan bir örümcek ısırıyor ve örümcek DNA’sı ile insan DNA’sı birleşiyordu. Örümcekten insan DNA’sına mutasyon geçmesi de imkânsızdır, çünkü iki farklı türün DNA’sı arasında kod uyumsuzluğu vardır. Örümcek genlerini insana aktarıp “düz duvara tırmanan adam” yaratmak mümkün değildir. Bazı genetik tedavilerde örümcek DNA’sı kullanılıyor. Özellikle de hızlı iyileşme özellikleri insana ekleniyor ve insanın da geçici bir süre örümcek kadar hızlı iyileşmesi sağlanıyor ama bu yalnızca insan ile örümcekte ortak olan yaraların iyileşmesi gibi konularda kullanılıyor. Bunun dışında iki türün DNA’sı uyumsuzdur. Zaten bu yüzden iki ayrı türüz. Diyelim ki Tobey’de olduğu gibi ağ fırlatma geni bir şekilde insan derisine işlendi. Bu durumda da ağ fırlatacak ipek bezi gibi organların anatomik olarak insan vücuduna eklenmesi gerekir. DNA’nın buna yol açması için organizmanın embriyo döneminden itibaren bu bezlerle gelişmiş olması lazım. Bu da yine insan – örümcek DNA uyumsuzluğu dolayısıyla mümkün değildir.
Ağırlık kaldırma, yükseğe sıçrama ve düz duvarda yürüme gibi özellikler de aynı şekilde olanaksızdır. Ancak bir şeye özellikle değinmek gerekir: örümcek hisleri. Örümceklerin tehlikeyi önceden algıladıkları doğru değildir. Hatta ağaç dalı sanarak bir peygamber devesinin üzerinde yürümeye kalkan ve sonucunda da yem olan örümceklerin haddi hesabı yok. Örümceklerde gerçekten böyle bir duyu olsa bile, insan beyni öngörüyle değil, tepkisel çalışır. Sezgi denilen şey, hızlı işleyen bilinçaltı tarama sistemidir. Şöyle bir örnek verelim, hayatınızda ilk kez safariye gittiniz ve orada da bir aslan gördünüz. Daha önceden hakkında hiçbir bilginizin olmadığı, varlığını bile yeni öğrendiğiniz bu hayvanı yakından görmek istediniz ve yanına yaklaştınız. Ne var ki aslan saldırıya geçti ve canınızı zor kurtardınız. Artık aslanın tehlikeli bir hayvan olduğunu biliyorsunuz. Bir süre sonra bu kez Hindistan’a gittiniz ve orada da ilk kez kaplan gördünüz. Aslanla olan anılarınızı tarayan beyniniz, kaplanın da aslana benzemesi dolayısıyla olası tehlikeden uzak durmanız için kaslarınıza ‘yanına yaklaşma‘ komutunu iletecektir. Ancak bu, size gizlice sıkılan bir mermiyi fark etmek veya görünmez saldırılardan kaçmak için yeterli değildir. Kaldı ki örümceğin kendisi bile bu konuda kusursuz değildir. Her gün sayısız örümcek başka hayvanlar tarafından avlanmaktadır.
Flash

Gelelim kendi deyimiyle ışık hızının milyonlarca katı hızla koşabilen, zaman yolculuğu yapabilen ve bilinen evrenin sınırlarının dışına çıkabilen DC kahramanı Flash‘a. Bu güçleri, çalıştığı laboratuvara yıldırım düşmesi sonucu elde ediyor. Yıldırım, milyonlarca volt ve binlerce amper elektrik yükü taşıyan bir doğa olayıdır. Zaman zaman gerçek hayatta insanların üzerine ya da yakınına yıldırım düşebiliyor. Bunlardan hiçbiri şimdiye kadar Flash olmadı. Çoğunlukla anında öldüler veya yakınlarına düştüyse de ağır yaralı olarak hastaneye kaldırıldılar. Hatta 1998’de Kongo Ligi’nde oynanan bir futbol müsabakasında, santra vuruşu sırasında sahaya yıldırım düşmüş ve yıldırımın düştüğü yarı sahada bulunan aynı takımdaki 11 futbolcu ölmüş ve saha kenarındaki görevliler de yaralanmıştı. Yani yıldırım düşmesi süper güç vermez, öldürür. Flash‘ın güçlerini kazanmasındaki imkânsızlığı geride bırakıp biraz da güçlerine bakalım.
Işık hızı evrendeki en yüksek hızdır. Hiçbir madde bu hıza ulaşamaz, çünkü görelilik dolayısıyla madde hızlandıkça kütlesi artar. Işık hızına yaklaştıkça enerji ihtiyacı sonsuza yaklaşır. Işık hızı geçildiğinde ise madde artık madde olmaktan çıkar, parçacık düzeyinde bile kuantum çorbasına döner. Işık hızının üzeri bir hız, büyük patlamanın hemen sonrasında görülmüştür. Bunun için ne kadar yüksek bir enerji gerekeceğini siz düşünün. Flash‘ın sırf bu hıza ulaşmak için milyarlarca yıldızın ürettiği kadar enerjiye ihtiyacı olacaktır.
