sari yapraklar oyku

Sarı Yapraklar | Leyla Tunç Yeltin (Kısa Öykü)

SARI YAPRAKLAR HER ZAMAN SONBAHAR DEMEK DEĞİLDİR

Reklam: Sevgili dünya dışı akıllı yaşam formları; size sesleniyoruz! Sinyalimizin geldiği tarafa bakınız. Parlak, hayat dolu, sapsarı bir gezegen göreceksiniz. Burası bizim dünyamız. Gelin birlikte yaşayalım. Birlikte var olalım. Sarı gezegen sizleri bekliyor. Dertsiz, tasasız, rahat bir yaşam!

***

Bütün içinde kaybolmadan önce olanları anlatmam lazım. Sürem kısa, bilincim kısıtlı ama yine de en baştan başlıyorum.

Her şey küresel ısınmanın geri döndürülemez hâle gelmesiyle başladı. Bilim insanları uzun süredir düşündükleri, ancak yan etkilerinden korktukları yöntemi sonunda denemeye karar verdiler: iklim mühendisliği! Stratosfere sülfür dioksit aşılayacaklardı. Sülfür, stratosferdeki partiküllerle reaksiyona girecek ve bir tabaka oluşturacak; böylece zararlı güneş ışınları dünyaya ulaşmadan önce bu koruyucu tabakaya takılacaktı. Araştırmalar, sülfür dioksitten elde edilen bir başka partikülün, iyice yukarı, ozon tabakasının da üzerinde olan mezosfere aşılanması hâlinde, güneş ışınlarının daha çok ve daha uzun süre engellenebileceği bir formül ortaya çıkardı. Üstelik mezosfer tabakasının konumu nedeniyle asit yağmurlarına da yol açmayacaktı.

Bu harika bir gelişmeydi. Herkes beğendi, hepimiz çok sevindik. Günlük hayatımızdaki hiçbir şeyden ödün vermeden küresel ısınmadan kurtulacaktık.

Laboratuvarlar kuruldu, paralar harcandı, deneyler yapıldı, her şey iyi gitti. Sonunda partikül aşılaması gerçekleşti. Birçok kez, değişik dozlarda aşılama yapıldı. Elde edilen ilk sonuçlar büyük bir başarıyı gösteriyordu. Kutladık; partiler ve havai fişeklerle kutladık. Artık küresel ısınma tehdidi anılarda kalmıştı.

Fakat gün geçtikçe fark ettik ki bir yanlışlık, bir tuhaflık vardı. Her gün bir öncekinden daha az aydınlık olmaya başladı. Başta bunu normal karşıladık, hatta başarımızın bir sonucu olarak gördük. Günler giderek kararmaya devam etti. Biraz endişelendik, çok değil. Ama sonra hiç bitmeyen bir alacakaranlık geldi ve kaldı. O zaman korktuk. Bilim insanları geçici olduğu konusunda garanti verdi. Öyle tasarlamışlardı. Ama yanıldılar. Partiküller, güneş patlamaları sonucu oluşan plazma dalgasındaki alfa parçacıkları ile etkileşime girerek kalıcı hâle gelmişti. Tüm temizleme girişimleri başarısız oldu. Artık güneş yoktu ve bir daha asla ince soluk bir anıdan öteye geçmedi.

Denizlerimiz atıklar ve nükleer çalışmalar yüzünden zaten çoktan kirlenmişti. Güneşin yokluğunda bozulan su döngüsü nedeniyle de  iyice tuzlu hâle geldiler. Tuhaf, durgun, yoğun birikintilere dönüştüler. Önce balıklar azaldı, zamanla tüm deniz canlıları ortadan kayboldu.

Tatlı su kaynaklarımızın da tükenme noktasında olduğunu uzun süredir biliyorduk. Hidrojen ve oksijenden su üretme çabası her denemede başarısızlıkla sonuçlandı. Ortaya çıkan enerjinin neden olduğu patlamalar koca koca şehirleri ortadan kaldırdı, binlerce insanın ölümüne yol açtı.

