bilimkurgu distopya umut direnis

Yarının Tohumları: Bilimkurgu, Kolektif Hafıza ve Politik Direniş

Bilimkurgu için sadece teknolojik kehanetler ya da yıldızlararasındaki maceralardan ibaret diyemeyiz. Her şeyden önce insanlığın en büyük varoluşsal sorgularına dair bir düşünme alanı olarak karşımıza çıkar. Bilimkurgunun en derininde yatan damar, özgürlük arzusu ve baskıya karşı durmak için titreşen bir kalptir. Teknolojinin, bürokrasinin, gözetimin her geçen gün daha karmaşık hâle geldiği bir dünyada, bilimkurgu kitapları birer pusula gibi alternatif yollar gösterir: “Burada değilsek, nerede olabiliriz?”

Hannah Arendt‘in “Totalitarizmin Kaynakları” eserinde vurguladığı gibi, totaliter sistemler fiziksel ve zihinsel alanı da işgal ederek hâkimiyetlerini sürdürür. Bilimkurgu ise tam da bu noktada bir özgürleşme alanı yaratır. Düşünsel deneylerin, mümkün olmayan sorgulamaların, imkânsız sayılan alternatiflerin laboratuvarı hâline gelir. Bilimkurgu yazarları, sadece “gelecek ne olacak?” diye sormaz; “gelecek ne olmamalı?” sorusunu da seslendirir. Ray Bradbury‘nin “Fahrenheit 451“de kitapların yakıldığı bir dünyayı tarif etmesi, hafızanın ve düşüncenin özgürce dolaşımına yönelik tehditlere karşı bir uyarıdır. George Orwell‘in “1984“ü, dil ve düşünce manipülasyonunun nasıl sistematik bir kontrol aracına dönüşebileceğini gösterir.

Ursula K. Le Guin‘in belirttiği gibi, “Bilimkurgu, günümüzün gerçekliğinden bir metafor olarak değil, günümüzün gerçekliğine bir alternatif olarak oluşturulur.” Bu alternatif, hem teknolojik hem de etik, politik ve varoluşsal düzlemlerde de önerilir. Le Guin’in “Mülksüzler” romanı, mülkiyet fikrinin olmadığı bir toplumu tasvir ederken kapitalizmin ve devlet yapılarının kaçınılmaz olmadığını gösterir. Bugün sokakları, sosyal medyayı, üniversiteleri saran sessiz bir mücadele var. Kelimelerin sınırlandığı, ifade özgürlüğünün daraldığı, eleştirel seslerin kısıldığı bir ortamda, bilimkurgu da bir direnişin hafıza deposu hâline gelir. Çünkü bilimkurgu, insanlığın en eski hikâyesini yeniden anlatır. Özgürlük arzusu ve baskıya karşı durma iradesi.

Bu direniş, çoğu zaman başka bir gezegene kaçmaktan ziyade tam da bulunduğumuz yerden, şimdiden, bugünkü gerçekliğimizin kısıtlayıcı duvarlarına çarpmakla başlar. Bilimkurgu fısıldar. Gelecek, yazgı değildir; yazılandır. Ve yazmaya cesaret edenler, geleceği şekillendirir. Direniş, bilimkurgunun yapısal DNA’sıdır. Sadece tematik unsuru olamaz. Farklı katmanlarda ve biçimlerde tezahür eder; tıpkı gerçek hayatta olduğu gibi bazen sessiz bir nefes alışta, bazen kalabalıkların gürültüsünde vücut bulur.

Bireysel direniş, bilimkurgunun en sık işlediği temalardan biridir. Ursula K. Le Guin’in “Karanlığın Sol Eli” romanındaki Genly Ai’nin cinsiyet ikiliğinin olmadığı bir gezegendeki yolculuğu, kendi zihinsel sınırlarıyla yüzleşmesini gerektirir. Bu, dışsal bir baskıdan çok içselleştirilmiş normların sorgulanmasıdır. Benzer şekilde, Philip K. Dick‘in “Azınlık Raporu“nda John Anderton, öngörü sistemine dayalı bir adalet anlayışını sorgular, bireysel farkındalığın ilk kıvılcımını atar. Michel Foucault‘nun “iktidarın mikro-fiziği” kavramı, tam da bu noktada anlamlı hâle gelir. İktidar gündelik ilişkiler, alışkanlıklar ve düşünme biçimleriyle de işler. Bilimkurgu karakterleri çoğu zaman bu görünmez iktidar ağlarını fark eden ve onlara direnen bireylerdir. Margaret Atwood‘un “Damızlık Kızın Öyküsü“ndeki Offred’in zihninde koruduğu anılar ve kelimeler, bedeninin esaret altında olduğu bir dünyada özgürlüğün son sığınağıdır.