Flash’ın dediği gibi “ışık hızının milyonlarca katı” bir hız varsa da zaman genişlemesi sonsuz olur yani onun için zaman durur, kütlesi sonsuzlaşır çünkü evrendeki zaman – mekân boyutunun çok ötesine geçer ve artık ışığı da gerisinde bıraktığı için evrende ışığın bile ulaşamayacağı bir noktaya ulaşır. Bu, evrenin geometrisini ve dokusunu kırar. Entropiyi yerle bir eder ve evrenin sonunu getirir. Milyarlarca yıl sonra evrenin genişlemesinin ışık hızını geçeceği ve büyük yırtılma denen bir olayın gerçekleşebileceğini söyleyen bir hipotez bile vardır. Yani Flash koşmaya başladığında evrenin dokusu titrerdi. Her adımında yükselen kütleçekim dalgaları, çimenlerin rüzgârla savrulması gibi galaksileri sarsar, yıldız kümelerini dağıtırdı. Hızı sonsuzluğa vardığında, kendi çekimi evrenin her köşesine hükmeder, geride bıraktığı her ayak izi bir kara deliğe dönüşürdü.
Hulk

Marvel‘ın en güçlü kahramanlarından Yeşil Dev‘i inceleyelim. Yüksek dozda radyoaktif gama ışınlarına maruz kalan Dr. Bruce Banner, her sinirlendiğinde Yeşil Dev‘e dönüşür ve koca gemileri bile top gibi sağa sola fırlatmaya başlar. Dr. Jekyll ve Mr. Hyde‘ın modern çağ esinlenmesidir. Gerçekte ise gama ışınları hücre DNA’sını parçalar, iyonlaştırıcı radyasyon yayar ve kanser, anemi veya iç kanamaya, sonunda da ölüme neden olur. Vücut dokularında mutasyon değil, çürüme başlatır. Başta Çernobil olmak üzere radyoaktif kazalar sonucu yüksek dozda gama radyasyonuna maruz kalan herkesin başına gelen şey de bu olmuştur. Günümüzde gama ışınları, özellikle kanser tedavisinde çok düşük dozlarda kullanılmaktadır. Kanserli hücreler gama ışınlarıyla parçalanmaktadır. Gama ışınlarının olabilecek en faydalı hâli budur. Bugüne kadar yüksek dozda radyasyona maruz kalıp da bu olaydan güçlenmiş olarak çıkan bir insan görülmemiştir. Ayrıca Hulk‘un Banner sinirlendikçe ortaya çıkması da mantıksızdır. Gama radyasyonunun bir şekilde bedendeki adrenalinle etkileşim hâlinde olmasını gerektirir ve bu da mümkün değildir. Radyasyon bedenin tamamına nüfuz eder, tek bir dokuya değil.
Hulk’un çizgi romanda boyu yaklaşık üç metredir. Ağırlığı ise sekiz yüz kilodur. Gerçek hayatta bu boya sahip insanların kemikleri uzun ama ince ve kırılgan, kalp ve damar sistemi zayıf ve kasları orantısız olur. Hele ki bir de sekiz yüz kiloluk ağırlığı düşünüldüğünde, Hulk daha ayağa kalktığında kaval kemikleri kırılır, beli çıkar ve eklemleri aşırı baskıdan tahrip olur. Dünyanın gelmiş geçmiş en uzun boylu insanı Robert Wadlow’dur. Daha 22 yaşında öldüğünde 2,72 boyundaydı. Koltuk değnekleriyle zorlukla ve ağır ağır yürürdü. Ayağa kalkması için bile çevresindekilerin yardımı gerekiyordu. Gövdesi çok büyük olduğu için de kalbi normal bir insanınkinin neredeyse iki katı çalışıyordu. Sonunda da çoklu organ yetmezliği dolayısıyla çok genç bir yaşta hayata veda etti.
İnsan kemikleri normalde kendi ağırlığının on-on iki katına kadar dayanır. Hulk gibi üç metre ve sekiz yüz kg civarındaki bir devin kemikleri normal bir insanınkinden en az üç kat kalın olmalıdır. Ne var ki kemik yoğunluğu artarsa hareket kabiliyeti düşer. Çok kalın kemikler, çok ağır iskelet demektir ve bu da hız ve çevikliğin çok düşük olması anlamına gelir. Ayrıca böylesi bir vücudun yalnızca metabolizma etkinlikleri için bile günde en az yirmi bin kalori alması gerekir. Hele bir de yüzlerce metre sıçrayarak uzak mesafelere yolculuk yapmak ve gerektiğinde savaşmak gibi eylemler hesaba katılırsa Hulk‘un günlük kalori ihtiyacı yüzlerce insanınkine eşit olur. Sözün özü, Hulk olmak için kelimenin tam anlamıyla günde kırk fırın ekmek yemek gerekir.