Kıyametin ayak sesleri duyuluyordu.

Güneş ışınlarının bize ulaşamaması mı önceydi, suyun tükenmesi mi emin değilim. Olayların sırasını tam hatırlayamıyorum. Anılar bulanık. Kendimi zorlamalı ve kötü başlayıp rüyaya benzer akışkan bir huzura doğru giden yolculuğumuzu anlatmalıyım. Konuğumun (ev sahibimin) isteğiyle kısa bir reklam metni yazarken, bir yandan da geçmişi hatırlamaya çalışıyorum. (Bunun için kendi bilincime ihtiyacım var.)

Suları tüketmemizden sonra sıra neye gelmişti!… Evet; gıda kıtlığı ve sözüm ona zekice çözümler. Önce zirai ilaçlar ve antibiyotikler nedeniyle tarım ve hayvancılık sona erme noktasına geldi. Çözüm olarak genetiği neredeyse tamamen değiştirilmiş gıda üretimi hızlandı. Bu değişim hiç beklenmeyen bir sonuç doğurdu. Artık üreyemiyorduk. Tüm felaketler gibi bu da yavaş yavaş oldu. Hamile kalmak giderek zorlaştı; düşük ve ölü doğum sayıları hızla arttı. Tedaviler hiçbir işe yaramadı. İnsanlar arasındaki cinsel çekim, istek de yavaş yavaş yok oldu. Böylece evrimin en önemli itici gücü olan üreme dürtüsü soluklaştı, soluklaştı… eski bir anı oldu.

Bu aşamada toprak da kalmamıştı. İnce pudra gibi verimsiz, boz bir tozdan ibaretti. Toz uçuşuyor, ağzımıza gözümüze dolup nefes almamızı imkânsız hâle getiriyordu.

Alacakaranlık, toz içinde bir dünya kalmıştı elimizde. Ve biz onun içinde var olmaya çalışıyorduk. Şaşkın, öfkeli, çaresizdik. Su için, gıda için savaştık. Her yerde ufak çatışmalar, büyük kavgalar, bölgesel savaşlar çıktı. Bir süre böyle öldük, öldürdük. Sonra bunun da anlamsızlığını fark ettik. Neyin savaşıydı? Kazanan neyi kazanmış olacaktı? Sayımızın da giderek azalması ile bilim insanlarının öncülüğünde çözümler aramaya başladık. Sonunda laboratuvar ortamında insanın günlük vitamin, mineral ve kalori ihtiyacını karşılayan lapa benzeri bir besin yarattık. Artık, kimyasal formüllerle üretilen değişik soslarla süsleyip devamlı bu lapayı yiyoruz. Su üretemedik ama su ihtiyacımızı karşılayan bir başka formül üzerinde çalıştık. Oksijenin bir izotopunu parçalayıp, vücut metabolizmamızın bu sıvıyı kullanabilecek şekilde gelişmesi için genetik yapımızı değiştirdik. Hepimiz zahmetli ve pahalı gen terapilerinden geçtik. Genetik yapısını değiştirecek gücü olmayanlar dışlandı; onlara aşağı tür dedik. Varlıklarını; bir zamanlar bizim de onlar gibi olduğumuzu unutmak istedik. Kimimiz unuttuk, kimimiz utandık. Yapacak bir şey yoktu, yaşamaya devam ettik.

Tozdan kaçınmak için her yeri beton ve demirle kapladık. Evlere girdik, kapıyı pencereyi kapattık, yalıttık. Hiç çıkmadık. Böyle yıllarca yaşadık. Eğlenceli gösteriler ve heyecanlı filmler, aşağı türün üst seviyeye çıkmak için yarıştığı ödülü gen terapisi olan realite şovları, internet üzerinden sohbetler, oyunlar… Lapamız ve bizi hayatta tutan sıvımız vardı. Artık her şey yolundaydı.

