Sonda söylenmesi gerekeni ilk başta yazarak başlayalım bu yazıya: Alex Garland‘ın yönettiği Annihilation bir kısa film, en çok 25-30 dakikalık “Alacakaranlık Kuşağı” bölümü olabilecek bir senaryonun uzatılmış hali. Kurgu çatısı çok dallı değil, tek bir düzlem üzerinde ilerliyoruz. Bazı sahneler ana kurguyu ilerletmek için değil de film olsun diye uzatılmış gibi duruyor. Annihilation’a “Uzayda Piknik”in sabun köpüğü, sığ versiyonu diyebiliriz. “Parıltı” bölgesinin yapısına ve renklerine de uyan bir tanım olur bu.
Annihilation filmi üzerine bir değerlendirme yaparken “Uzayda Piknik” veya kitaptan yorumlanarak çekilen “Stalker” filmine değinmeyeni döverler. Stalker daha çok Tarkovski’nin imzasını attığı yorumlamadır. Bu nedenle ben kitaptan yola çıkmak istiyorum. “Uzayda Piknik” çok orijinal bir fikirden yola çıkar… Kim ve ne olduklarını bilmediğimiz başka bir uygarlık yeryüzünde bazı noktalarda konaklar ve gider. Bu bölgelerde geride kalanlar, insanlar için garip, tehlikeli ve değişiktir; boşlar, bitmeyen piller, cadı peltesi, garip bilezikler… Kitapta bu durum şuna benzetilir: İnsanlar pikniğe gider, geride bıraktıkları oradaki karıncalar için neyse, uzaylıların konaklayıp gittikleri zaman geride bıraktıkları da insanlar için odur. Yani çoğunu anlayamayız, bazıları bizim için yenilik, bazıları tehlikelidir. Uzayda Piknik basit bir konudan, zengin bir kurgu ile derin mesajlara gider. Annihilation’da ise bunun tam tersi ilerliyor işler. O derin anlatım çabası ve çatallanmayan kurgu, senaryoyu uzatma kaygısıyla duvara tosluyor.
Film, Jeff Vandermeer’in aynı adlı romanından uyarlanmış. Ama kısa hikâyeden filme çekilen “Arrival” kadar yoğun bir dokuya sahip değil. Kadroda Natalie Portman‘ın yanı sıra Ex-Machine ve Star Wars filmlerinde de gördüğümüz son zamanların gözde oyuncularından Oscar Isaac var. Ayrıca 1985 yapımı Flesh+Blood filmiyle dikkatleri çeken Jennifer Jason Leigh de önemli bir rolde. Filmin başında, ABD’de doğaüstü bir bölgenin oluşmasını görüyoruz. Giderek büyüyen bu bölgeye parıltı adı veriliyor. Sınırları köpük balonlarındaki gibi gökkuşağı renkleriyle ayırt ediliyor. Merkezinde ise bir deniz feneri var.
Natalie Portman’ın canlandırdığı biyolog Lena ve onun özel operasyonlarda yer alan eski kocası Kane (Oscar Isaac) konunun merkezinde. Kane ve ekip arkadaşları gizli görevle Parıltı’nın içine gönderilir ve kendilerinden bir daha haber alınamaz. Bir yıl sonra Kane hafızasında boşluklarla evinde ortaya çıkar. Lena’nın sorularına cevap veremeyen Kane, bazı sağlık sorunları da yaşamaktadır. Askerler operasyon yaparak Lena ve Kane’i Parıltı’yı incelemek için sınırına kurulan bir tesise götürürler. Kocası yoğun bakımdayken Parıltı’yı öğrenen Lena, dört kadından oluşan gönüllü bir ekibe katılarak bu garip bölgeye girer. Görevleri araziyi haritalamak, örnek toplamak ve bütün gözlemlerini raporlamaktır. Akıl almayacak topografik anomalilere ve yeni yaşam biçimlerine şahit olan ekibin birbirlerinden sakladıkları sırların ortaya çıkması ise her şeyi değiştirecektir.
Bu noktadan sonra keyif kaçırıcı, yani spoiler bölümün başladığı uyarısını yaparak devam edelim…
Lane’nin arada bir kocasını aldatma görüntülerini görüyoruz. Belki de gönüllü olarak Parıltı’nın içine girmek istemesinin nedeni aldatmadan duyduğu utanç ve yoğun bakımda olan kocasına borcu. Ama tam olarak da filme niye dahil edildiğini pek anlamıyoruz. Parıltı’ya giren beş kadından oluşan ekip hazırlıksız ve kişilik olarak da uygun değiller. Zaten hemen sorunlar çıkıyor, karakter olarak çöküyorlar. Parıltı’nın yavaş yavaş yayılmasından ötürü bütün dünyanın tehlikede olduğu söyleniyor ama sorunu çözmesi için biri hariç silah bile kullanma deneyimi olmayan beş kadın gönderiliyor. Daha önce gönderilen askeri ve teçhizatlı ekipler de başarısız oluyor, ama beş sorunlu ve zayıf kadın, çok az teçhizatla niye gönderiliyor anlaşılamıyor. Dr. Ventress kanser, ekipten bir başkası sağlık çalışanı, diğeri yeni mezun genç bir kız, bir tanesi de kızını kaybeden bir kadın ve kocası nedeniyle üsse getirilen, ekibe hemen dahil edilen Lane… Dünya’yı kurtarması umuduyla Parıltı’dan içeri gönderilenler bunlar işte.
Tesiste koruma kıyafetiyle dolaşılırken, Parıltı içinde neredeyse normal kıyafetlerle gezinilmesi ise ilginç. Zaten bir timsah ve ayı saldırısı sonucunda hemen dağılıyorlar. İkisi ölüyor, diğeri kayboluyor, ekip başı Dr. Ventress ekipten kopup hızla deniz fenerine gidiyor. Natalie Portman yalnız kalıyor. Filmin sonunda iki uzaylı Kane ve Lane’in şekline bürünmüşken Parıltı bölgesi yok oluyor. Madem iki Uzaylı’nın derdi iki insanın şekline bürünmekti, içinde o kadar hızlı mutasyon olan Parıltı bölgesine ne gerek vardı anlaşılmıyor. Ya da önemliyse, iki insan bedeni kopyalanınca neden yok ediliyor onun da mantıksal açıklaması yok. Baştan dediğimiz gibi o kadar derin bir film izlenimi vermesine rağmen, kısa öykü kurgusunun uzatılmış sığ bir versiyonundan fazlası yok önümüzde. Seyirci olarak daha Parıltı’nın içine girildiğinde şunu anlıyorsunuz: Bu bölgede hızlı mutasyon oluyor. Ama hemen konulan bu teşhis üzerinde birkaç sahne sakız gibi çiğneniyor; seyirciye bir şey vermeyen konu tekrarları yaşanıyor.
Scarlett Johansson’un oynadığı ve orijinal bir sinemasal anlatımı olan 2013 yapımı “Under the Skin” filminde bir uzaylının insan derisi içinde yaşadıklarını izliyorduk. İşte Annihilation o filmin başladığı yerde bitiyor diyebiliriz. Belki filmde şu denilebilirdi; Dünya’daki yaşam zenginliğinin ve mutasyon sıçramasının sorumlusu bu uzaylılar ve milyonlarca yıl önce başlattıkları Parıltı bölgesidir. Ve bu yeni Parıltı da Dünya’daki yaşamı başka bir evreye taşıyacaktır. Ama uzaylılarımızın Kane ve Lane’i kopyalamasıyla bu düşüncelerimiz de çıkmaz sokağa giriyor.
Hazırlayan: Orkun Uçar