Iron Man

Öncekiler hadi insan üstü varlıklardı. Bu kez de kâğıt üzerinde gerçekçi görülen ve süper güçleri olmayan bir süper kahramanın gerçekçiliğini ele alarak kapanışı yapalım. Marvel Sinematik Evreni‘nde Robert Downey Jr. tarafından hayat verilen Demir Adam. Aslında Demir Adam konseptini tarihte gördük. Orta Çağ şövalyeleri gördüğümüz ilk demir adamlardı. Ancak bizim izlediğimiz Demir Adam gibi ölümsüz değillerdi. Sonuçta metalden bir giysi giymek, hiçbir darbeden etkilenmemek demek değildir. Oysa 2008 yapımı ilk filmde görmüştük: Demir Adam‘ı uçarken tankla vuruyorlardı ve yüzlerce metreden düşüyordu. Yalnızca hafif bir sarsıntı geçiriyordu ve yeniden ayağa kalkıyordu. Öncelikle roketle vurulup da hiç hasar almayacak bir zırh yoktur. Çünkü fizik yasaları açısından tamamen yok edilemez ya da asla zarar görmeyecek bir malzeme yoktur. Dolayısıyla zırhlı bir insanı tankla vurmakla günlük giysileri içindeki bir insanı vurmak arasında farktan bahsedilemez. Zırh mermiyi durdursa bile içerideki organlar darbeden zarar görür. Iron Man’in zırhı ne kadar sağlam olursa olsun, onun içinde hâlâ bir insan bedeni var. Yani demirden ya da hangi madenden yapılırsa yapılsın, alaşımlı bir zırh giymek insanı her şeye dayanıklı kılmayacaktır. Zaten Iron Man zırhının kalınlığı da birkaç milimetreden fazla olamaz. Dolayısıyla böylesi bir zırh belki hafif silahlara karşı belirli düzeyde koruma sağlayabilir, ama ağır makineli ve üzeri kuvvetteki silahlara karşı etkisiz kalacaktır.
Iron Man‘in zırhı uçuyor, silah ateşliyor, yapay zekâyla anlık karar alıyor ve Tony Stark’ın emirlerini uyguluyor. Tüm bunların enerji kaynağı ise göğsündeki küçük ark reaktör denen enerji kaynağı. Gerçekte ise böyle bir şey mümkün değildir. Nükleer reaktörler bile bu kadar kompakt olamaz. Gerçek dünyada yalnızca bir dakikalık Iron Man zırhı kullanımı için bile birkaç yüz kWh enerji gerekir. Bu, bir evin birkaç günlük tüketimi demektir. Mini reaktör bilimkurguda hoş dursa da gerçek hayatta imkânsızdır. En fazla taşınabilir batarya olabilir, o da birkaç dakika güç sağlar.
Iron Man, ayak ve el roketleriyle uçuyor. Bu da beraberinde ciddi sorunlar getiriyor. El ve ayak roketlerinden çıkan itiş gücü, vücuda dengesiz yayılır. Uçmak amacıyla çalıştırılan bu roketler Stark’ı sağa sola savurur. Hadi burada biraz dürüst olalım, 2008 yapımı ilk filmde zırhın inşası sırasında bu sorunu yaşıyor ama sonradan yalnızca dengede durmayı öğrenerek çözüyordu. Oysa uçuracak düzeyde bir itkide dirsek ve dizlerin kırılmaması mümkün değildir. Jet motoru kafaya yakın çalışırsa, kulak zarları ve sinüs boşlukları patlar. Zırha yaptığı eklemelerle dengede durdu diyelim. Bu kez de atmosferin üst katmanlarına çıktıkça oksijen düşer, basınç azalır ve ısı sıfıra yaklaşır. Özellikle de yolcu uçaklarının uçtuğu yüksekliklerde artık -50 dereceyi görmeye başlar. Filmde yine buzlanma sorunu sahnesinde buna da çözüm buluyordu ama Tony Stark sonuçta bir insan. Maske takıyor evet, ama o zırh sonuçta bir uzay giysisi değil. Zırhın içinde basınç, ısı, hava sirkülasyonu ve atık tahliyesi gibi sorunları çözecek sistemler görünmüyor.
Komik ama önemli bir sorun daha var: Tony Stark, o zırhın içinde tuvaleti veya gazı geldiğinde ne yapıyor? Az önce örneğini verdiğimiz Orta Çağ şövalyelerinin bu durumda ne yaptıklarını bilmek istemezsiniz. Sonuç olarak zırhı uçsa ve savaşsa bile içindeki adam haşlanır, donar, bayılır veya en iyi senaryoda altına yapar.

Kısacası süper kahramanlar, yapısı gereği sert bilimkurgu sınıfına girmiyor, kendi evrenlerinde bir mantığa otursun yeter gözüyle bakılıyor. Yine de bir beyin jimnastiği olarak kendilerini bu şekilde incelemek keyifli. Hatta Stanford Üniversitesi’nden araştırmacılar bir araya gelip bu konuda ciddi bir deney çalışması yapıp tezler bile yayımladı. Süper güçleri bulunmayan Batman, Hawkeye, Black Widow gibi karakterlerin bile gerçek dünyada mümkün olmadığı sonucuna vardılar.