Fakat her şey tabii ki yolunda değildi. En önce değişmemiş insanlar yok oldu. Bir anda etrafta göremez olduk. Topluca intihar ettiklerini öğrendik. Üzülmedik. Üzülemedik. Gizlice, vicdan azabından kurtulduğumuza sevindik hatta. Su yoktu, nasıl hayatta kalabilirlerdi ki zaten?

Hayvanlar da tükendi. Onları kurtarmaya çalıştık ama genetik müdahalelere dayanamadılar, olmadı. Güneşsiz ve susuz dünyamızda, laboratuvarda arıların yardımıyla yetiştirdiğimiz, üzerine titrediğimiz bitkilerimiz yok oldu ardından. Çünkü arıların hepsi öldü. Böcekler bile öldü. Doğanın tüm unsurları yavaş yavaş öldü, hızlı hızlı öldü. Ama hep öldü… hiçbir şey kalmadı. Doğa kalmadı. Sadece biz kaldık.

Böyle bir ortamda insan ırkının da yok olacağı öğretilmişti bize. Ama yok olmadık. O muhteşem uyum gücümüzle kendi yarattığımız bu tuhaf dünyaya alıştık. Sakin, ince, soluk tenli, uzun ömürlü insanlara dönüştük. Bu yeni hayat bütün duygularımızı bastırdı. Doğanın değil bizzat insanın yarattığı bir evrim geçirmiştik. Bu yapay evrime doğanın bir cevabı olmayacak mıydı? Dünyayı yok etmiş ama biz yok olmamıştık. Nihai zafer bu muydu?

Sonra bir gün, garip, beklenmeyen bir şey oldu. Birimizin sağ kolunda, hemen bileğe yakın bir noktada minik bir Yaprak çıktı. Kısa kahverengimsi bir sapı, koyu damarları olan parlak sarı, hafif şeffaf bir Yaprak. Yaprağı, istenmeyen bir tüy gibi cımbızla çekti aldı. Sonra uzun yıllardan beri görülen ilk Yaprağı attığı için pişman oldu. Pişmanlığı çok sürmedi. Çünkü kolunda yeni bir Yaprak çıktı. Bu sefer doktora gitti. Olay büyüdü. Hiçbir bitkinin olmadığı ve bitkisiz de pekâlâ yaşanan yeni dünyada bu Yaprak büyük mesele hâline geldi. Cerrahi yöntemle alındı, yine çıktı. Sıvı azot ile yakıldı, yine çıktı. Tarım ilacı ile zehirlendi, yine çıktı. Sonunda ceza, Yapraklı insana kesildi. En uzak hapishanenin en derin hücresine kapatıldı. Kapısına bin bir kilit vuruldu. Unutuldu.

Çok geçmeden birimizin göz kapağında, bir diğerimizin topuğunda, birimizin tam göbek deliğinde aynı Yapraktan çıktı. Dünyanın her yerinde vücutlarımızın çeşitli yerlerinde sarı Yapraklar çıkmaya başladı. Başta sevmedik. Huzursuz olduk. İnsan vücudunda Yaprak çıkması alışılmadıktı. Verdiği his; hafif, hiç geçmeyen, titreşimli bir kaşıntı gibiydi.

Zaman geçtikçe yumuşak, narin Yapraklarımızı sevdik. Yaydıkları titreşimden hoşlanır olduk. Yaprakları koparmaktan, kesmekten, özel formüllü Yaprak dökücü kremlerle kurtulmaya çalışmaktan vazgeçtik. Sarı Yapraklarla kaplı hâlimizi benimsedik. Hatta yeni bir moda gibi Yapraklarımızın sayısıyla övündük .

Yapraklar bedenimizi kapladıkça bilinç düzeyimizde ufak ufak değişiklikler oldu. Yapraklarımızın beynimizde bizimle konuşan bir sesi vardı. Tek kişilik dünyalarımıza sanki bir dost geldi. Bize seslenen, bizi rahatlatan bir dost. Bir yandan kendi iç sesimiz gibi, bir yandan değil. Biraz güzel, biraz korkutucu… ama hep yanımızda, hep bizim tarafımızda.

Bilim insanları, sarı Yaprakları yayılmacı tür olarak tanımladı, Yapraklanmanın sebeplerini araştırmaya başladı. Kaynağın eriyen buzullardan ortaya çıkan milyon yıllık bir virüs olabileceğini düşündük. Aşılar geliştirdik, işe yaramadı. Laboratuvar ortamında üretilen lapamıza nakliye sırasında dış ortamdaki tozdan mantar bulaşmış olabileceği söylendi. Nakliye koşullarını güçlendirdik, Yapraklanma devam etti. Araştırmalar sonuç vermedi. Çözüm önerileri işe yaramadı. Bir süre sonra iyice Yapraklanan bilim insanları da kulaklarına fısıldayan sesi dinledi; bu konuda araştırma yapmayı anlamsız bulmaya başladı. Bedenlerimizdeki Yaprak sayısı arttıkça, neden en başta bunu bir sorun olarak gördüğümüze şaştık.

Giderek hepimiz bu ortak yaşamı benimsedik. Bedenlerimizde Yapraklar çoğalırken içimizdeki ses bizimle daha çok ve daha yüksek, ısrarcı tonlarda konuşmaya başladı. Onu tanıdık, ona güvendik. Ses hep konuştu. Cevap verdik, dertleştik. Bazen bize evden çıkmamızı, beton yollarda yürüyüp yere uzanmamızı söyledi. Aldırmadık. Başta aldırmadık.

Ve rüyalar… Yapraklar sayesinde, içinde Yaprakların olduğu renkli coşku dolu rüyalar görmeye başladık. Rüyalarımız içimizde artık iyice sönmüş olan cinsel istekleri canlandırdı. Bol Yapraklı eşler aradık, hiç romantizm ya da ortak yaşam olmadan seviştik seviştik seviştik.

Bazılarımız; en çok Yapraklı olanlar, Yaprakları dinledi, evlerinden çıktı. Sokaklarda dolaşmaya başladı. Dalgın ve amaçsız gezindiler. Dolaşanlarımız binaların çatılarına çıktı, yattı. Yaprakları saplarını uzattı; bina duvarlarına tutundular. Öylece kaldılar. Hiçbiri bir daha kalkmadı. Zaten az kalmış insan nüfusunun büyük bir kısmı uzandıkları yerlerde yatmaya devam etti, bir daha hiç kalkmadı. Bazen sokak kameralarına yansıyan yüzlerinde Yaprakların arasından zar zor görülen bir acı ifadesi, göz pınarında bir damla yaş fark eder gibi olduk. Belki de yanlış gördük. Kesinlikle yanlış gördük. Yerlere, duvarlara yatanlarımız yavaşça çözülmeye, dağılıp genişlemeye başladı. Toprağa benzer bir tabaka oluşturdular. Bedenlerinden çıkan Yapraklar betonu demiri yumuşakça deldi geçti, alttaki toza ulaştı. Toza bulaştı. Bedenler eridi tozla karıştı, tozu besledi.

Yapraklara karşı çıkanlarımız oldu. Yapraklanmayı durduramasak da onları dinlemeyi reddettik. Kendi iç sesimizi, sessizliğimizi özledik. Kendimiz olmayı, özgür olmayı istedik. İrademizin Yaprak bütünü içinde erimesine karşı koyduk; direndik. Elimizden geldiğince direndik. Yapraklar bizi cezalandırdı. Bedenimizdeki Yaprakların kökleri iltihaplı yaralara döndü. Ağrıdan, acıdan duramaz olduk. Yumuşak sesli, nazik Yapraklarımız bizi kâbuslara boğdu. En derin korkularımızın içinde yuvarlandık. Kâbuslara, yaralara dayanamadık. Ya yenildik ve itaat ettik ya da canımıza kıydık. Yapraklarımız için her iki sonuç da iyiydi. Duydukları memnuniyeti ve zafer sevincini hepimiz hissettik.

