Sinemanın en büyük çekiciliği kendi ismindedir. Filmleri sinema salonlarında izlemenin hazzı başka bir yerde yoktur. 7. sanat, ortaya çıkar çıkmaz insanları büyülemiş ve yeni heyecanlar yaratmıştır. Sinema sanatının bugünlere gelmesi ve gelişmesinde başat rolü oynayan Auguste ve Louis Lumiere kardeşler, elbette yarattıkları tekniği yeni bir hikâye anlatma sanatından çok, bir eğlence aracı olarak kullanmışlardır. Fakat bu sanat, zamanla gelişip farklı türlere ayrılır, kendi yönetmenlerini ve oyuncularını yaratır. Kitle sanatı olmasından ötürü de salonlardaki izleyiciyi bir yandan güldürürken bir yandan da hüzünlendirmeyi başarır. Sinema ulaşılmaz bir sanat dalı değildir; her kesimden kitleyi doğduğu ilk zamanlarda dahi kendisine çeker. Tür zenginliği arttıkça, izleyiciler istedikleri tarzda filmi izleme şansına erişirler. 7. sanat yapısı gereği zenginliğe açıktır ve onun sınırlandırılması da düşünülemez.
1940’lı yıllardan itibaren, televizyonun oturma odasına girişi endişelere yol açar. Charlie Chaplin, Buster Keaton gibi büyük isimlerin yapımları, emekçilerine gişede büyük paralar kazandırmakta ve salonları doldurmaktadır. Televizyonun hayatımıza girmesi ile birlikte eğlence sektörü de ikiye ayrılır. Artık filmleri izlemek için sinemaya gitmek bir zorunluluk olmaktan çıkmıştır ve kitleler evlerindeki beyaz camda da film izleme keyfini yaşamaya başlamışlardır.
40’lı yıllar, televizyon sektörünün kaderinin belirlendiği bir zaman aralığı olur. Televizyona özel filmler, diziler ve içerikler çekilmeye başlanır. Özellikle televizyon için yapılan filmler, alternatif sinemayı oluşturur. Beyaz perdenin birçok ünlü ismi, TV yapımlarında yer almaya başlar. Sinema sektörü için endişe verici olansa, izleyicilerin artık sinema salonlarını daha az tercih edecek olma ihtimalidir. Fakat korkulan gerçekleşmez, kitleler yine büyük yapımları görmek için sinema salonlarına akın eder ama yeni ev eğlencesinin keyfini de çıkarır.
Televizyonun giderek her eve girmeye başlaması ve televizyona olan talebin artması sonucunda birçok TV kanalı açılır, yeni bir rekabet ortamı oluşur. Her kanal, iddialı projelerle seyirci çekme yarışı içine girer. Başlarda TV’ye özel filmler ilgi çekse de, dizi sektörü giderek büyümeye başlar. Dizi sektörü, getireceği kazanç açısından TV filmlerinden daha avantajlı görünmektedir. Ama eğlence sektörünün sinema ve TV sektörü olarak ikiye ayrılmasından iki taraf da kazançlı çıkar. İki tarafın da kendine özgü olan sektörel anlayışı, birbirlerine ticari anlamda zarar verecek türden değildir.
40’lı ve 50’li yıllarda gözde olan dizi sektörünün albenisi, günümüz dünyasında da devam etmektedir. Beyaz camda, 1966’da hayat bulan Star Trek (Uzay Yolu) gibi büyük bütçeli yapımlar, televizyondaki başarılarını sinema perdesinde de sürdürmüşlerdir. Başarılı olan çoğu büyük dizi, maceralarını beyazperdeye de taşımışlardır. Bunun böyle olmasının nedeni, sinemanın ve TV’nin birbirlerini besliyor olmasıdır. Günümüz dünyasında kaliteli ve sanatsal açıdan üst düzeyde TV yapımlarına ilgi giderek artmaktadır. Lost, Breaking Bad, Game Of Thrones, The Walking Dead ve Hannibal gibi son dönem dizileri, yapım kaliteleri ile çıtayı çok yükseğe taşımışlardır. Bu dizilerin her bir bölümü bir sinema filmi kalitesindedir.
Hakkında en çok teori üretilen yapım ise kuşkusuz Lost (2004 – 2010) dizisidir. J. J. Abrams, Damon Lindelof ve Jeffrey Lieber tarafından yaratılan yapım, izleyici ile ilk buluşmasından sonra kısa sürede fenomene dönüşmüştür. Uçak kazası sonucu gizemli bir adaya düşen bir grup insanın hayatta kalma mücadelesini anlatan yapım, işin yalnızca hayatta kalma tarafıyla ilgilenmez. Paralel zaman diliminde yer alan ada, içinde gizemleri ve mitolojiyi barındırır. İşin ilginç yanı, hayatta kalan kazazedelerin, geçmiş yaşamlarında birbirleri ile bir şekilde bağlantılı olmalarıdır. Seçilmişler diyebileceğimiz bu grubun adada olması bir tesadüf değildir. Grubun adada yalnız olmadıklarını anlamasıyla işler daha karmaşıklaşır ve grup üyeleri varlık nedenlerini sorgulamaya başlar.
Gizemli ada konsepti ile yola çıkan dizi, ilk üç sezon tutarlı bir ivme göstermiş, fakat 4. sezon itibari ile bir bocalama yaşamıştır. Bunun esas nedeni izleyici baskısıdır. Dizi, ada ile ilgili o kadar çok soru ortaya atmıştır ki, senaristler, senaryoyu seyirci beklentilerine göre şekillendireyim derken kendi soruları içinde kaybolurlar. Dizinin finalinde ise, adayı Araf‘a dönüştürüp, bütün kazazedeleri bir kilisede toparlayarak onları ebedi huzura gönderirler. Böylece cevaplanması gereken soruları da halının altına süpürmüş olurlar. Her şeye rağmen Lost, gelmiş geçmiş en başarılı TV dizilerinden birisi olmayı başarmıştır.
Yakın zamanda sezon finalini gerçekleştirmiş olan Breaking Bad de, yönetimi, senaryosu ve özellikle de Bryan Cranston’un güçlü oyunculuğu ile başarılı olmuş bir yapımdı. Dizi şöyle özetlenebilir: Lisede kimya öğretmeni olan Walter White, kanser olduğunu öğrendikten sonra ailesinin maddi gereksinimlerini karşılamak için uyuşturucu işine atılır. Yanına eski öğrencisi olan Jesse Pinkman’ı (Aaron Paul) alarak metamfetamin işine girer. Esasen gerçek bir olaya dayanan yapımın en büyük kozu, başkarakterin kişisel anlamdaki değişimidir. Sıradan bir aile babası ve naif bir kişiliğe sahip olan White, uyuşturucu işinde giderek büyür ve baronlaşır. Kimyaya dair bilgi birikimini kullanarak farklı baronlar adına da iş yapmaya başlar. Acımasız tarafını da keşfeden Walter White, uyuşturucu camiasında Heisenberg adıyla tanınmaya başlar.
Heisenberg onun karanlık tarafıdır ve bu isim kulaktan kulağa yayılıp adeta kendi efsanesini yaratır. Breaking Bad bir adamın kendisi ile olan savaşı ve kendisini keşfidir. White’ın yeni işine olan aşırı sevgisi onu bir nevi ölüm meleğine dönüştürür. İş yaptığı ya da bir şekilde bulaştığı kişiler ölümü tadar. Ortağı Jesse Pinkman’ı sürekli manipüle ederek kendi avantajı doğrultusunda kullanır. Efsanevi bir final bölümü ile 5. sezonda son bulan yapım, uzun yıllar hafızalardan çıkacak gibi değildir.
Çocukluğu büyük oranda 80’lerde geçenler için TV’nin önemi çok büyüktür. Abartılı saç modelleri, bol elbiseler, pac-man oyunu ve Moon Ray’in Comanchero’su dünyayı kasıp kavururken dizi dünyası da oldukça hareketlidir. İnternet’in yokluğu ve bilgisayar kullanımının çok yaygın olmayışından dolayı, yüksek izlenme oranlarına ulaşan uzun soluklu TV yapımları 80’lere damgasını vurur. The A-Team (A Takımı), MacGyver ve Knight Rider (Kara Şimşek) gibi yapımlar 80’ler gençliğinin gelişimine ve hayal gücüne büyük oranda etti eder. Ronald Reagan döneminde yaşanan soğuk savaşın etkisini, bu yapımlarda ciddi oranda görmek mümkündür. Söz konusu yapımlarda yaşanan çatışmalar, genellikle ileri teknoloji oyuncaklar sayesinde kazanılmaktadır. 80’lerde Amerika ve Rusya arasında yaşanan nükleer paranoyanın bu tarz yapımlarda kendine yer bulması kaçınılmazdır.
Türk televizyonculuğu açısından bakıldığında, bu dönemde yapılmış olan ve en çok hatırlanan yapımlar Bizimkiler ve Uzaylı Zekiye dizileridir. Yalçın Yelence yönetiminde izleyiciye sunulan Bizimkiler çok beğenilir. Bizimkiler, aile yaşantımızın ve komşuluk ilişkilerimizin bir yansımasıdır ve izleyiciler bu sayede kendilerini dizi karakterleriyle kolayca özdeşleştirir.
Televizyon uzun yıllardır salonumuzun başköşesini süslemeye devam ediyor. Cihaz teknolojik anlamda değişse de, televizyonculuğun temel ilkeleri halen değişmedi. Sinema endüstrisinin televizyon sebebiyle maddi anlamda bir kayba uğraması halen zor gözüküyor. Fakat bugün, sinemanın karşısındaki en büyük tehdit İnternet. İnternet bağlantısının hızlanmasıyla, filmlerin farklı yollarla indirilebiliyor olması sektörün en büyük kâbusu. Son yıllarda mantar gibi çoğalan içi boş 3 boyutlu yapımların türeyişinin nedeni de sektörün İnternet yüzünden yaşadığı zarar. İzleyici çekme kaygısı ile kotarılan 3 boyutlu yapımların hepsinin başarılı olduğunu söylemek oldukça güç. Kimi yapımlar, sonraları 3 boyutlu hale dönüştürülerek pazarlanır hale geldi.
Fakat bu tarz yapımlardan giderek sıkılmaya başlayan izleyici, artık bu tarz yapımlara pirim vermemeye başlamıştır. TV dünyası, sinema sektörünün bir alternatifi olmayıp tamamı ile kendine özgü bir evrendir. Özellikle dizi sektörünün giderek güçlenmesi, bu evrenin ömrünü daha da uzatmaktadır.