Toplumsal direniş, bireysel farkındalığın kolektif bir harekete dönüştüğü noktada ortaya çıkar. Suzanne Collins imzalı “Açlık Oyunları” üçlemesinde Katniss Everdeen’in hayatta kalma mücadelesi, bir toplumsal başkaldırının da sembolüne dönüşür. Bu dönüşüm, Walter Benjamin‘in “Tarih Kavramı Üzerine” metninde sözünü ettiği “tehlike anındaki hatırlama” ile gerçekleşir: Kolektif hafıza, en büyük baskı anında bile parıldayan bir kıvılcım olabilir. İçsel direniş ise daha sofistike, daha sessiz bir formda belirir. Stanisław Lem‘in “Solaris“inde olduğu gibi, karakterler dışsal bir sistemden ziyade kendi bilinçlerinin labirentleriyle mücadele eder. Herbert Marcuse‘nin “Tek Boyutlu İnsan“da ortaya koyduğu üzere, modern toplumlar bireyleri görünmez tüketim zincirleriyle pasifleştirir ya da Ted Chiang‘ın “Soluk Al” hikâyesinde olduğu gibi karakterler bu zincirleri kırarak alternatif düşünce biçimlerine ulaşmaya çalışır.

distopya kapak

Bu üç direnişin ortak noktası, Jean-Paul Sartre‘ın varoluşçu felsefesinde yankı bulan “özgürlüğe mahkûmiyet” fikridir: İnsan, koşullarını seçmese de, o koşullara verdiği tepkiyi seçme özgürlüğüne ve yükümlülüğüne sahiptir. Octavia Butler‘ın “Tohum Parabolü” romanında Lauren Olamina’nın çöküş hâlindeki bir toplumda yeni bir inanç ve yaşam biçimi inşa etmesi, tam da bu varoluşsal seçimin göstergesidir. Deleuze ve Guattari’nin “kaçış çizgileri” kavramı, bilimkurgu karakterlerinin direnişini anlamak için güçlü bir çerçeve sunar: Sistemin içinden kaçan, onun kodlarını bozan, beklenmedik bağlantılar kuran bu çizgiler, sistemin totaliter kapanışını engeller. Jeff VanderMeer‘in “Annihilation” romanında, Biyolog’un “Parıltı” adlı bölgeye yaptığı yolculuk, sistemin sınırlarını aşan, kategorileri bulanıklaştıran böyle bir kaçış çizgisidir.

Günümüz Türkiye’sinde direnişin aldığı biçimler de bu çerçeveyle okunabilir: İktidar, sadece yasaları düzenlemez; söylemin sınırlarını belirleyerek, neyin “normal” neyin “aykırı” olduğunu tanımlayarak da işler. Bir tweet’te, bir sokak yazısında, bir şarkının mırıldanılmasında ifadesini bulan direniş, tam da bu normallik tanımlarını sorgular. Çünkü bilimkurgu bize öğretir. Özgürlük, bazen yalnızca bir sorunun sorulmasıyla başlar. Ve bazen, en doğru sorulmuş bir soru bile tüm sistemi sarsabilir. Sansür, bir metni görünmez kılmaz, bir düşünce olasılığını, bir hafıza çizgisini, alternatif bir gerçekliği de yok sayar. Bilimkurgu tarihi, bu görünmez mücadelenin en çarpıcı örnekleriyle doludur. Yazılan her spekülatif hikâye, aslında mevcut düzene yöneltilmiş sessiz bir soru işaretidir. Bu yüzdendir ki, en güçlü bilimkurgu eserleri tarih boyunca ya sansürlenmiş ya yasaklanmış ya da “tehlikeli düşünceler” olarak damgalanmıştır.

Noam Chomsky‘nin “Rızanın İmalatı” eserinde ortaya koyduğu gibi, modern sansür bilgi ve algı selini yönlendirerek işler. Bilimkurgu, bu manipülasyon ağlarını görünür kılma potansiyeliyle tehlikeli bulunur. Aldous Huxley‘nin “Cesur Yeni Dünya“sı, sansürün zevk ve rıza yoluyla çok daha etkili şekilde işletilebileceğini gösterir. “Diktatörlüğün modern versiyonu terörle değil, tüketim ve eğlenceyle gelecektir“, der. Yevgeni Zamyatin‘in 1921’de kaleme aldığı “Biz” romanı, cam duvarlarla çevrili evlerde yaşayan, her anı gözetlenen ve duygularından arındırılmış insanların dünyasını anlatır. Bir matematik dehası olan D-503’ün sistemin çatlakları arasında bir aşk ve özgürlük arayışına girmesi düzenin temellerini sarsar. Roman, Sovyetler Birliği’nde bastırılamadı bile, yazarı sürgüne gönderildi ve eser ancak İngilizce çevirisinden Rusçaya geri çevrilerek varlığını sürdürebildi. Bu açıdan “Biz“, sansürün canlı bir tanığı.

Brave New World

Franz Kafka‘nın “Dava“sında Josef K.’nın belirsiz bir suçlamayla karşı karşıya kalması ve bürokrasinin labirentlerinde kaybolması da totaliter sistemlerin görünmez işleyişinin bir alegorisidir. Kafka, henüz Nazi rejimi Prag’a ulaşmadan önce, bürokratik totalitarizmin karanlık yüzünü sezmişti. Eserleri, Nazi Almanyası’nda yasaklandı ve yakıldı. Margaret Atwood’un “Damızlık Kızın Öyküsü” de kadın bedeninin ve üreme kapasitesinin devlet kontrolüne alındığı Gilead rejimini anlatır. Roman, bir distopya olmanın yanı sıra kadınların tarih boyunca maruz kaldığı baskı ve kontrol mekanizmalarının bir arkeolojisidir. Atwood, romanda anlattığı hiçbir baskı yönteminin tarihte bir örneği olmadan kurgulamadığını belirtir. Bu eser de pek çok ülkede yasaklandı veya sansürlendi, çünkü anlattığı hikâye fazlasıyla gerçek ve fazlasıyla rahatsız ediciydi.

Günümüz Türkiye’sinde de sansür bu şekilde işliyor. Bir kitabın basılmaması için yayınevine yapılan baskılar, bir tiyatro oyununa salon verilmemesi, bir şarkının çalınmasının engellenmesi, bir gazetecinin sosyal medyada sansürlenmesi… Bu “atmosferik sansür“, tıpkı bilimkurgu distopyalarındaki gibi bireyin düşünce özgürlüğünü içten içe kemiriyor. Benzer süreçler dünyanın farklı yerlerinde de yaşanıyor. Çin’in “Büyük Güvenlik Duvarı” ile tüm internet trafiğini filtrelemesi, İran’da kadın hakları mücadelesini konu alan eserlerin yasaklanması, Rusya’da muhalif internet sitelerinin kapatılması, Hindistan’da akademik özgürlüğün kısıtlanması… Sansür, evrensel bir fenomen hâline geldi.

Jürgen Habermas‘ın “kamusal alan” kavramı bu noktada kritik hâle geliyor. Demokrasi, fikirlerin özgürce dolaşabildiği bir kamusal alanın varlığıyla mümkündür. Sansür, bu alanı daraltarak demokratik kültürü zayıflatır. Slavoj Žižek‘in dediği gibi, “İdeolojinin en büyük başarısı, kendi varlığını gizlemesidir.” Sansür de artık çoğu zaman görünmez, hissedilir bir atmosfer olarak işler. Bir sanatçının kendine, “Bunu söylersem başıma ne gelir?” diye sorması sansürdür. Bir yazarın, “Bunu yazarsam yayıncı bulur muyum?” diye çekinmesi de öyle. Ve bu korku iklimi, tıpkı bilimkurgu distopyalarındaki gibi bireysel bilinci aşındırır.