Geride kalanlarımız sevişmeye devam etti ve doğurdu. Birdenbire yine doğurgan hâle geldik. Bilincimiz Yapraklarımızla o kadar birleşmişti ki buna hiç şaşırmadık. Nasıl olduğunu düşünmedik. İkizler üçüzler dördüzler doğurduk. Birçoğumuz çoklu doğumlar sırasında öldük. İç organlarımız dışımıza çıkmış, kırmızıdan yavaşça sarıya dönmüş kanımız oluk oluk akarken kendimizi sokaklara attık, yere yattık ve Yapraklı bedenimizi oluşmakta olan yeni tuhaf toprağa kattık.

Doğurduğumuz çocuklar bize benzemedi. Doğurduğumuz çocuklar insana benzemedi. Biz de insana benzemiyorduk artık. Dışımız kadar içimiz de minik sarı Yapraklarla kaplıydı. Organlarımız Yapraktı. Beynimiz Yapraktı. Giderek bizle beslenerek gelişen Yapraklar bizi aldı. Biz Yaprak olduk. Yaprak bilinci içinde yok olduk. Biz onların büyüyüp gelişmek için seçtiği konak bedenlerdik. Giderek onlar sahip biz köle olduk.

Bu belki doğanın hayatta kalmak için verdiği savaştı. Belki uzaydan gelen bir parazit. Belki genetiği ile oynanmış bir gıda maddesinin dönüşümü. Bir mutasyon… bilmiyorum. Her canlı ne pahasına olursa olsun hayatta kalmak ister.

Ben, ilk Yapraklanan, en uzak hapishanenin en derin hücresine, bin bir kilit altına kapatılan insan. Unutulan ama hayatta kalan insan. Hayatta kaldım çünkü Yapraklarım beni yaşattı. Kayıptım ve bulundum. İnsan insanı hapsetti ve unuttu. Ama Yaprak Yaprağı aradı ve buldu. Yaprağım başta azdı, şimdi tüm vücudum, içim dışım Yaprak. Dünyanın tamamı Yaprak. Biz Yaprağız.

Yine de yeni konaklara ihtiyaç var. (Bu yüzden Yapraklar yapamayacakları son bir iş için bilincimin küçük bir kısmını bana bıraktı.) Uzaya, içinde bir mesaj bulunan daimi bir sinyal göndermek üzereyiz. Mesajı yolluyorum. Sonra bütünün içinde yok olacağım. Huzurlu, akışkan sarı bir rüyaya doğru süzülüyorum. (Korkuyorum)

***

Reklam: Sevgili dünya dışı akıllı yaşam formları; size sesleniyoruz! Sinyalimizin geldiği tarafa bakınız. Parlak, hayat dolu, sapsarı bir gezegen göreceksiniz. Burası bizim dünyamız. Gelin birlikte yaşayalım. Birlikte var olalım. Sarı gezegen sizleri bekliyor. Dertsiz, tasasız, rahat bir yaşam!

(Dikkat! Sakın gelmey…)____

Yazar: Konuk Yazar

Bu içerik bir konuk yazar tarafından üretilmiştir. Siz de sitemizin konuk yazarlarından biri olabilirsiniz. Yapmanız gereken tek şey, kaleme aldığınız bilimkurgu temalı makale ve öykülerinizi bilimkurgukulubu@gmail.com adresine göndermek. Editör onayından geçen yazılarınız burada yayımlanıp binlerce okurun beğenisine sunulacaktır. Gelin bu arşivi birlikte büyütelim...

İlginizi Çekebilir

kisa oyku ceren demirkilinc

Dünya’ya Düşenler İçin Sigorta Kılavuzu | Ceren Demirkılınç (Kısa Öykü)

Tozlu sarı bir gökyüzünün altında, sıcağın serap gibi titrediği bir ovaya doğru giderek yere alçalan …

Bir yorum

  1. Aysegul Kallioglu

    İçinde kayboldum öykünün. Sonuna kadar öyküyü anlatana ne oldu diye merakla okudum. Hayal gücü müthiş

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bilimkurgu Kulübü sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin