Netflix, son yıllarda yaptığı birçok işle adından söz ettirmeye devam ediyor. Evet, bu işlerin bazıları gerek oyunculuk gerekse hikaye bakımından dizi/film sevenlere, ‘’Peh, o kadar reklam bunun için miydi?’’ dedirtiyor adeta. Ancak Netflix’in sepetinde öyle elmalar da var ki diğer çürüklerin yanında sapasağlam kalmayı başarıyor ve onu tüketen insanları da sonuna kadar tatmin ediyor. Love, Death & Robots animasyon dizisi de işte o leziz elmalardan birisi. Hem de en iyisinden.
İlk sezonu 15 Mart 2019’da yayımlanan dizi, 18 bölümüyle oldukça olumlu geri dönüşler almasının yanı sıra billimkurgunun o zengin derinliğinden faydalanıp taraflı tarafsız hemen herkesin takdirini kazanmıştı. Aradan 2 yıl geçti ve ikinci sezonuyla tekrar karşımıza çıkan seri, bu kez 8 bölümüyle gönlümüzde taht kuracak gibi duruyor.
İkinci sezonun geneline geçmeden önce Love, Death & Robots dizisini bu denli iyi yapan şeylerin ne olduğuna kısaca bakmak gerekiyor. Öncelikle yapımın yönetmen ve senarist kadrosunda bir beraberlik ruhu sağlanmış. Dizinin ehil isimlere teslim edildiğini ve her bölümde bir farklılık sağlandığını rahatça görebiliyoruz. Ayrıca yapımın yeni ve eski bilimkurgu yazarlarını aynı çatı altında toplaması da neden bu kadar iyi sorusuna verebileceğimiz en iyi yanıt olabilir. Sahneler arası geçiş, kurgudaki o sadelik ve farklı çizim teknikleri de göz ardı edemeyeceğimiz diğer etkenler elbette.
Gelelim ikinci sezona… İlk sezon 18 bölümken bu sezon 8 bölüm. Yani daha fazla isterken daha azıyla yetinmek zorundayız. Öyle görünüyor ki ya ‘’bu sefer daha kısa tutalım’’ dediler ya da koronavirüs o çok sevdiğimiz dizileri de kırpmaya başladı. Yine de bu kadar az bölüm dizinin o bilindik çizgisini bozamamış, aksine onca kötü yapımın arasında daha da değer kazanmasını sağlamış. İlk sezonda tadını aldığımız o fantastik/bilimkurgu çeşitliliği bu sezonda yerini daha toplumsal sorunlara değinen bir çeşitliliğe bırakmış.
Bünyesinde John Scalzi, Harlan Ellison ve J.G. Ballard gibi bilinen isimlerin öykülerini barındıran yapım, diğer yazarların öykülerini de başarılı bir şekilde perdeye aktarıyor. Birbirinden güzel bölümleri ardı ardına izlerken bazı sahnelerin de tanıdık geldiğini söylemek gerekiyor. Mesela yeni doğmuş çocukları öldürmekte görevli bir polisi konu alan Nüfus Kontrol Ekibi adlı bölüm Blade Runner kıvamında. Yine Joe Landsdale’nin öyküsünden uyarlanan The Tall Grass bölümü de In The Tall Grass filmiyle çok benzeş. Aradaki tek fark bölümün bilimkurguya daha sadık kalması.
İkinci sezonun geneline baktığımızda ne istediysek vardı diyebiliriz, ama bunun yanında günümüzden birkaç sahneye de tanıklık ediyoruz. Son zamanlarda iyice popülerleşen elektrikli android süpürgelerin gelecekte nasıl karşımıza çıkacağını gösteren Otomatik Müşteri Hizmetleri ve koronavirüse atıfta bulunan Snow Çölde adlı öykü bu yönleriyle diğer bölümlerden ayrılıyor. Bu anlamda senaristlerin günümüze de dokunması ve bunu da çok göze batırmadan yapması isabetli bir karar olmuş.
İster uzun soluklu ister 3 bölümlük bir dizi olsun, ne kadar sevilirse sevilsin bu tür yapımlarda kendisini daima öne çıkaran bölüm ya da bölümler vardır. Sahile Vuran Dev, kesinlikle o şaheser bölümlerden biri. Özellikle Ballard hayranları bu bölümü daha çok sevecektir. Sahile vuran çıplak bir devi konu alan bölüm, Ballard’ın öz eleştirinin zirvesine çıktığı o müthiş öyküsünü çarpıcı bir şekilde ele alıyor.
Sonuç olarak, uyarlama konusunda müthiş bir iş çıkaran yapım her türden seyirciye hitap edecek kadar iyi. Öyle görünüyor ki Netflix, bilimkurgunun uçsuz bucaksız okyanusundan sonuna kadar faydalanacak ve bizler de izlemeye doyamayacağız.