İşte bu yüzden sansüre karşı en büyük direniş anlatmaya devam etmektir. Susan Sontag‘ın dediği gibi, “Bir hikâye anlatmak, başkalarının hikâyelerine kulak vermek insanın en temel hakkıdır.” Ve her yasaklanan kitap, her susturulan şarkı, her engellenen hikâye, paradoksal biçimde başka bir dünyayı filizlendirir: direniş edebiyatını. Distopyalar, baskı mekanizmalarının en ince detaylarını gösterir ve bu baskıya karşı gelişebilecek direniş biçimlerini haritalar. Guy Debord‘un “Gösteri Toplumu” adlı eserinde dediği üzere, günümüz dünyasında gerçekliğin yerini gösteriler, imajlar ve simülasyonlar almıştır. Bilimkurgu distopyaları, bu gösteri toplumunun aynasını tutar ve çatlakları gösterir.

Bir distopyada direniş, genellikle büyük bir ayaklanmayla başlamaz; küçük bir hafıza kırıntısıyla, bir fısıltıyla, yasak bir duyguyla filizlenir. “1984“te Winston Smith’in gizlice günlük tutması, “Fahrenheit 451“de Montag’ın yasaklı bir kitabın sayfalarını çevirmesi, “Damızlık Kızın Öyküsü“nde Offred’in gerçek adını hatırlamaya çalışması… Bunların hepsi, sistemin en derininde açılan çatlaklardır. Michel Foucault’nun “Bio-iktidar” kavramı, distopyalardaki iktidar anlayışını kavramamıza yardımcı olur. Modern iktidar, yasaklamanın yanı sıra üretir, düzenler, normalleştirir ve bedenler üzerinde işler. Charlie Brooker‘ın “Black Mirror” dizisindeki “Fifteen Million Merits” bölümü, tam da böyle bir sistemi resmeder. İnsanlar sürekli bisiklet çevirerek enerji üretir ve “kredi” kazanır, bu kredilerle sanal avatarlarını süsleyebilir ya da eğlence içeriklerine erişebilirler. Sistem için baskıcı diyemeyiz, “özgürlük” sunar; ama bu özgürlük daha derin bir köleliği maskeler. Bing adlı karakterin sistemle çarpıcı yüzleşmesi ve sonunda sistemin içinde etkisizleştirilmesi, günümüz kapitalizminin muhalefeti nasıl içselleştirdiğinin alegorisidir.

Walter Benjamin, “Tarih Kavramı Üzerine” adlı metninde, asıl tarihin ezilenler ve direnenler tarafından yazıldığını söyler. Distopyalarda da gerçek tarih, resmi anlatıların dışında, yer altında, fısıltılarla aktarılır. “Damızlık Kızın Öyküsü“nün sonundaki “Tarihsel Notlar” bölümü, tam da bu bakış açısını yansıtır: Gilead rejimi çökmüştür ve tarihçiler, Offred’in anlatısını akademik bir konferansta tartışmaktadır.

aclik oyunlari boykot direnis bilimkurgu

Günümüzde de direniş, büyük sloganlardan çok, gündelik hayatın kıvrımlarında şekilleniyor. Bağımsız tiyatro toplulukları alternatif sahneler yaratıyor, müzisyenler şifreli mesajlarla toplumsal eleştiriler yapıyor, dijital platformlar sansürden kaçan içeriklere yer veriyor. Antonio Gramsci‘nin “kültürel hegemonya” kavramı burada anlam kazanıyor. İktidar zor kullanmanın dışında, kültürel değerleri ve “sağduyu“yu şekillendirerek de hükmediyor. Bu nedenle kültür alanındaki her küçük direniş, hegemonyanın çatlaklarını genişletir. Dünyanın farklı yerlerinde benzer süreçler yaşanıyor. Hong Kong’daki Şemsiye Hareketi, sanatı bir direniş aracı olarak kullandı. Polonya’da kadınlar, kürtaj yasaklarına karşı performatif eylemlerle kamusal alanı dönüştürdü. Brezilya’da Bolsonaro döneminde bağımsız kültür evleri kuruldu. Belarus’ta sokak müziği ve şiir, protesto dilini canlı tuttu.

Judith Butler‘ın “bedenin performatif politikası” kavramı, bu direniş biçimlerini anlamlandırmamıza yardımcı oluyor. Beden, baskının da direnişin de alanıdır. Bir yürüyüşte, bir dansla, bir şarkıda, bedenin kamusal görünürlüğü, iktidarın normlarına meydan okur. Bilimkurgu distopyaları ise bize şunu öğretti. İktidar hikâyeleri çalar, direnişçiler ise hikâyeyi geri alır. Jacques Rancière‘in “duyulurun paylaşımı” kavramı tam da buna işaret eder: Politik mücadele, hem güç ilişkileri hem de neyin görünür, neyin söylenebilir, neyin duyulabilir olduğuna dair bir mücadeledir. Bugün de hikâyeler geri alınıyor, alternatif anlatılar dolaşıma giriyor, sessizleştirilen sesler yeni kanallar buluyor. Ve her anlatılan gerçek, her paylaşılan hafıza, karanlıkta yakılan bir mum gibi etrafını aydınlatıyor. Çünkü en karanlık zamanlarda bile, bir kişi hikâyeyi anlatmaya devam ederse, umut filizlenir.

Direniş, yalnızca mevcut düzeni yıkmakla sınırlanmaz; yepyeni bir dünyanın tohumlarını hayal etmekle filizlenir. Bilimkurgu, distopyaların boğucu karanlığında çırpınmaktan öte, o karanlığın çatlaklarından sızan ışığı gösterir bize. Gerçek direniş, sadece karşı çıkmak değil; alternatif yaşam formlarını tasarlama cesaretini göstermektir. Ernst Bloch‘un “Umut İlkesi” eserinde vurguladığı gibi, ütopyalar basit kaçış fantezileri olmaktan ziyade, geleceği dönüştürme iradesinin ve kolektif düşlerin somutlaşmış hâlleridir. Bilimkurgu, bu potansiyeli canlı tutarak olasılıklar evreninde yeni kapılar aralar. Çağdaş edebiyattan Becky Chambers‘ın “Wayfarers” dizisi, farklı türler ve medeniyetler arasında barışçıl birlikteliğin mümkün olduğunu gösterirken umut dolu bir geleceğin de izlerini sürer.

U

rsula K. Le Guin’in yapıtlarında bu alternatif yaşam vizyonları kristalleşir. “Mülksüzler” romanında kapitalizme ve devlet otoritesine karşı kurgulanan anarşist toplum modeli, tüm kusurlarına rağmen başka türlü bir varoluşun mümkün olduğunu fısıldar. Le Guin, özgürlüğü sürekli mücadele gerektiren kırılgan bir süreç olarak resmeder. Gelecek, aktif bir yaratımdır. Kim Stanley Robinson‘ın “Mars Üçlemesi” ise insanlığın yeni bir gezegende kendini baştan kurmasını, iklim krizi, eşitlik ve kolektif yönetim gibi meseleleri merkezine alır. Robinson’ın ütopyaları çelişkilerin, yanılgıların ve düzeltmelerin içinde ilerlemeye çalışan toplulukların hikâyesidir. Yazar, ütopyayı varılacak bir limandan ziyade sonsuz bir yolculuk olarak tasvir eder.

Günümüz Türkiyesi’nde büyük anlatı çöküşünün ardından, mikro-ütopyaların filizlendiğine tanık oluyoruz. Alternatif eğitim kooperatifleri serpiliyor. Bağımsız yayınevleri, baskıya inat özgün metinleri dolaşıma sokuyor. Genç sanatçılar konvansiyonel galerilerin dışında kendi alanlarını yaratıyor. Kadınlar, LGBTİ+ bireyler, öğrenciler ve ekoloji savunucuları, kendi mikro-topluluklarında alternatif bir yaşamın dokusunu örüyor. Küresel ölçekte de benzer mikro-direniş odakları yeşeriyor. Almanya’da “Tempelhof Kooperatifi” gibi kolektifler, terk edilmiş alanları ortak yaşam ve üretim merkezlerine dönüştürüyor. İspanya’daki “La Invisible” benzeri kültürel merkezler, hegemonik bilgi sistemlerine karşı alternatif paylaşım ağları ve doğrudan demokrasi pratikleri geliştiriyor. ABD’de Black Lives Matter hareketinin ardından oluşan dayanışma ağları, güvenlikten eğitime uzanan alternatif topluluk hizmetleri inşa ediyor. Yunanistan’ın Exarchia mahallesinde göçmenlerle yerel halkın birlikte kurduğu otonom alanlar, iktidar mekanizmalarının dışında var olmanın imkânlarını somutlaştırıyor.

Bu küçük alternatifler, bilimkurgu eserlerindeki ütopyaların tohumlarını andırıyor. Onlar da kusurlu, eksik ve savunmasızdırlar. Ancak tam da bu yüzden değerlidirler – çünkü mevcut sistemin dışında başka bir varoluşun mümkün olabileceğinin canlı kanıtlarıdır. Direniş, kimi zaman kalabalık meydanlarda, kimi zaman sokaklarda vücut bulur. Fakat en kalıcı direniş, görünmeyen alanlarda yeşerir: bir anının kıvrımlarında, unutulmayan bir melodide, bir günlüğün satırlarında. Bilimkurgu, bu görünmez direnişin arkeolojisidir. Walter Benjamin’in “Tarih Kavramı Üzerine” metninde belirttiği gibi hakiki tarih yazımı, ezilenlerin ve direnenlerin hikâyelerini gün ışığına çıkarmaktır. Bilimkurgu, silinmeye çalışılan hafızaları ve bastırılan anlatıları geleceğe taşıyarak bu direniş geleneğini sürdürür. Emily St. John Mandel‘in “Station Eleven” romanı, küresel felaket sonrası dünyada sanatın ve hikâye anlatıcılığının bir varoluş stratejisine dönüşmesini anlatırken, hafızayı direniş estetiğinin merkezine yerleştirir.

Otoriter rejimlerin en temel taktiği, kolektif hafızayı yok etmektir. Geçmişin sloganlarını, şarkılarını ve hikâyelerini yasaklamak; tarihi yeniden yazmak; kelimelerin anlamlarını boşaltmak… Çünkü bir toplum geçmişini unuttuğunda kimliğini de kaybeder. Kimliksizleşen bir toplum ise boyun eğmeye daha yatkındır. Bu nedenle bilimkurgu anlatılarında hafıza, sürekli bir direniş biçimi olarak karşımıza çıkar. Winston Smith’in “1984“te gizlice tuttuğu günlük, Montag’ın “Fahrenheit 451“de sakladığı kitaplar, Offred’in “Damızlık Kızın Öyküsü“nde zihninde koruduğu eski dünyanın kelimeleri… Hepsi aynı eylemi gerçekleştirir: Hatırlamak. Hatırlamak, iktidarın karşısına dikilen en sarsıcı eylemdir.

Günümüzde de benzer bir hafıza savaşı yaşanıyor. Direniş anılarının, özgürlük taleplerinin ve muhalif hikâyelerin üzeri sistematik biçimde örtülmeye çalışılıyor. Ancak hâlâ hatırlayanlar, anlatanlar, yazanlar ve kaydedenler var. Dünyanın farklı coğrafyalarında da hafıza direnişinin güçlü örnekleri mevcut. Arjantin’de “Mayıs Meydanı Anneleri” diktatörlük döneminde kaybedilen evlatlarının izini sürmek için Plaza de Mayo‘da düzenledikleri haftalık yürüyüşlerle toplumsal hafızayı diri tuttular. Güney Afrika’da apartheid rejiminin ardından kurulan “Hakikat ve Uzlaşma Komisyonu“, bastırılan travmatik geçmişi kamusal alana taşıdı. Filistin’de, işgal altındaki topraklarda nakba anılarını ve yerinden edilme hikâyelerini yaşatmak için sözlü tarih çalışmaları yapılıyor. ABD’de Yerli halklar, Standing Rock direnişinde hem topraklarını hem de kültürel hafızalarını ve kozmolojik bağlarını da savundular.

Bilimkurgu, geleceği pasif bir kader olarak görmez, aktif bir sorumluluk alanı olarak sunar. Eğer yarının nasıl şekilleneceğine dair söz hakkımızı kullanmazsak, birileri bizim adımıza karar verecektir. Ve bu kararlar çoğunlukla özgürlükten ziyade, kontrol ve itaat paradigmasına hizmet edecektir. Bu bağlamda alternatif gelecekler tahayyül etmek, salt entelektüel bir egzersiz olamaz; politik bir eylemdir. Bugün Türkiye’de karşımıza çıkan her yerelde direniş odağı, her alternatif dayanışma ağı, her bağımsız kültürel üretim, bilimkurgunun hayal ettiği o farklı geleceklerin mikrokozmoslarıdır.

Direniş, sadece karşı durmakla değil, yaşamakla; sadece protesto etmekle değil, üretmekle kök salar. Her yeni anlatı, her yeni ses, distopik geleceklere karşı örülen birer direniş siperidir. Alternatif gelecekler yaratmak, bugünün boğucu gerçekliğine karşı epistemolojik bir meydan okumadır. Ve bilimkurgu, tarih boyunca önce bu meydan okumayı hayal edenlerin dili olagelmiştir. Çünkü bilimkurgu, teslim olmayanların ütopyasıdır. Karanlık zamanların en değerli hazinesi umuttur. Fakat bu umut, naif bir iyimserlikten ibaret değildir. Theodor Adorno‘nun “Minima Moralia“da dediği gibi: “Umutsuzluğun tam bilincinde olan bir bakış açısı dışında hiçbir umut, umut adını taşımayı hak etmez.” Bilimkurgu tam da bu paradoksal umut anlayışını benimser; sistemin katastrofik potansiyelini kabul ederken, aynı sistemin çatlaklarında yeşeren direniş imkânlarını da görür.

Octavia Butler’ın “Parable” serisi, tam da böylesi bir umut diyalektiğini somutlaştırır. Toplumsal çöküş ve ekolojik felaketlerin ortasında, Earthseed topluluğunun yeni bir yaşam ve inanç sistemi kurma çabası, yıkımın içinden doğan yaratıcı direniş potansiyelini gösterir. Butler’ın kahramanı Lauren Olamina’nın “Değişim Tanrı‘dır” öğretisi, statik ütopyaların aksine sürekli dönüşüm hâlinde olan, uyumlanabilen bir toplumsal vizyonu savunur. Türkiye’de ve dünyada mikro-direniş alanlarında da benzer bir diyalektik işler. Bu alanlar içlerinde çelişkiler, hatalar ve zaaflar barındırır. Ancak tam da bu gerçekliğe kök salmaları, onları ütopik fantezilerden ziyade yaşayan laboratuvarlara dönüştürür. Bilimkurgu ve direniş, hafıza ve umut gibi kavramlar etrafında örülen bu düşünce egzersizi, bize yeni bir estetik ve etik anlayışı sunar. Bu anlayış, mevcut sistemin çelişkilerini ve kırılganlıklarını kabul ederken, yine de alternatif gelecekler hayal etme cesaretini gösterir.

Karanlık bir dönemde yaşıyoruz. Ama karanlık zamanlar, en parlak hayallerin doğduğu zamanlardır. Çünkü direniş, en zor anlarda bile, başka bir dünyanın mümkün olduğuna dair inancı korumaktır. Ve bilimkurgu, bu inancın en güçlü anlatılarından biridir.

“Karanlığın en koyu olduğu an, şafağın sökmesinden hemen öncedir.”

Yazar: Ceren Demirkılınç

Ürün tasarımcısı. 10 yıldır yapay zekânın bilişsel gelişimi üzerine çalışmalar yapıyor. Teknoloji alanında çalışmayı, bilimsel gelişmeler üzerine düşünüp yazmayı seviyor. Robot hakları aktivisti. Çeşitli yerlerde öyküleri, kitap eleştirileri yayımlandı. Yaşamını kedileri ile seyahat ederek sürdürüyor.

İlginizi Çekebilir

bilimkurgu ve mitoloji

Bilimkurgunun Kökeni: Mitoloji ve Sembolizm

Binlerce yıl önce yazıya dökülen mitolojik öyküler bilimkurgunun beslendiği ana damarlardan biridir. ‘Kahramanın Yolculuğu’ şemasının …

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bilimkurgu Kulübü sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin